30 Kasım 2012 Cuma

HACI BEKTAŞ VELÎ'NİN GÖK DERGAHI

Hacı Bektaş Velî Dergâhı içi! Gök Türk atalarımızın "otag"ları gibi! Bir de gelenek yok derler...

Semah dönen genç kızların turna dönüşünü canlandırmalarına ne demeli!

Turna! Ebedi döngü'nün sembolü.

Diyor ki: "Hiç bilenle bilmeyen bilr olur mu?"

28 Kasım 2012 Çarşamba

Ah Ortaköy ah! Çok değişmişsin birden tanıyamadım

Çok moda olduğu zamanlarda Ortaköy son durağımdı. Bilhassa yaz ayları. Çifte Çiçek'ler, Papirus, Taksim Sanat Evi, Lotus, Kemancı, Ziya ve Harbiye civarı... Ortaköy, "Tüm zamanların kovboyu" adını taktığımız Metin Abi'nin egemenlik alanıydı. Bu alana girdiğimizde bizim paralar tedavülden kalkardı. Mimar AVA, Dr. YG, ahbaplığımız uğruna nişan atan Dr. İ. ve ben...
Bütün bu hayallerle geldim ama onlar yoktular...

"Yok bu şehr içre vasfettiğin dilber Nedim
Bir perî suret görünmüş, bir hayal olmuş sana."

Ya da Attila İlhan'ın dediği gibi;
"Ne kadınlar sevdim zaten yoktular..."
Bazen sabahlara kadar süren muhabbetler olurdu. Bazı zamanlar hiç umulmadık tesadüfler.

"Gitti gelmez bahar yeli
Dal demeti kuş tüyü 
Bütün kapılar kilitli 
Anahtar Tanrı'da kadı"

diyen, Beşiktaşlı sevgilisini Abbas'a emanet eden Cahit Sıtkı... Tam da bu anlar için söylemiş sözünü herhalde.



Dr. ARİF BULUT: ALTIN PORTAKAL 50. YAŞGÜNÜNÜ EYLÜLDE KUTLAYACAK

AKSAV BAŞKAN VEKİLİ
PROF. DR. ARİF BULUT
Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirilecek 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 20-27 Eylül 2013 tarihleri arasında gerçekleşecek. Festival hazırlıklarının 50. yıl dolayısı ile 49. festivalin bitiminden hemen sonra başladığını belirten Antalya Kültür Sanat Vakfı Başkan Vekili Prof. Dr. Arif Bulut, festival programının oluşturulması için çalışmaların aralıksız devam ettiğini söyledi. 48. Ve 49. Festivallerde yağmur nedeniyle izleyicilerin festival mekânlarına ulaşmasında ve açık havada gerçekleştirilen programlarda sıkıntılar yaşandığını vurgulayan Prof. Dr. Arif Bulut; bu sıkıntıları dikkate alarak 50. Festival’in Eylül ayı sonunda yapılmasına karar verdiklerini bildirdi. Bulut, Kurban Bayramı tarihinin Ekim ayına tekabül etmesinin de festival tarihinin erkene alınmasında etkili olduğunu söyledi.
Festival coşkusu zirve yapacak!
20 – 27 Eylül 2013 tarihlerinde Altın Portakal’ın 50. yılını simgeleyen değişik programlara imza atacaklarını bildiren Dr. Arif Bulut, 50. Festival’in program zenginliğiyle apayrı bir festival olacağını, geniş bir coğrafyaya yayılacak festival coşkusunun geleneksel festival kortejinde zirve yapacağını bildirdi. 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali afişinin yarışma sonucu belirleneceğini belirten Arif Bulut, yarışma koşullarının daha sonra açıklanacağını söyledi.






Bilgilerinize sunar, iyi çalışmalar dileriz.
Akgün Keskin Sakarya
Antalya Büyükşehir Belediyesi ve
AKSAV Basın Danışmanı

Detaylı bilgi için:
Esin Tatlav
Tel: 0 212 297 60 32 – 0530 497 91 97
E-mail : esin.tatlav@aksav.org.tr
Yeliz Palak
Tel: 0 212 297 60 32 – 0530 222 49 34
E-mail : yeliz.palak@aksav.org.tr
Mustafa Koç
Tel: 0242 238 54 44 – 0533 563 82 69
E-mail :info@aksav.org.tr,
basin@aksav.org.tr
www.altinportakal.org.tr


24 Kasım 2012 Cumartesi

Şifresi: Temel

MOSKOVANIN ŞİFRESİ: TEMEL
GALASI İÇİN GİTTİĞİMİZ TRABZON'DA
SÜMELA'YI AŞAĞIDAN SEYRETTİK!
Alper Kul’unzamane Keloğlanı'nı canlandırdığı, “Şifresi Temel” serisinin ikinci filmi, Moskova’nın Şifresi: Temel’in galasıiçin Trabzon’a uçtuk. THY’nin 900 ER tipi yeni uçağı ile seyahat çok keyif verdi. Karadeniz sahilindeki hava alanına indiğimizde öğle vaktiydi. Bu güzel şehrin güzelinsanları, bizi rahat ettirmek için o kadar çaba gösteriyorlardı ki, bir müddetsonra bazı arkadaşlarımız şımarmaya bile başladı. Sevgili Filiz Öcal’ın mihmandarlığındakatıldığım tüm gezilerin harika geçtiğini daha önce yazmıştım. Bu defa daöyle oldu. Tüm film ekibi ve basın mensupları akşam yemeği için From Trabzon’da Nihat Usta’ya götürüldük. Başlangıçtaki endişemiz Akçaabat köfteleriniyerken memnuniyete dönüştü.
ESMA SEZEROĞLU İLE.
Forum Trabzon’unHalkla İlişkiler Uzmanı Esma Sezeroğlu, yemek esnasında bizimle iletişimegeçti. Ona hemen artı 10 puan yazdım. Çünkü eğer insanlar açken onlara yaklaşırsanızmuhtemelen akılları ve empati duyguları ile değil, mide asidinin sinirsisteminde yarattığı travmatik kelama muhatap olursunuz… Esma Hanım, Trabzonusulü fırınlanmış helvaları takdim ettiğinde artık rehavet çökmek üzereydiki, galanın yapılacağı bölüme geçtik. Burada hayal bile edemeyeceğiniz anlaryaşandı.
İşte o anların kısa bir fotoromanı:

ZUHAL: TEMEL BENİ GÖRÜYOR MUSUN?
TEMEL: SEN GERÇEK MİSİN ZUHAL?
ZUHAL: GERÇEĞİM GERÇEK. MERAK ETME DAHA
KAFAYI SIYIRMADIN...
FİLİZ: TEMEL BEN DE GERÇEĞİM ŞEKERİM.
BENİ DE GÖRÜYORSUN DEĞİL Mİ?
TEMEL: GÖRMEZ OLUR MUYUM FİLİZCİĞİM! ÇOK GÜZELSİN!
ZUHAL(İç ses): BU FİLİZ DE NEREDEN ÇIKTI ŞİMDİ? ALLAH ALLAH!
ZUHAL (Filiz'e) SENİ TURGAY'A YAPMIŞTIM, TURGAY NEREDE Kİ?
ZUHAL: OH TEMEL SIRTINI DÖNDÜ. NASIL BENZETTİM AMA FİLİZİ.
FİLİZ: ÇOK CANIM SIKILDI ŞİMDİ YAHU. ACAYİP BİR DURURMDAYIM
FİLİZ: ALACAĞIN OLSUN SENİN ZUHAL. BEN SANA
BUNU ÖDETMEZ MİYİM..
TEMEL: ATALAR BOŞUNA DEMEMİŞLER, İKİ KADIN
ARASINDA KALAN AHMAK OLUR DİYE. İYİSİ Mİ
BİRİNİ ALIP KURTULMAK!


