30 Eylül 2012 Pazar

ADANA 19. ALTIN KOZA FİLM FESTİVALİ FOTOROMANI


Bugüne kadar dahil olduğum tüm film festivalleri içinde 19. Adana Altın Koza Film Festivalinin bu fotoğraf sayesinde ayrıcalıklı bir yeri oldu! Gerçekten hayatımın en nostaljik anlarından birini yaşadım.... Bembeyaz bir "eski yazlık sinema" ve filmi seyretmeye en erken koştuğum yıllardaki bir ben varım... Elimdeki gazoza dikkat isterim efendiler...


Bir müddet filmin başlamasını bekledikten sonra Adana Belediye Başkan Vekili Zihni Aldırmaz Bey ile Türkiye'nin en popüler köşe yazarlarından, sosyal medyada "Twitter'ın Efendisi" namını kazanmış  Ahmet Hakan Coşkun, yanlarına yılların Bahri Babası'nı da alarak gelmezler mi? Makinist Bahri Baba yarım asrı geçkin bir süre film göstermekten bıkıp usanmamış. Zihni Bey'in, festival konukları onuruna 21 günde tamamlattığı yazlık sinemanın açılışı onun dilinin tutulmasına sebep olmuş. Epey uğraştık ama uzun uzun malumat alamadık!


Bahri Baba'ya "Film ne zaman başlayacak" diye sorunca, kendisiyle kafa bulduğumu sanarak dili çözüldü ve "Akşam 9:00'da şaşkın!" diye sert bir cevap verdi. Zihni Bey bizi eski afişlerin sergilendiği  dev şövalelerin önünde getirdiğinde kafamın içinde sinema tarihine gittim. Uzu bir yolculuktan sonra gördüm ki, Türk sineması hep aynı edebiyat ürünlerinin etrafında dönüp durmuş. Bunlardan biri de Yaşar Kemal'in Ağrı Dağı Efsanesi idi... Peki ama onun Yörükleri anlattığı Binboğalar Efsanesi de var ya! "Bugüne kadar acaba neden çekilmemiş?" diye düşündüm. Üstelik Adana'nın yaslandığı başı dumanlı Toroslar ve karnını doyurup zenginleştiği Çukurova'da geçen bir hikaye? Başkan'a döndüm; "Adana bir de Binboğalar Efesanesi görmek ister Zihni Bey." dedim. Gülümseyerek başını salladı...


Zihni Bey bizi daha sonra, Adana kebabı, şalgam suyu, pamuk gibi mutfak ve tarım kültürüne ilişkin değerlerle anılan Adana'nın aslında pek çok entelektüel yetiştiren veya ağırlayan bir kent olduğunun belgeleyen parka götürdü... Adana'da Abidin Dino'nun kardeşi Arif Dino ile birlikte aralarında Yaşar Kemal ve Orhan Kemal'in de bulunduğu gençleri toplayıp, sanat tartışmaları yaptığı bahçe, 'Abidin Dino Sanat Parkı'na dönüştürülmüştü. Parkata, Dino'nun, Yaşar ve Orhan Kemal ile birlikte sohbet ederken yapılmış heykeli bulunuyordu. Yaşar Kemal'i dostlarıyla sohbet ediyor görünce hemen konuyu açtım: "Yaşar Bey, Binboğalar Efsanesi romanınızın da filme alınmasını istemez misiniz?" diye sordum! Yaşar Kemal cevap vermedi ama tüm romanları tekrar tekrar dizilere konu olan Orhan Kemal bıyık altından gülüyor gibi geldi bana...


Daha sonra da üç ahbabın karşısına oturup bir hatıra fotoğrafı çektirdim. Zihni Bey ve Ahmet Hakan'a masada yer kalmamıştı! Tıpkı siyasetti ve gazete köşelerinde bize yer kalmadığı gibi! Eh bize de hayatını kalemiyle kazanan ama aşkta kaybedenler sınıfına katılmaktan başka çare kalmadı zaten! 