*******
Gece yarısından sonar Süleyman Bar. Yönetmen Adem Kılıç veAlper Kul’dan blogum için bir kare fotoğraf rica ettim. Sanıyorum üçüncü filminbir sahnesinde kullanacakları pozu vermeyi tercih ettiler…
ADEM KILIÇ-ALPER KUL.
Gelelim eleştirimize:

Galadan sonran eli kameralı bir arkadaşa dediğim gibi, fıkra müktesebatı dünyanın bütün kültürlerinden gelen esprileri içinde eritecek kadar güçlü ve daha da güçlü bir mizah duygusuna sahip Karadeniz insanımızı anlatan filmler elbette olmalı. Bunlar her ne kadar birinci sınıf, ustalık eserleri olmasa bile bir yerden başlamak gerek. 

Alper Kul tanıyabildiğim kadar son derece mütevazı bir insan. Biraz Keloğlan (Rüştü Asyalı), biraz Turist Ömer (Sadri Alışık) , biraz Şaban (Kemal Sunal) ama daha çok "Karadeniz Uşağı". Bir hayli küfürbaz. Ama özü itibariyle mucit ve aşık! Aşk karşısında dili tutuluyor. Ne Nataşa görüyor gözü, ne başka şey. Sevgiyi yücelten Karadeniz işi komedi serisinin melodramdan kaçınarak Karadenizlilerin espri yaratan zekasını kullanmaları gerekiyordu. Hikaye örgüsü de bu çerçevede daha güçlü olabilirdi... Umarım üçüncü filmde melodram yerine zekanın yarattığı mizaha dayalı bir film çıkarırlar. Senarist Okumuş'un bunu becerecek kadar yetkin olduğunu düşünüyorum. 

Başarılar...


20 Kasım 2012 Salı

Dağ, en cesur Türk filmi olarak sinema tarihine geçecek!

Türk askerinin PKK ile mücadelesini anlatan Nefes'in ikircikli tutumundan sonra ilk defa bir Türk filmi, Dağ, PKK terörünü durdurmak, birlik ve dirliği sağlamak için zorunlu askerlik görevi sırasında şehit düşen Mehmetçik’in yanında yer alıyor. Şeksiz şüphesiz hem de. Kıvırtmadan, "Ben şöyle demek istemiştim de ama sen böyle anladın" demeden.
.
Hayret?

Bugüne kadar Antalya Altın Portakal, Adana Altın Koza, Malatya Kristal Kayısı, İstanbul Altın Lale ve Ankara gibi ülke içi birçok film festivalinde, TC vatandaşı Kürt milliyetçilerinin filmleri ödüllendirildi. Bu bir anlamda, aksi görüşlere yer yok diyen bir tutumdu. Böyle bilindiği halde Dağ filmi ekibi hangicesaretle ortaya çıktı?
.
Şaşırıyorum!

Dağ ekibi, size ödül vermeyecekler... Filminiz hakkında bin dereden su getirecekler. Sizin barıştan yana değil savaştan yana olduğunuzu söyleyecekler. Hiçbir şey bulamazlarsa, bari şunu şunu yapsaydı diye ahkâm kesecekler… Kozmopolit entelektüel arenada size istihfafla bakacaklar… Küçümseyecekler veya görmezden gelecekler. Çoğu zaman sizi yok farz edecekler. Çünkü o kafa, neredeyse Çanakkale'de Mehmetçik’in, ANZAC çocuklarını neden öldürdüğünü, hatta İstiklal Harbi’ne neden iştirak ettiklerini, zavallı (!) Yunan askerlerini neden denize döktüklerini bile sormaya başladı!

Aslen az nüfuslu bir gurup olduğu halde sesleri çok çıkan, dolayısıyla etki yaratan, nüfuzlu "Kanaat Mafyası"na rağmen bu cesareti nereden buldunuz siz?

Adınıza ben ürperdim. Allah yolunuzu açık etsin...

Dağ… İndimde en etkileyici, en cesur, gişede rekor ve festivallerde ödüllerle taltif edilmesi gereken bir film. Mehmetçik’in kendi vatandaşı tarafından arkadan vurulduğu vatan topraklarında neler yaşadığının küçücük bir kesiti ama doğru yaklaşımla aktarılmış bir kesiti. Çok zor olan kar çekimleri yanında, farklı kültürel ve ekonomik sınıftan gelen iki askerin oyunculuklarının doruğu çıkığı bir film (Bekir= Ufuk Bayraktar ve Oğuz = Çağlar Ertuğrul). Bekir’in iki arkadaşı ile rakı içerek Ankara havalarını dinledikleri sahnenin yeni nesil Türk sineması ikonografi birikimine şimdiden eklendiğini vurgulamadan geçemeyeceğim.

Büşra filmi ile tarafımdan bir hayli eleştirilen yönetmen Alper Çağlar’a gelince... Başörtülü bir genç kız ile züppe Türk entelijensiyasının teraziye vurulduğu Büşra, beni etkilememişti. Hatta yazımın adı, “Sevli Boylum Ak Türbanlım” idi. Ancak Dağ'daki tüm seçimlerin, tüm sinemasal unsurların yerli yerinde olduğunu, Alper Çağlar’ın bu ikinci filminde bir ustaya dönüştüğünü düşünüyorum!

Çağlar, iki baş karakterin dünyası ile Türkiye'nin askerlik konusundaki umumi havasını, erleri (evlatları) için kendini feda eden iki komutan karakteriyle muvazzafların askeri hayat ve geleneklerini çok tasarruflu ama derinlemesine anlatmayı başarıyor. Nefes filmindeki parçalanmış Atatürk büstü yerine dalgalanan Türk bayrağını çerçevesine alarak, egemenlik vurgusu yapıyor. Türkiye vatandaşı PKK’lıların, vatandaşları Türk’ü zevkle öldürüşünü vurgulayarak terörün ve teröristin 30 yıldır süren acımasızlığını keskin bir dille tespit ediyor.

Dağ, Nefes’te olduğu gibi PKK’lı teröristi, çatışmadan sonra yerde yumrukların sıkmış, direnen bir inat abidesi gibi göstermek yerine, boğazının acımadan kesilişini göstererek iki şey yapıyor. Kürt çocuklarının aslında birer gerilla değil, kurban olduğunuvurguluyor bir; bir de sürüp giden savaşın gerçek yüzünü, acımasız yanlarını gösteriyor (Bekir’in cinnet geçirerek telsiz kulesinde PKK’lıyı dipçik darbesiyle öldürmesi aynı bağlamdadır).

Son jenerikte şehit düşen Türk askerlerinin uzun listesi zannımca şu anlama geliyor: Yönetmen isim listesini eksiksiz vererek eserin gerçek sahiplerini, olup biteni hala doğru yorumlayamayanların gözüne sokmuş oluyor.

DİP NOTU:

PKK’nın 15 Ağustos 1984 tarihinde Siirt’in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerini basarak alenen başlattığı (ki 1970'leren beri Apo'cular olarak eylem yapıyorlardı) terör olaylarından bu yana 28 yıl geçti . 28 yılda, binlerce asker ve sivil vatandaşımız, baskınlar, mayınlar ve pusular yüzünden hayatını yitirdi.