Zihni Bey daha sonra ekip halinde bizleri Seyhan Baraj Gölü'nün etrafındaki sosyal alanlara götürdü. Burada yapma şelaleler, göletler ve oturma yerleri "sarı sıcağı ile maruf ve meşhur Adana efsanesi"nin son bulduğu mesirelere dönüştürülmüştü. Başkan Vekili Aldırmaz'ın bunlarla iftihar ettiğini görebiliyorduk... Ekibin baştan beri birincil üyelerinden olan gourmet, kitap eleştirmeni, festival röportajları yazarı Sayım Çınar bu defa fotoğrafçımız Doğan Gülbaşar ile köşe kapmaca oynamaktan vazgeçerek estantaneye dahil oluverdi. Biz de rahat bir nefes alabildik. Biraz sonra yenilecek yemeklerin sıfırcı hocası da yeni Sayım Bey olacaktı!


Ve nihayet Seyhan Baraj Gölü'nü tepeden görebilen seyir terasına geldik. Zihni Bey, Adana Belediye başkan vekili olarak şehirlerine güzellik katan bu manzaranın ayrıntılarından bahsederken arkadan bir soru geldi: "Ahmet Bey, Adana'da yaşamak ister miydiniz?" Bu tip soruları Tarafsız Bölge'de kendisi sormaktan zevk alan Ahmet Hakan ani soru karşısında gerildi ve düşünmeye başladı...


Meslektaşım Ahmet Hakan, başını yüce Yaradan'dan himmet ve ilham bekler gibi göklere dikerek uzun uzun düşünmeye başladı. İşte bu fotoğraf o enstantanenin resmidir! Fakat biraz sonra kendini topladı ve bu soruyu Twitter'dan yanıtlayacağını söyleyerek Yelken Klübü'ne doğru yelken açmamızı sağlayarak kendini de bizi de kurtardı...


Ve sonunda Ahmet Hakan yapacağını yaptı... Twitter'den Adana yorumlarını yayınladı...







28 Eylül 2012 Cuma

“Muhbir Entelektüeller Cenneti”

Ülkemizin para ödüllü festivalleri, sinema eserlerini birer yarış atı gibi yarıştırıp en son gelen beygiri birinci seçen jürilerden bıktı usandı. Türk sinemasını her defasında biraz daha aşağı çeken, bir sektör oluşmasını engelleyen ve halkın sinema ile ilgisini kopartan jüri tercihleri can sıkmaya başladı. Üstelik söz konusu jüriler etnik milliyetçilik vurgusu yapan filmler karşısında aşırı zaaf gösteriyor… Öyle ki, artık jürilerin ve festival yöneticilerinin tehdit altında olup olmadıklarını bile sorgulamaya başlayan sinemacılar var. Hayatını yurtdışında geçirmiş, Avrupa’nın en büyük üniversitelerinde eğitim görmüş kimi sanatçılar ise Türkiyeli kimi film yönetmenlerini ve sair aydınları, “muhbir entelektüeller” aşağılamasını kullanarak tanımlıyorlar.

Festivalin tüm yarışma filmlerini seyrettim. Türkiye’nin en iyileri olarak ön jüri tarafından seçilen filmlerin içinde sinemamızı dünyada temsil edebilecek 4, 5 film vardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sinema havuzuna aktardığı büyük meblağlara rağmen Türk sinemasının hem sinemasal değerler hem de seyirci açısından seviye kaybetmesi gerçekten üzüntü verici bir durum olarak apaçık beliriyor.