Verilere göre PKK, 28 yılda, 72 bin 500 terör eylemi gerçekleştirdi. 6 bin 500 sivil vatandaş, hayatını kaybetti. 5 bin 500 polis ve askerimiz ile bin 500 köy korucusu şehit edildi. Olaylarda yaklaşık 5 bin polis ile 12 bin asker, 2 bin geçici köy korucusu ise yaralandı (rakamlar yaklaşıktır).

28 yılda, PKKile mücadelede 300 milyar dolar harcandığı rivayeti yanında 500 milyar dolar rivayeti de telaffuz ediliyor. Yani yaklaşık olarak 800 katrilyon...

18 Kasım 2012 Pazar

Ömer Lütfi Mete'ye Ağıt ve Methiye

Rahmetli Ömer Lütfi Mete’yi, Tercüman Gazetesi Almanya Baskıları bölümünde çalıştığı 1980’lerde tanıdım. Tanışıklığımızı Hakk’ın rahmetine kavuşmuş sevgili dostum Şevki Özpeynirci sağlamıştı. Merhum Kemal Ilıcak Türk Edebiyatı dergisini Tercüman Matbaasında basmaya başlamış, Özpeynirci ile Mete de gazeteci ve edebiyatçı olarak dergiyi idare etmeye başlamışlardı.

Gıyaben tanışıklığımız ise daha öncelere dayanır. Türk Edebiyatı dergisinde şiirleri yayınlanırdı. Ecurufya isimli siyasi hiciv babında bir romanı yayınlanmıştı. Ülkücüydü.

Siyaseten işsiz (!) kaldığımız ihtilal sonrasında bir ara Dağarcık isimli bir dergi çıkartma denemesinin ardında hali hazırda yayınlanmakta olan dergilere yazı, şiir ve röportaj vermeyi daha kolay, masrafsız ve rahat bulduğumuz için Türk Edebiyatı, Boğaziçi gibi dergilerin kapısına dayandık.

Türk Edebiyatı Dergisi için “İlimler Akademisi” gibi bir isimle kurulmak istenen 12 Eylül kurumu ile ilgili bir soruşturma yaptım. Böylece milliyetçi dergilerin kapısı bana da açılmış oldu. İşte o ara Ömer Lütfi Mete Boğaziçi Dergisi editörüydü. Hatta Sefa Kaplan ile Osman Sınav’ın rahmetli kayınpederi Prof. Dr. Kenan Özbel röportajına gittik. Mete, bu röportajı dergide yayınladı.

Aradan epeyce uzun bir zaman geçti. Görüşemedik. Daha sonra 1990’larda Çağrışım isimli bir dergi ekibinin içinde yer aldı. Bir keresinde toplantılarına davet edildim. Mecidiyeköy’de bir büroya gittim. Kurtlar Vadisi’nin başoyuncusu ve yönetmeni Şaşmaz kardeşlerin babası Abdülkadir Şaşmaz’ın başında bulunduğu bir gurup insan oturmuş sohbet ediyordu. Ömer Lütfi Mete, İsmail Güneş, tanımadığım birkaç kişi daha vardı. Merhum Mete, yanılmıyorsam, Kuran-ı Kerim’in “Asr” suresini okudu ve şerh etmeye çalıştı. Bu arada mutfaktan sesler geliyordu. Öğrendim ki, Ahmet Tezcan içeride cevizli çiğ köfte yoğuruyormuş! İsmail Güneş’in kulağına eğilip “Allah’ın Çerkez’i çiğ köfte yoğurmayı nereden öğrenmiş, ne bilirmiş?” diye takıldığımı hatırlıyorum.

Çiğ köfteyi yedik, sohbeti dinledik ve ayrıldık. Ben daha sonra o grupla bir araya gelmedim ama Ömer Lütfi Mete, İsmail Güneş ve Ahmet Tezcan ile yollarımız sık sık kesişti.
Şahsiyeti bakımından ne kadar seçkin bir insan olduğunu şöyle söyleyebilirim: O bir Türk milliyetçisiydi ve “Türk” kelimesinin içinde mündemiç heyecan, ahlak, edep, sevgi, dostluk, sadakat… gibi Türkü Türk yapan sıfatları idrak debilmiş, künhüne vakıf olup yaşamış ve bunu eserlerinde yansıtabilmiş nadir milliyetçilerdendi.

Konuştuğu dilin, ana dili Türkçenin, onu götürdüğü tarih öncesi çağların, bu dille yazılmış mitolojilerin, efsanelerin tümünden hissesine düşeni benliğinde taşıyordu. Gurur ve kibirli değil ama vakarlı bir insandı. Dost bildiği insanların kendisine ihanet edeceğine asla ihtimal vermediği için Dede Korkut hikâyelerindeki saf Türk karakterlerini andıran bir yapısı vardı. Bu yüzden kardeşi gibi sevdiği insanların pek çok ihanetine maruz kalmıştı…

Şu satırlarda sıralamakla bitiremeyeceğim kadar temiz vasıflarının arasında samimi ve hoşgörü ile süslü Müslümanlığı en pırıltılı vasfıydı. Allah’dan ona gani gani rahmet diliyorum.
*****
Fotoğraf ve biyografi
http://www.omerlutfimete.com/
adresinden alınmıştır
******
Ömer Lütfi Mete: 1950-Rize

Rize’de doğan Ömer Lütfi Mete, ilk ve orta öğrenimden sonra bir dönem Kur’an Kursları’nda okudu. Aynı kurumlarda okutucu olarak görev yaparken Rize Lisesi’ni bitirdi ve 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. 1971 yılında önce matbaa çıraklığıyla başlayarak gazeteciliğe geçti. 1972’de İktisat Fakültesi’nden ayrılıp Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Kısa bir süre mezun olduğu lisede ve Rize Meslek Yüksek Okulu’nda Edebiyat öğretmenliği dışında gazeteci ve senaryo yazarı olarak çalıştı.

Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Orta Doğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar olarak çalıştı. Türk Edebiyatı, Boğaziçi ve Çağrışım dergilerinde makale, mizahi öykü ve şiirleri yayınlandı.

ESERLERİ

Gülce (şiir), Çığlığın Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman), Derin Millet Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında (Deneme), Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah)

Sinema filmi senaryoları: Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM…

TV Filmi senaryoları: Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karani, Ahmet Bedevi

TV Dizi senaryoları: Bizimev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Deliyürek, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama)

16 Kasım 2012 Cuma

The Twilight Saga serisinin şifreleri

Vatikan'ı andıran mekan, Alacakaranlık'ta Vampir Vatikan'ının temsil ediyor! 
Alacakaranlık hakkında yazdığım, "Alacakaranlık üzerine komik bir yazı denemesi: Ah Kara Jakop Ah! Hepsi Senin Yüzünden"i yayınladıktan sonra, Twitter üzerinden, filmin gösterime girmesiyle beraber şifrelerini çözecek bir yazı daha yazacağımı ilan etmiştim. İşte o sözümü tutuyorum!

Alacakaranlık ilk bölümden itibaren, "Romeo and Juliet"ten ilham almış bir aşk hikayesi olarak sunuldu. Biliyoruz ki, Romeo ve Juliet bir yanlış anlaşılma sonucu sonsuza kadar beraber olacaklarını umdukları öteki dünyaya giderler! Juliet bunu yaparken sevgilisine bir öpücük kondurur ve zehri içer... 


Bella, ölümsüzlük iksirini (!) içmez. Kızına bir ölümsüzlük öpücüğü kondurur!
Alacakaranlık, bu öykünün izinden giderken tüm kuralları değiştiriyor. Bella, birinci finalde (The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1 - 2011) sevgilisinin kendisini ısırmasına izin verir ve bir vampirellaya dönüşür. Böylece sonsuza kadar beraber yaşayacaklar mutlu olacaklardır. Destansı finalde, yarı ölümlü yarı ölümsüz  doğan Renesmee (Mackenzie Foy) adlı kızlarını öpen Bella, böylece Juliet gibi öteki dünyaya ait bir ölümsüzlük değil, vampire dönüşmüş olarak dünyevi ölümsüzlüğü tercih etmiş oluyor. 

Amerikalı seyirci, tartışmaları bile kavga içeren aksiyonlarla algılayabiliyor! 
Alacakarlık'ın bir başka şifresi de, "Protestan" ahlakını savunan bir film olarak arzı endam etmiş olması. Daha ilk filmden itibaren, vampirleri denetleyen "Volturi"lerin mekanları tıpkı Vatikan'ı andırmaktadır. Volturi'ler giyim kuşamlarından, yargılama biçimlerinden, infazlarına kadar (yakarak öldürme) Katolik kilesinin dini otoritesini andırır davranışlar sergiler. Orta Çağ'da Vatikan Meclis salonunda yapılan ilahiyat tartışmaları, Alacakaranlık'ın ilk filminde bir tür karate gösterisine dönüştürerek verilmişti hatırlarsanız! Fakat şunu da hemen belirtmeliyim ki, Protestanlığı yücelten ve Katolik kilisesini zemmeden bu anlatım biçimi, dindarca olmaktan çok kültüreldir. 

Serinin bugüne kadar seyrettiğim filmleri:


The Twilight Saga: New Moon (2009)
The Twilight Saga: Eclipse (2010)
The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1 (2011)
The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 2 (2012)

15 Kasım 2012 Perşembe

Alacakaranlık üzerine komik bir yazı denemesi: Ah Kara Jakop Ah! Hepsi Senin Yüzünden...


Alacakaranlık'ın  (The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 2) son bölümünün muhteşem bir finalle veda edeceği ilan edildiği için kalkıp filmi seyretmeye City's'e gittim. Epeyden beri görmediğim SİYAD'lı arkadaşların bir bölümünü görme fırsatı doğmuş oldu. Bu arada Atilla Dorsay ile de muhabbet ettik. Duayen kelimesinin etimoloji üzerine konuşacakken filmin başlayacağı ilan edilince, konu yarım kaldı. Sabah şakalarını seven Dorsay'a bir kitaptan öğrendiğim bir bilgiyi aktaracaktım ama başka zamana kısmetmiş.

Her zamanki gibi G sırasının 15 numaralı koltuğuna oturdum. Bu G sırası tutkumun sebebini çokları merak eder durur, haydi açıklayayım. G harfi, Gentleman'in ilk harfi olduğunu için bu sırayı tercih ettiğime kimse inanmaz ama bu gibi şüpheci kişiler ne kadar centilmen olduğumu Ömür Gedik'e sorabilir.

Sonunda film başladı ama ne başlama... Bella Swan ölümden kurtulmuş, ayağa kalkmış, bir güzelleşmiş bir güzelleşmiş ki... Bir kuvvetlenmiş, bir kuvvetlenmiş ki Edward Cullen'in sırtını mindere öyle bir getiriyor ki, adamcağızın kımıldayacak hali kalmıyor... 

Derken, Bella ile Edward'ın,  Renesmee adı verilen kızlarını görüyoruz. Mini minnacık bir bebek. Dokunarak derdini anlatabiliyor. Destansı final ya, sanırsınız Oğuz Kağan'ın dişisi! Yanında Jakop Black gibi bir de kurt var, değmeyin gitsin: "Ay, ay Renesmee, Volturi (Vampir Vatikan'ı) üzerine sefer yapacakmışsın ben sana yol gösterir göz kulak olurum" diyecek neredeyse... 

İşin latifesini bir yana bırakırsak, bu bebek, insanları ve hayvanları ısırıp kanını içen vampirleri Yeşilçam'ın yarattığı ailelerin en ünlüsü "Rıza'nın ailesi"ne çevirir! O da hangisi diyeceksiniz, söyleyeyim: Münir Özkul ve Adile Naşit'in bir sürü çocuğu yoksulluk içinde yetiştirirken Türk Volturi Eriş Akman'ın, Itır Esen'i ısırdığı Aile Şerefi filmi... Anlayacağınız, sevgili Ali Ulvi'nin dediği gibi, "Bir Arap Bacı eksikti filmde!"

İşin doğrusunu söylemek gerekirse ben bu Alacakaranlık filminin cemaziyülevveli'nden de, 'cemaziyülahırı'ndan da hazzetmedim. E, elbet diyeceksiniz. Sen 15 yaşında bir genç misin ki hazedeceksin? Ergen gençler için çekilmiş bu film... Gerçekte öyle. Biz gençliğimizde ne kötü filmleri seyrederdik birazcık aşk, birazcık macera için... 

Fakat durun, filmde ümit bağladım bir tek adam vardı. Benim bile! O da Kızılderili Jakop idi. Ama kof çıktı ve kızı vampire kaptırdı. Üstelik hala deli gibi seviyor ve koruyor. Yani anlayacağınız Bella'nın vampirellaya dönüşmesinin tek suçlusu bu Kara Jakop, yoksa aşk filan değil... 

Kara Jakop, senden nefret ediyorum!

13 Kasım 2012 Salı

The Master: Tanrım! Bir yaralı hayvan bağırıyor, senden ayrı düşeninsanda


The Master’ı izlerken, Les Invasions Barbares (Barbarların İstilâsı- 1973 Oscar Ödüllü) filminde geçen konuşmayı hatırladım. Batı uygarlığının insanlığın ulaştığı en idealuygarlık olduğunu düşünen ırkçı bir Fransız entelektüel, ölüm döşeğinde, yakınlarıylasohbet ederken şuna yakın bir şeyler söylüyordu: “Hala çözemediğim şeylerdenbiri, 1958 yılında kiliselerin neden birden bire boşalıp gençlerin gece kulüplerini doldurduğudur…” Evet, 1958 yılında kiliseler nedenbirden bire boşalıp gece kulüpleri gençlerle dolmuştu? Müzik anlayışıbirdenbire değişmiş, o güne kadar ağırbaşlılık içinde dans edilen toplantılardabirden bire zıplayan gençler zuhur etmişti? Elbette bunu en iyi Batılı tarihçiler ve sosyologlar yorumlar. Benim derdim, bu repliği yıllar sonra neden TheMaster’ı seyrederken hatırladığımdır? Neden?