Home Video tabir edilen minimalist dramalar/dramatik belgeseller, TV röportajı formatında çekilip hızlı bir kurgu ile seyirciye dayatılan filmler tuhaf bir biçimde ödüllendirilirken… Mesela bugün “Teke ili” tabir edilen, Türkmen/Yörük taifesinin yaşadığı bölgelerde çekilmiş Derviş Zaim’in Devir filminin hiçbir ödül almaması buna karşılık dil üzerinden etnik vurgu yaparak İki Dil Bir Bavul filminin ana fikrini yineleyen Orhan Eskiköy ile Zeynel Doğan’ın Babamın Sesi ile ödüllendirilmesi ne demek istediğimi sanıyorum anlatıyor.

Erden Kral (Yük), Zeki Demirkubuz (Yeraltı), Yeşim Ustaoğlu (Araf), Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi) ve İsmail Güneş (Ateşin Düştüğü Yer) gibi usta yönetmenlerin bana göre “kartondan bir dramatik belgesel” karşısında yok sayılması kadar utanç verici bir başka şey olamaz! Her ne kadar Zeki Demirkubuz’un “gerzekler” ifadesini çok sert bulsam da Yeşim Ustaoğlu’nun “bu duruma düşmemeleri gerekirdi” ifadesi ile tavırlarını desteklediğimi buradan ilan ediyorum. 

27 Eylül 2012 Perşembe

Türkiye'nin Oscar Aday Adayı Ateş'in Düştüğü Yer


Türkiye’nin her bir tarafı denizdir ama denize sırtımızı dönüp otururuz ya… Akdeniz bölgesinde boydan boya uzanan portakal bahçeleri vardır ve bugüne kadar Türk sinemasının bir tek sahnesi bile o bahçelerde çekilmemiştir. Ta ki Muğla’nın Fethiye İlçesinde bir portakal bahçesinde işçi olarak çalışan beş çocuk babası Osman, eşi Hatice, ansızın rahatsızlanan on yedi yaşındaki kızları Ayşe hayatımıza girene kadar… 

Sanki 100 yıllık ihmal için özür diler gibi bu talihsiz Elazığlı aile hayatımıza muhteşem bir plan sekansla girer… Yönetmen İsmail Güneş’in Türk ve belki dünya sinemasında örneği bulunmayan bu nefis plan sekansı, bahçede düşüp bayılan ve hastaneye kaldırılan Ayşe’nin kendisini hamile bırakan sevgilisi Deniz’i sayıkladığı sahneyle çıplak bir dekorda yenilenir ve batılı drama kalıpları ile alay eder gibi tekrarlanır… Üstelik Deniz’in akıbetini öğrendiği bölümlerden bir yere yerleştirilebilecekken… 

Neredeyse gerçeküstücü bir tabloya dönüşen rüyadan da burada bahsetmeliyim: Ayşe eli böğründe boş odalarda gezinirken birden bir beşikle karşılaşır. Beşik tabut şeklindedir; kapağını kaldırır, içi su doludur. Suyun içinde yüzen ise geniş ailenin fotoğrafıdır... 

Güneş’in bu farklı drama algısı, filmin açılış sahnesi olan ip salıncağın gel gitleriyle, kapanış sahnesi olan ip salıncak sahnesine bağlanmayla belirginleştiği gibi, hayatımızdaki şiddet algısının avluda ayağa takılan bir taşın neredeyse bir aysberg gibi derinlerde bir gövdesi olduğunu vurguladığı mecazda da kendisini gösterir…

Giderek kendisi bir metafora dönüşür gibi olan hikâyeden şunu çıkartırız: Ayşe’nin hastalığı bir değil, ikidir; babası Osman’ın hayat karşısında duruşu ve tavrı bir değil ikidir; Ayşe’nin trajedisi bağlamında aile bir değil ikidir: bir küçük aile vardır bir de kökü Elazığ’da olan (tıpkı avludaki taş gibi aslı derinde olan) büyük aile vardır ki, Osman, derindeki o sert ve yerinden kıpırdatılamaz köke uymak zorundadır… 

Yollar hem geliş hem gidiştir ve bir yerden sonra Elmalı Konya ve Antalya diye çatallanır. Hayat ve aile algısı keza: Osman ve ailesi hastanede cebelleştikleri sırada yolları hastaneye düşen gezgin Almanlar -kimi zaman çizgisel olarak süren bu hayatın içinde- bir başka algıyı, bir başka yaşam biçimini işaret eder… 

Öyküye dönecek olursam, Ayşe’nin (Elif Can Ongurlar) hem kalbi hastadır hem hamiledir. Kendi mantığı, ahlakı, neşesi içinde sürüp giden Elazığlı Osman’ın (Hakan Karahan) aile hayatı bu noktadan sonra mantıksız, çifte standartlı, kindar ve kıyıcı bir makineye dönüşür. Ana Hatice (Yeşim Ceren Bozoğlu) bile ailenin verdiği infaz kararına ses çıkartmaz! 

İnfazı bizzat Osman üstlenir. Yaşça kendinden küçük olduğu halde elini öptüğü amcası Ali’nin kırmızı renkli Amerikan arabasını (araç burada Amerikan mitosunun bir nesnesi değildir) emanet alan Osman, kızı Ayşe’yi dayısının yanına götürmek bahanesi ile yola çıkarır: Ayşe’i yolda zehirleyerek öldürecektir. Suyuna ilaç katar ama hemen öldürecek bir doz değildir. Bu yüzden baba ile kızı arasında uzun dağ yolculuğu sırasında kopan ilişki yeniden kurulur. Sevginin yeşermesi uzun sürmez…

Baba ile kızı arasındaki kaybedilen sevgi bembeyaz karlar üzerinde bir kan damlası gibi akıp giden (adeta ülkede öldürülen kadınların kanları gibi) kırmızı otomobilin içinde yeşermeye başlıyor evet ama hikayeyi mutlu sona götürecek midir? Güneş hem bu simgesel anlatımla hem kusursuz kar çekimleriyle inanılmaz bir atmosfer yaratıyor...

İsmail Güneş, son filmi Ateşin Düştüğü Yer ile kendini aşıyor. Görsel diliyle, hikâyesi ve diyaloglarıyla pırıl pırıl bir film ortaya koyuyor. Dengeli, sağlam ve akıcı bir dil kullanıyor. Geleneksel drama kalıplarından uzak durmaya çalışsa bile aklını kullanarak ustaların tavsiyesini yabana atmıyor. Alfred Hitchcock’un bomba örneği ile anlatmak istediğini başarı ile uyguluyor. 

Hitchcock şöyle der: Bir filmde aniden bomba patlatırsanız seyirci sandalyesinden zıplar ve birkaç saniye sonra heyecanı geçer. Ama bir kişinin kalabalık bir cafede bir masanın altına saatli bomba koyduğunu gösterirseniz seyirci her saniye o bombanın üstündeymiş gibi tedirgin oturur… Batılı drama kalıplarından kaçmasına rağmen sinemanın isterlerini iyi hesap eden Güneş, klasik dramatik gerginlik için evrensel bir dil geliştiren usta sinemacıya kulak veriyor.

Böylece Yönetmen Güneş ilk önce, “Ayşe öldürülecek mi, öldürülmeyecek mi?” gerilimini veriyor ve tam bu gerilimden kurtulurken bu defa baba kızının suyuna tarım ilacı katıyor. Ve yeni bir gerilim başlıyor: “Ayşe ölecek mi? Babası buna izin verecek mi? Ölmeyecekse nasıl kurtulacak?” Veya “Ayşe başka bir sebepten mi ölecek?”

Seyredin öğreneceksiniz dedikten sonra:

Bir: Filmin görüntüleri harikaydı. Aynı zamanda bir fotoğrafçı olan İsmail Güneş ve Ercan Yılmaz’ın işbirliğinin devam etmesinin umuyorum.