Birinci Dünya Savaşı'nda, modern peygamberlerin (!), Batıinsanı için öngördüğü tüm vaatler; Batılı halkların yüzyıllar boyu yapılan telkinlerdensonra ancak içselleştirdiği tüm değerler yerle bir olmuştu. Nietzsche, daha 1883’lerde,“Tanrıyı arıyorum, Tanrıyı arıyorum!Neden mi? Söyleyeyim, ölürdük onu. Hepimiz onun katilleriyiz. Peki, nasılyapabildik bunu? Nasıl yutabildik denizi? Bütün ‘çevren’i silmek için süngerikim verdi bize? Yer yuvarlağını güneşinden boşlamakla ne yapmış olduk? Şimdinereye gidiyor? Biz nereye gidiyoruz şimdi?” derken bir öngörü de mibulunmuştu? (*)
Batı uygarlığı, geçirdiği kanlı fetret devrinden sonrayeniden yeşermiş, insanlara kırık da olsa yeni umutlar vermişti. Şehirleryeniden inşa edilmiş, sanayi tıkır tıkır işlemeye başlamıştı ama 1939'dan1945'e kadar süren ve 100 milyondan fazla askerin (gencecik insanlar) piyongibi savaş sahalarına sürülmesi, herhalde Batı uygarlığının kendine duyduğu imanınısonu olmuştu…

The Master filmi, işte bu savaşın, İkinci Dünya Savaşı'nın bittiği yerde başlıyor. Sahilde kumdan anaç kadınlar yaparak cisel ilişki yaşıyormuş gibi yapan veya ona sarılıp yatan erlerin travmatik halleri, savaşın kazanıldığını ama insanın kaybedildiğini gösteriyor. Suları yararakilerleyen (adeta içip bitirir gibi) bir Amerikan savaş gemisinde, çarmıhagerilmiş Hz. İsa gibi uzanmış FreddieQuell (Joaquin Phoenix) isimli askerin hali neredeyse tüm filmi özetliyor… 'Tanrı suretinde' yaratılmışken, içi boşaltıldığı için, -bütün insanlığın günahlarını affettirmebahasına kendini kurban eden- Hz. İsa’nın imitasyonu duygusu uyandıran savaş artığı bu et yığını,artık hasta bir adamdır! Hastayı, bir de geminin en dibinde tiner bulunan birtanktan içkisine zehir katarken görürüz…

Freddie Quell (Joaquin Phoenix) post-travmatik stresbozukluğu ile muzdarip, topluma uyum sağlamak için mücadele eden İkinci DünyaSavaşı kalıntısıdır. Savaşa katılan diğer pek çok asker gibi tedaviye alınır: doktorunsorduğu her şeyi cinsellikle ilişkilendirmesi özellikle vurgulanır. Daha sonraonu bir mağazada aile portreleri çeken fotoğrafçı olarak buluruz. Hazırladığı zehirli içkileri içip tavladığı kızlarla ayaküzeri seksyapmaktan zevk alan bir serseriye dönüşmüştür. Sarhoş bir halde fotğoraf çekerken ev bark, çoluk çocuksahibi olduğunu öğrendiği tombul ve mutlu bir müşterisini hınçla tartaklar, iştenkovulur. 


Lahana yetiştirilen çiftliğe girer, tarım işçisi olur. Hazırladığı kokteyliiçen yaşlı bir zencinin ölmesiyle birlikte buradan da kovulur. Binlerce lahanatarhının sanki cetvelle dizilmiş gibi aynı çizgide gösterildiği sahne ile hasattansonra Freddie'nin tabana kuvvet kaçtığı aynı tarlanın bomboş, sadece çizgilerhalinde gösterildiği bir başka planla tekrarlanışı toplumun simetrisini, cemaathisterisini, insanlık hallerini gösteren anlardır: yönetmenin ilerideanlatacaklarına giriş mahiyetindedir. Freddie, hasattan sonra tüm verimliliği alınmış bir tarla gibidir de demek istiyor olabilir yönetmen!


Lahana tarlasından kaçan Freddie, sarhoş halde LancasterDodd (Philip Seymour Hoffman) isimli “Cause felsefi akımının” liderinin kızınıevlendirdiği yata girer. Saf bir bencillik, inanılmaz bir kendini beğenmişlikve kendi kendine sarsılmaz bir bağlılık timsali olan Lancaster Dodd’un affına mahzar olur (aslında el yapımı içkiyapmaktaki marifeti ve iyi bir deney hayvanı gibi görünmesi bu afta etkiliolmuştur). Dodd, Freddie ile çalışmaya başlar. Yorgunu yokuşa süren Dodd,travmalarından kendisini kurtaracağına inandırdığı Freddie’nin geçmişini ortayaçıkarır: Babası ölmüş, annesiyle uzak düşmüş, teyzesi ile ensest bir ilişki yaşamış(mı?) ve hayatının aşkı iken savaş nedeniyle bırakıp gittiği Doris’inhasreti… 

Freddie, Cause liderinden etkilenir. İçine düştüğü derinboşluktan (aslında düştüğü yer, savaşın boşalttığı ve yerine bir şey koyamadığıkendi benliği, kendi içindir) kurtulacağını umar. Sımsıkı sarılır Dodd’a. BirlikteCause öğretisini yaymak için yolculuk yapmaya başlarlar. Ancak, Freddie'ninşiddetli ve düzensiz davranışlarının ardı arkasın kesilmemektedir... Freddie, Dodd’un eşi Peggy’ye (Amy Adams) verdiği içki içmemesözünü tutmadığı gibi, babasının öğretilerine karşı kayıtsız kalan Val’ı (JessePlemons) eleştirir. Val, babasının sahtekâr ve öğretilerinin doğaçlamalardanibaret olduğunu söyler. Dodd’un doktorluk yasalarına ihlal ettiği içintutuklanması da Freddie’yi çılgına çevirir. Polislere saldırır, tutuklanır. 


Lahana tarlasındaki kaçış sahnesinde olduğu gibi nezaret sahnede yönetmen anlatımgücünün doruğuna erişir. Filmin yükseldiği, varıp varabileceği nokta bu gibigörünür: Dodd ve Freddie yan yana iki hücrededir. Freddie kendini parçalarkenDodd, elma şekerini yiyerek bahçede kendini paralayan bir köpeği seyreden çocuksükûneti ile hücresinden onu izler. Üyeler, hapis çıkışında Dodd’a,Freddie’nin bir ajan olduğundan şüphelendiklerini söylerse de Dodd onukucaklayarak karşılar ve onu akıl almaz bir eksersiz yönlendirir. Duvar ilepencere arasındaki 5-6 adımlık yolu geçecek, duvara dokunduğunda neduyumsadığını, cama dokunduğunda ne duyumsadığını söyleyecektir!

Kâbusa dönen eksersizlerden sonra bir gün çöl yolunda yüksekhız yapan bir motosiklet binerek teknolojinin yarattığı zevklerle zevklenenDodd, Freddie’yi ödüllendirmek ister. Freddie motosiklete biner ve artıkimanını, inancını yitirdiği The Cause ve onun bencil liderinden hızlauzaklaşır. İçinden hiç atamadığı gençlik aşkı Doris’i bulmaya gider: onunevlendiğini öğrenerek yeniden hayal kırıklığı yaşar.  İngiltere’den kendisini davet eden ustasınınçağrısına icabet eder. Şarlatan Dodd, artık dev gibi bir okulun malikidir.Freddie’yi tarikata dönmesi için ikna etmeye uğraşırsa da diğeri reddeder…

Okuduğunuz gibi destansı bir yazı yazmadım. Yönetmen PaulThomas Anderson’un yönetmenlerin ilahı ilan etmedim. Filmin hangi formatta kaçmm. negatife çekildiğini, bu sebeple seyircide nasıl bir etki bıraktığınıanlatan teknik yazılardan tercüme yoluyla faydalanmadım… 

Benim okuyuculara tavsiyem şu: Sinema sanatının keyfini, tekniğiniöğrenerek daha iyi çıkartırsınız ama bence bir filmin tekniğinden anlamasanız da sizdeuyandırdığı etkinin, sizin için en doğru etki olduğunu bilmenizde fayda var.