İki, Hakan Karahan: Bugüne kadar kendisine doğru dürüst rol verilmediği ve iyi bir yönetmen tarafından yönlendirilmediği için göz dolduramamış. Pek çok filminde İstanbullu bir asilzade, Nişantaşı ahalisinden bir zürefa gibi duran Karahan gitmiş yerine Elazığlı Osman gelivermiş… Bence Karahan’ı gidip bir de Ateşin Düştüğü Yer’de izleyin.

Üç: Filmde yardımcı erkek karakteri canlandıran Abdullah Şekeroğlu’nu keşfetmiş olduk. Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu ve ara sıra Bilal İnci’yi hatırlatsa da geleneksel Yeşilçam tiplerinin çok çok üstündeki oyunu ile filmi yükselten karakter oyuncusu olarak öne çıkıyor.

Dört, Yeşim Ceren Bozoğlu: Sinemayı sevmek, görül vermek böyle bir şey demek ki. Yeşim Ceren'in Ateş’in düştüğü Yer’in iyi bir film olmasına katkısı o kadar büyük ki tarif edemem. Sürekli itilip kakılan, “çocuk olmadan anne olmuş” ve anneliğine doyamadan “ilk göz ağrısını” kaybedecek bir ana bu kadar mı güzel canlandırılır Ceren? Kocaman alkışlar…

Beş, Elif Can Ongurlar: Türk sineması için bir kazanç olarak defterlere kaydedildi. Bundan sonra yolunu, kendisini bir an yalnız bırakmayan ailesi ile birlikte çizecek. Tanrı vergisi güzelliğini, ailesinin desteği ve oyuncu olmakta göstereceği ısrarla birleştirirse yepyeni bir sanatçıya kavuşuruz.

Altı, Saki Çimen: Unutmak olur mu? Başarıyla yürüyor ve sinemaya çok şey katıyor…

Yedi: Filmdeki ağız çalışması çok başarılıydı. Elazığ ağzının tüm oyuncular tarafından bu kadar iyi konuşulması filmin başarısına büyük katkı sağlıyor.

Son Söz: Tebrikler İsmail Güneş. İlk ve iyi filmin Gün Doğmadan’ı ustan Natuk Baytan’a, son ve en iyi filmin Ateşin Düştüğü Yer’i yol arkadaşın Ömer Lütfi Mete’ye ithaf ettiği için… 

26 Eylül 2012 Çarşamba

NEŞET ERTAŞ YA DA "ABDALAN-I RÛM"DAN BİR EREN DAHA GÖÇTÜ



Tarihler 13. Yüzyılı gösterdiğinde Horasan'da (Güneş’in Doğduğu Ülke) yaşarlarken, Cengiz’in acımasız işgaliyle yurtları dağılan, dirlikleri ve birlikleri bozulan Türkmenler, “kesili boylar” halinde Selçuklu kardeşlerinin idare ettiği Diyar-ı Rum’a akın ediyorlardı. 

Selçuklulardan, geleneksel dinlerine ve yaşama tarzlarına karışmamalarını, vergi almamalarını istiyorlardı ama bu talebe "Evet!" demek, yerleşik toplumu ve Sünni İslam’ı temsil eden Selçuklu Hakanları için mümkün değildi. Reddedilen Türkmenler, Babâiler adı altında ayaklanmışlardı. İşte bu sırada içlerinde Bektaş ve kardeşi Mintaş'ın da bulunduğu Horasan Erenleri (sonradan Abdalan-ı Rûm diye anılacaklardır)  ayaklanmaların ortasında kalmıştı… 

Selçuklu Hakanı bu isyanı bastırmıştı ama Turnalar gibi döne döne yurt arayan Abadlan-ı Rum’un bir kısmı Ahi Evren bir kısmı Hacı Bektaş Velî etrafında toplanıp Orta Anadolu’ya yerleşmişlerdi…

Hakikat odur ki, Neşat Ertaş (Elbette babası Muharrem Ertaş) işte o Abdalan-ı Rum neslinden olan Horasan Erenleri’ndendir… Onlar sadece birer ozan değil, Dede Korkut hikâyelerinde İslamlaşmış adına rastladığımız Kam Böri’lerin (Kember) son temsilcileridir. 