The Master’ın bende uyandırdığı etkiyi paylaşıyorum: İkinci DünyaSavaşı ile birlikte, manevi ve maddi hiçbir buluşun değer ifade etmeyeceğininbir kere daha kanıtlandığı Amerika’da, felsefenin, inancın veya imanın bile birmarkaya dönüştürülerek pazarlanması gerektiğinin farkına varan kendine tapan bir şarlatanla savaşla birlikte inandığı tüm değerleri yitirmiş, Tanrı’dan ayrıdüşmüş, ruhsal boşluğunu doldurabilmek için inanacak bir şey arayan yaralı birinsanın ibretli bir hikâyesi… Oscar alacaklarına kesin gözüyle baktığım iki oyuncunun, iki karakterin inşa edişlerindeki fevkalade performans… Biryönetmenin hikâyesini anlatabilmek için nelere kadir olduğunun, olabileceğinin sanatkâranebir göstergesi…

Filmdeki inancını yitirmiş Freddie için bizden bir şiir ekleyerek nokta koyalım: Ne demişti Maşar Dağı’nda Ahmet Muhip Dranas?

Tanrım! Garip kişi kuş ola,
Seni bu yerde bulmak için
Kendini dağdan aşağı sala
Boşluklarda Seni arıyor
Dağ bir yanda, kişi bir yanda
Bir yaralı hayvan bağırıyor
Senden ayrı düşen insanda

 (*Nietzsche'nin sözleri, Turan Oflazoğlu’nun Böyle Buyurdu Zerdüşt,çevirisinin ön sözünden alınmıştır.



10 Kasım 2012 Cumartesi

CEM ÇELEBİ İLE ALEMİ 14 BİN YIL GEZMEK

Cem Çelebi çaldı, Feryal Öney çığırdı.
Meslektaşım Ahmet Hakan, 9 Kasım akşamı büyük bir ses sanatçısı ve bağlama virtüöz olan Cem Çelebi’yi dinlemeye davet etti… Kabul ettim… Ekvator’dan gelip ilk işi Fenerbahçe stadyumuna uğrayarak bilet almak olan sevgili yeğenimiz Alper Gönenç’in doğum gününü kutladıktan sonra yola koyuldum. Taksim’e kadar Ataşehir Üsküdar dolmuşu, Üsküdar Kabataş motoru ve Kabataş Taksim tüneli olmak üzere yolu üç vasıtayla ve 45 dakikada almışken, Taksim’de, Büyükşehir belediyesinin Demirperde’nin ne demek olduğunu aynel yakîn müşahede ettiren tahta perdeleri karşısında ne yapacağımı şaşırdım. Önce İstiklâl Caddesi’ne doğru bir hamle yaptım ama bu işe yaramadı. Orada simit ve bilet satarak maişetini çıkartmaya çalışan bir satıcıya sordum. Benim gibi binlerce kişi sorduğu için olacak, "Divan Oteli’nden döneceksin", dedi ve sırtını döndü! Fena oldum. Bir dahi yol sormamaya azm ü cezm-i kast eyledim ama bu psikolojimi değiştirmeye yetmedi. Ahmet Hakan’ın bir diğer davetlisi, halkla ilişkilerin divalarından biri olmaya aday Esra Zarakol’un telefonlarına cevap vermek, her bir cevapta bürokratlar gibi sallamak zorunda kaldım: "Beş dakika’ya kadar oradayım"! Haber Türk gazetesinin önündeki durakta kaç dakika bekledi Esra, bilemiyorum? Umarım o güzel türkülerin sözlerini kulağına izah etmemden ötürü hakkını helal etmiştir…

Benim yol maceramı katmazsak gecenin en güzel yanı, Cem Çelebi’nin sazı ve güzel sesiydi. Bu muhteşem saz ve gümbür gümbür ses insanı alıp başka yerlere götürüyor. Çelebi, benim çok sevdiğim ve onu dinlemeye gittiğim her defasında duymak istediğim Haydar Haydar'a başlamaz mı? Bu güzel anı okuyucularımla paylaşmak için hemen kaydettik. İşte "tıkla"sı.




Ahmet Hakan arkadaşlarından birini, Kardeş Türküler’den Feryal Öney’i de davet etmiş. Geç saat olmasına rağmen bu sürpriz meyvesini verdi. Cem, Feryal Öney’i sahneye çağırdı. Onlar çalıp söylemeye başladıklarında bende jeton ancak düştü. Makinemi çıkartarak birkaç kayıt aldım ama başı eksik kaldı. İşte o anlardan birine ulaşabileceğiniz “tıkla”!


Bu vesile ile Cem Çelebi’nin yeni albümü “İtikat”hakkında sizlerle birkaç söz söyleyeyim: 

Cem, Alevi bir aileden geldiği için, itikat derken doğal olarak Alevi itikadını kast ediyor. (Yazının yayınlanmasından sonra konuştuğum Cem, itikat kelimesini sadece Aleviliğe münhasır kullanmadığını beyan etti. Biline!) Elbette hem Alevilerin, hem de Alevi olmayan bütün Müslümanların temel kaynağı Kuran ve Hz. Muhammet olduğu için Hacı Bektaş Veli’den beri bütün itikat sahibi Aleviler, “Hak, Muhammet, Ali” diyerek inanış tarzlarını ifade ederler.

Tarih bize gösteriyor ki, Anadolu’daki Türk Hanedanı Osmanlı ile İran’ı idare eden Safevî Türk hanedanı, din konusunda ayrı yolları tutmuşlardır. Bu ayrılık büyük savaşlarla büyük yaralar açmıştır. Devletler, kendi mezheplerini temsil ederken, kendilerinden olanları kayırıp, diğerlerini dışlamıştır. Bu yüzden Türkiye’nin pek çok dağ köylerinde, zor ulaşılan bölgelerinde 400 yıl boyunca gelenek görenek dil ve itikatlarını muhafaza ederek yaşayan Alevi Türkler, köylerinden, büyük şehirlere göç ederek modern dünyaya (tarihin umumi akışına) dâhil olmuşlardır. Böylece yüzyıllar boyunca korudukları değerler, modern kültür ürünleri ile karşılaştıkça değişmekte, dönüşmekte ve muhtemelen yeni biçimlere bürünüp, muhtevalarla zenginleşip yeni bir senteze ulaşmaktadır.

Cem Çelebi, bu cümleden olarak geleneği temsil eden bir yana da sahiptir. Çelebi, gelenek kadar, çağının değişim dinamiklerini kavramış görünmektedir. O, geleneksel halk saz şairliğini küçük yaşta öğrenip, İTÜ Türk Müziği Konservatuvarından mezun olduğu için aynı zamanda modern eğitimi temsil eden aydın bir sanatçıdır. Aldığı hümanist (aydınlanmacı) ve pozitif temelli eğitime rağmen içinde doğup büyüdüğü Alevi geleneğini dışlamadan, bu geleneğin türkülerini çığırmayı sürdürmekte, piyasa işlerine, arabeske, kötü birer taverna taklidine dönüşen türkü bar eğlencesi türü repertuvarlara asla rağbet etmemektedir. Aynı zamanda, otantik (sahih) Türk müziğini, Yunanvari veya İspanyolvari söyleyiş şekilleriyle zorlayıp ezip büzmemeye gösterdiği özeni, diğer tüm ozanlara, türkü çığıranlara önermek borcumuzdur.