Tanrı’dan rahmet dilerken bilhassa ayağının ucuna gömüldüğü babası Muharrem Ertaş’ın çalıp söylediği “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri” bozlağını dinlemenizi ve ikisinin ruhuna dua etmenizi dilerim…

14 Eylül 2012 Cuma

İçi Boşaltılmış Seyirci İçin Milla Jovovich Şifa Dağıtıyor


Resident Evil 5: İntikam: Paul W. S. Anderson’ın yönettiği ve Milla Jovovich, Sienna Guillory, Michelle Rodriguez ile Kevin Durand’ın oynadığı Resident Evil 5: İntikam (Resident Evil: Retribution) bildiğiniz gibi… Alice Harikalar Diyarında'nın postmodern bir bileşkesi olduğunu düşündüğüm bu filmde, elbette ki kahramanımız her zorluğun üstesinden gelecek ve herkesi yenecektir. Ama işte sinema böyle bir şey. Bile bile lades demek gerekiyor kimi zaman. 

Ölümcül T-virusü dünyayı tahrip etmeye devam ediyor. Şirket, insanları yamyam zombilere dönüştürüyor. Bu tür genetik deneylerin bir numunesi ve virüsle baş ederek hayatta kalabilmeyi başarabilmesi yüzünden insan ırkının son umudu olan Alice, dünyayı mahveden Umbrella ile mücadelesine devem etmekte… Sanal ortamda gizli operasyonlar düzenleyen şirket, bir noktada oyuna dâhil olan Alice ile bu sefer kesinlikle baş etmeye kararlıdır. Böylece geçmişinin gizemleri ortaya çıkarılan Alice (Milla Jovovich) muhteşem aksiyon sahneleriyle süslü bu üç boyutlu filmin en güzel (!) yanı… İçi boşaltılmış seyirciler için nefis bir armağan. Kaçırmasınlar…

4 Eylül 2012 Salı

Montreal'de Ateş'in Düştüğü Yer Filmiyle Büyük Ödül'ü Alan İsmail Güneş'e FIRESCI de Teşekkür Etti



Montreal Dünya Film Festivali akredite konukları oteli... Bir Yönetmen ve Yapımcı kahvaltı ederken Fransız bir film eleştirmeni gelir ve 45 dakika boyunca Ateş'in Düştüğü Yer filmini anlatır arkadaşlarına... 
...
.
Ödül töreninden önce FIRBESCI Başkanı İsmail Güneş'e plaketini verir. Güneş, Klaus'a teşekkür eder. Bunun üzerine Klaus Eder, "Asıl biz sana teşekkür ederiz bu kadar iyi, güzel ve insancıl bir film yaptığın için!" diyerek iltifat eder. 
...
.

Ödüller sıralanmaya başlar. Sıra en iyi filme geldiğinde Ateş'in Düştüğü Yer ilan edilince salonda büyük bir alkış kopar... Dakikalarca alkışlanır..."

Bu bilgileri kimden mi aldım? Elbette birinci ağızlardan:)) 

İsmail Güneş'i, aldığı ödüllerden dolayı tebrik ediyorum. Umut ederim ki, Adana Altın Koza Film Festivali ve katılacağı diğer film festivallerinde Türkiye'mizin yüzünün tekrar tekrar güldürür.

Bunca yıllık bir eleştirmen olarak Sinema Sektörü'ne ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'na bir tavsiyem var. Acizane bir tavsiye... Ümit ederim kulak verirler.
Ateş'in Düştüğü Yer, En İyi Yabancı Film dalında Oscar'a aday gösterilmelidir!