O halde Cem Çelebi ne yapıyor? Rönesans’tan itibaren kurgulanarak yaratılan türetilmiş Hümanizma’yla, gelenekte bulunan ulusal hümanizma ruhunu (ki en son ve en büyük temsilcisi Âşık Veysel’dir) bir araya getirmek gibi ciddi bir misyonu üsteleniyor. Bunun farkında olup olmadığını bilmiyorum ama gelenek onu bu yola çoktan sokmuş bile…  

Albüm repertuvarı  yukarıda sıraladığım fikirlerimi destekliyor. Cem Çelebi, kendi besteleri ile Âşık Veysel Şatıroğlu, Âşık Davut Sularî, Âşık Ali Metin Dede, Zaralı Halil Söyler, Derviş Yunus, Âşık Seyranî, Muzaffer Sarısözen (derlemeci), Âşık Hüseyin Yıldız, Pir Sultan Abdal gibi büyük Alevi âşıkların bestelerini, sözlerini bir demet halinde dinleyicisine sunuyor…

KIRK'LARIN CEMİ

Cem Çelebi, Ali Ekber Çiçek’in tüm dünyada tanıttığı meşhur Haydar Haydar deyişini okurken, Ahmet ile aramızda Kırklar’ın Cemi’ne dair birkaç konuşma geçti. Konu hakkında doğrudan bir müşahedem ve bilgim yok. Herhangi bir "cem ayini"ne katılmadım. Duyduklarım ve okuduklarım, konu hakkındaki bilgilerimi belirliyor, fikrimi değil…

Rahmetli İren Melikof’un Kırkları’nı Cemi’nde isimli (Demos Yayınları, çeviren: Turan Alptekin) eserindeki, “Şaman İnancı ve Sûfilik Arasında 13. Yüzyılda Bektaşiliğin Kurucu Adı: Hacı Bektaş” makalesinin bir bölümünü aynen aktarıyorum.

“Birazdan Ayin-i Cem, ‘Birlik Ayini’, aynı zamanda Kırklar Meclisi de denen bir Alevi Töreni ile de karşılaşacaksınız  Bu, öte-dünyada, zaman dışı bir evrende geçmekte olan bir olayın yansılanışıdır. Törenin erkânı, Safevî’ler döneminde, muhtemelen Şah İsmail zamanında kurallaşmıştır.

Erkân birkaç bölümden oluşmaktadır. Öğreti açısından ağırlıklı olan bölüm, Ali adının ayrılmaz biçimde Tanrı adının söylenişiyle kaynaştığı tevhid (Tanrının birliğinin söylemi) bölümüdür. Ali, Şah sözcüğünde belirmededir. Şah İsmail döneminde bu, ruhanî olan Şah ile ölümlü Şah arasında, istenen bir kaynaşmaya yol açmaktaydı.

Ardından, Peygamber’in Miraç olayının anlatımı gelir. Bu yolculukta, Peygamber, Kırklar Cemi’ne ulaşır.  Kırklar’ın Ali’den başkası olmayan başkanları onu karşılar. Ancak söz konusu, ezelî niteliği içinde Ali’dir ve Peygamber onun bu niteliği ile tanıyamaz. Nerede bulunduğunu öğrenmek ister. Ali, "Biz Kırklar’ız ve Kırkımız Bir"iz, der. Sözlerinin kanıtı olarak parmağını keser ve o anda bütün Kırklar’ın parmağı kanar. Peygamber, "Fakat siz 39 kişisiniz", der. Kendisine, "Birimiz rızk toplamaya gitti", denir ve kanayan bir el belirir. Bu, o sırada bac toplamaya gitmiş olan, Orta Çağ meslek loncalarını Pir’i, Selman-ı Farisî’nin elidir. Bölüm, Orta Çağ Türkiye’sinde büyük ağırlığı olan Ahi törenlerinden esinlenmiştir.

Selman, sadaka toplam görevinden bir tek üzümle döner. Peygamber bu taneyi sıkacak ve Kırklar’ın hepsini esritecek kadar şerbet çıkaracaktır. Bu şerbetten kendisi de içerek esriyen Peygamber semâ’a kalkar. Türbanı çözülür düşer ve kırk parçaya bölünür. Kırklar’ın her biri bir parçasını kuşanır, hep birden Muhammed-Ali aşkına dönmeye başlarlar.

Törenin bu anında, semah’da yer almak isteyen erkeklerle birlikte kadınlar da kalkar ve dönmeye başlarlar.

Dua biçimini almış, kuralları belirlenmiş bir tören dansı söz konusudur. Mevlevî’lerin, gezegenlerin güneşin çevresinde dönüşlerini simgeleyen sama’larından farklı olarak, Alevî’lerin Semah’ı turnanın uçuşunun yansımasıdır.

Turna, Asya’nın büyük bir kesiminde, Uzak Doğu’da olduğu kadar Orta Asya’da da kutsal tanına bir kuştur: göçer toplulukların, aynı zamanda ebedî yaşamın ve dönüşün simgesidir.

Semah’tan sonra tören, Kerbelâ olayının, İmam Hüseyin’in ve onun susuzlukla can vermiş olan yoldaşlarının şehadetlerinin anılışıyla sona erer: su getirilir, şehitler aşkına herkes bir yudum içer. Deyişler okunur; tören bu katıksız Şiî anışla son bulur.” (S:17, 18.)

*** 

HAYDAR HAYDAR DEYİŞİNİN SÖZLERİ VE ANLAMI

Arkadaşım, değerli eğitimci Veysel Dinler'in gönderdiği mailden çıkan hazineyi de aktarmayı bir borç kabul ederek sizlerle paylaşıyorum: Çünkü internette dolaşan birbirinden uyduruk sözler değil, Ali Ekber Çiçek'in dedesinden duyduğunu (o da muhtemelen dedesinden, dedesi de kendi dedesinde duymuştur...) söylediği sözlerin en derli toplusu... 

Çatılmadan yerin göğün binası
Muallakta iki nura düş oldum
Birisi Muhammed, birisi Ali
Lahmike lahmide Bir'e düş oldum

(Yerin göğün çatısı, binası çatılmadan, yapılmadan muallakta, boşlukta iki nurla aydınlandım. Birisi Muhammed, birisi Ali. (Aslında Âli, hiçbir Alevi ya da Sünni'nin üzerinde durmadığı biçimde Allah'ın doksan dokuz adından birisidir ki anlamı yüksek olan demektir. Bana göre bu anlam Hz. Ali'yle özdeşleştiği için unutulmuş ya da göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla bu yüksek anlamına bir gönderme vardır.)

Ezdi aşkın şerbetini hûş etti
Birisi doldurdu birisi nûş etti
İkisi bir derya olup cûş etti
Lâl ü mercan inci dürr'e düş oldum

(Aklını kullanıp (şeker) ezerek aşkın şerbetini, ilacını, içkisini yaptı, birisi doldurdu, birisi içti. İkisi bir araya gelince (âdeta) derya olup coştular, kaynadılar.  Değerli (kırmızı renkli) lâl taşına, mercana, inciye gark oldum ya da bunlarla donandım.)

Ol derya yüzünde gezdim bir zaman
Yoruldu kanadım dedim el-aman
Erişti carıma bir ulu sultan
Şehinşah bakışlı ere düş oldum

(O derya üzerinde bir süre kuş gibi gezindim. Bu sırada kanadım yoruldu, bana yardım edin. Çağrıma şehinşah bakışlı bir ulu sultan yetişti.)

Açtı nikabını ol ulu sultan
Yüzünde 'Yeşil Ben' göründü nişan
Kâf u nûn süresin okudum o an
Arş Kürs binasında yare düş oldum

(Ulu sultanı yüzünü açtığında yeşil benden nişanı göründü. O anda Kâf u Nûn suresini okudum, Arşta, Kürste (yüksek yerde, Allah'ın evinde) oturdum.)

Ben Adem'den evvel çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım ot olup, bittim
Bülbül olup Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için har'a düş oldum

(Ben, Âdem'den evvel çok gelip gittim, yağmur olup yağdım, ot olup bittim (varlığın yaratılışına göndermede bulunulmaktadır). Cennet'in bağında bir bülbül gibi seslendim, gülün aşkı için dikene düştüm.)

Âdem ile balçık olup ezildim
Bir noktada dört hurufa yazıldım
Adem'e can olup Şit'e süzüldüm        
Muhabbet şehrinde kâra düş oldum

(Âdem ile balçık olup ezildim, bir noktada dört hurufa (dört harfe, Allah sözcüğünün Arapça yazılışı ALLH - dört harfe gönderme vardır) yazıldım. Adem'e can oldum, Şit'e süzüldüm, sevginin şehrinde kârlı oldum.)

Mecnun olup Leyla için dolandım
Buldum mahbubumu inandım kandım
Gılmanlar elinden hulle donandım
Dostun visalinde nâr'a düş oldum

(Mecnun olup Leyla için dolandım, sevdiğimi bulduğuma inanıp kandım.Erkek melekler elinde Cennet giysisi giyindim. Dostla kavuştuğum zaman onun yakıcı ateşine düştüm.)

On dört bin yıl gezdim pervanelikte
Sıdkı ismim buldum divanelikte
Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların ceminde dâr'a düş oldum

(On dört bin yıl gezdim dünyada, evrende. Sıdkı adımı buldum ulu divanda. Mest olunan yerde aşk meyini sundular. Kırkların ceminde dâr'a durdum,suçlu muyum, suçsuz muyum (günahkâr mıyım) orada soruldu.)

Sıdkı'yım çok şükür didara erdim
Aşkın pazarında hak yola girdim
Gerçek âşıklara çok meta verdim
Şimdi Hacı Bektaş Pîr'e dûş oldum

(Sıdkı'yım çok şükür nur yüzler önüne çıktım. Aşkın olduğu yerde hak yoluna girdim. Gerçek âşıklara malımı mülkümü verdim, adağımı yerine getirdim.Böylelikle Hacı Bektaş Veli ile yüz yüze gelmiş oldum.)

Sözlükçe:

Car (çağırmak): Yardımıma çağırmak, imdadıma yetişilmesini istemek.
Cûş etmek: Coşmak, kaynamak,taşmak.
Divan(elik): Ulu divan, Yol'a girmek isteyenlerin arınmış olup olmadıklarının belirlendiği divan, suçlu suçsuz ayrımının yapıldığı yer.
Didar: Yüz, meydan, açıklık.(Burada) Yüz yüze geldim.
Dara düş olmak: Ayn-ı Cem'in yapıldığı dergâhın ortasında bulunan ve tarikata giren canların ikrar verdiği yerde, dar meydanında dara durmak. Düş olmak ise burada iki eli önünde bağlı dizüstü oturmak. Dedenin vereceği hükmü beklemek, sorularına karşılık vermek,aklanmak ya da suçlanmak, hakkında karar verilmek üzere oturuş biçimidir.
Firdevs: Cennet'in en güzel bölümü.
Gılman: Genç erkek melek.
Hûş etmek: İlaç kılmak, ilaç olsun diye yapılan işlem. Akıl etmek, bilinç oluşturmak.
Har: Kuvvetli ateş. 
Huruf: Allah dört harften oluşmuştur, bu harflere göndermede bulunulmaktadır.
Huruf,harf demektir. Her insanın yüz hatlarının benzediği harfler ile Allah'ın adı okunabilmektedir. Postnişin Hilmi Dede Baba'nın 'Tuttum aynayı yüzüme, Ali göründü gözüme' sözleri, Hurufiliğin Bektaşîliğe (Aleviliğe) bir yansıması olarak görülür. İnsanın, Ali'nin şahsında anlamını bulan Tanrı'dan bir parça olduğunun en açık dile getirilişidir.
Hulle: Cennet giysisi.
Kâf u nûn: Tanrı'nın âlemleri yaratmak için "Kün" yani "Ol" emrinin geçtiği sure.
Lâl: Değerli kırmızı renkli taş.
Muhabbet: Sevgi
Mahbub: Sevgili
Meta: Mal, mülk, ürün.
Nikap: Örtü, yüzü kapatan örtü.
Nûş etmek: İçmek, içen kişi, efsunlanmış, okunmuş dolu, bade.
La hmike lahmi: Eti etimdir: "Yâ Ali, etin etim, kanın kanım, cismin cismim, ruhun ruhumdur!"mealindeki Hadis'e gönderme vardır.
Visal: Ulaşmak, kavuşmak.

Şiir için kaynak Kitap: Alevi Bektaşi Şiirler Antolojisi, İsmail Özmen, Kültür Bakanlığı Yayınları, C: 4, S: 585 (Yorum ve sözlük Veysel Bey'e aittir).

9 Kasım 2012 Cuma

Bir gün bir kitap okuduğunda hayatın değişir mi?


“Bir gün bir kitap okudum tüm hayatım değişti”,diyebileceğiniz bir kitap olmasa da bilgi dağarcığınızı zenginleştirecek birkitaptan söz etmek istiyorum. Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, “Tıpfakültelerinden musikişinas, yazar, sanatçı ara sıra da doktor çıkar” latifesini doğrulayan bir hekimden çok fazlası olarak irfan hayatımıza katkılarını,makalelerini topladığı “Özge Temaşa” isimli eseri ile sürdürüyor.

Kendisiyle, “n’etti bu Yunus n’etti” isimli Yunus Emreçalışmasıyla ilgili, o günün Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi için röportaj yapmıştım.Anlamıştım ki, Hüsrev Bey, tahlillere bakıp, hastaları dinleyip reçete yazanbir doktor olduğu kadar kültür göstergelerini çok iyi okuyan bir otacı! Hemfizyolojik dertlerimize deva bulan hem de manevi yaralarımızla ilgilenen bir “İrfan Eri”.

Çağrı Yayınları tarafından neşredilen “Özge Temaşa”kitabını geçen ay almış ama okumaya fırsat bulamamıştım. Nihayet kitabın bir ucundan tutup elime aldım ama şimdi debırakamıyorum! Hüsrev Bey, yıllarca okumanın, düşünmenin ve sentez yapmanınverdiği bir sarahatle, dağarcığında biriktirdiği kültür meselelerinipaylaşıyor. Hüsrev Bey’in çantasında İslam, millet, milliyet, ırk, tarih, Batı,batıcılık, yobazlıktan tutun da, Yunus Emre, Yahya Kemal, Mehmet Akif Ersoy,Rıza Tevfik, Osmanlı, Divan edebiyatı, halk edebiyatı, tasavvuf, din, Diyanet, Cumhuriyet,Atatürk, vatan, İstiklal Savaşı, devlet, devlet adamlarına saygı-saygısızlık… gibigünümüzün her biri ayrı bir sorun ve tartışma konusu olan meseleler bulunuyor. Hatemi Hoca, bu yaklaşımlarında irfanı, ahlakı, vicdanı kullanıyorama bütün bu nirengi noktalarını da Kuran ve Hz. Peygamber süzgecinden geçirerekyazıyor.

Hüsrev Bey’in yorumlarında ve teşhislerinde katılmadığımnoktalar yok mu? Elbette var ama o bu fikirlerini genel kültürü ile öyle birsüslüyor ki, eseri bir genel kültür ansiklopedisi gibi okumaktan,katılmadığınız fikirlerine de Langavî Baba’nın dediği gibi, “Canım bu kadarkusur kadı evladında da olur.” hoşgörüsüyle yaklaşıyorsunuz.

Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin bir önemli meziyeti, heccavlığını da burayaekleyerek kitabın künyesini arz ediyorum:

Özge Temaş, Hüsrev Hatemi, Çağır Yayınları (02125162080),1. Baskı, İstanbul 2012