Film hakkındaki eleştirimin linki:


****
Ödül Haberi'ni Hürriyet Kelebek şöyle duyurmuştu: 

Yönetmen İsmail Güneş'in son filmi "Ateşin Düştüğü Yer" Montreal Film Festivali'nden büyük ödül 'En İyi Film' ve FIPRESCI ödüllerini kazandı. Film, geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne başvurmuş, fakat festivalde Güneş'in filmi ön elemeyi geçememişti.

Dünyanın en saygın film festivallerinden biri olan Montreal Dünya Film Festivali’nin yarışma bölümünde birincilik ödülü yönetmen İsmail Güneş’in “Ateşin Düştüğü Yer” adlı filminin oldu. İngiliz oyuncu Greta Scacchi’nin başkanlığındaki büyük jüri, töre ve kadına şiddet dramı olan “Ateşin Düştüğü Yer” filmine büyük ödülü verirken, Almanya yapımı “Invasion” (İstila) ve İspanya yapımı “Miel de Naranhas” (Portakal Balı) filmlerine “Jüri Özel Ödülü” takdim etti. Film ayrıca (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği’nin (FIPRESCI) büyük ödülüne de layık görüldü.

İŞTE MONTREAL FİLM FESTİVALİ'NİN BU YILKİ JÜRİSİ
Bu yıl 23 Ağustos- 3 Eylül tarihleri arasında düzenlenen festivalde, İngiliz aktris Greta Scacchi'nin başkanlığını yaptığı jüri, Fransız yapımcı ve yönetmen Vera Blemont, Kanadalı aktör Michel Coté, Güney Koreli tarihçi Kim Dong Ho, Rus film eleştirmeni ve yazar Andrei Plakhov, İspanyalı aktris Goya Toledo ve Çinli aktör Wang Xuequi'den oluşuyordu.

ALTIN PORTAKAL'DA ÖN ELEMEYİ GEÇEMEMİŞTİ
İsmail Güneş'in yönettiği 'Ateşin Düştüğü Yer', geçen yıl 48'incisi düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne başvurmuş, fakat festivalde Güneş'in filmi ön elemeyi geçememişti. Altın Portakal yönetmeliğine göre ön elemeyi geçemeyen filmler yeniden kurgulansa, yeni sahneler eklense ya da çıkarılsa ve hatta filmin tüm kurgusu değişse dahi Altın Portakal'a başvuramıyor.

GERÇEK BİR TÖRE CİNAYETİ
İsmail Güneş'in yaşanan gerçek bir töre cinayetine dayanan filmi ' Ateşin Düştüğü Yer'de Hakan Karahan, Elifcan Ongurlar ve Yeşim Ceren Bozoğlu başrolleri paylaşıyor.

Filmin konusu; çiftçi bir ailenin 16 yaşındaki kızları Ayşe’nin beklenmeyen bir şekilde rahatsızlanır ve ameliyata alınır. Bu sırada küçük kızlarının hamile olduğunu öğrenen aile töreye boyun eğmek zorunda kalır. Kızlarını "yaşatmak" için büyük mücadele vermiş olan aile bu defa "öldürmek" için mücadeleye girişir. Öldürme işini üstlenen baba Osman ve kızı Ayşe birlikte yolculuğa çıkarlar. Osman yol boyunca kızını zehirlemek için çaba gösterirken, kız öldürüleceğini bilmemektedir. Baba ve kızın bu yolculuğu ikisi için de birbirlerini yeniden tanıma yeniden sevme ve pişmanlık duygusu üzerine devam eder.

FESTİVALDE ÖDÜL ALAN DİĞER FİLMLER

Büyük Ödül: ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER  İsmail Güneş (Türkiye)
Jüri Özel Ödülü: INVASION - Dito Tsintsadze (Almanya) ve MIEL DE NARANJAS - Imanol Uribe (İspanya)
En İyi Yönetmen: THE LAST SENTENCE - Jan Troell  (İsveç)
En İyi Kadın Oyuncu: CLOSED SEASON  (Yönetmen Franziska Schlotterer)
En İyi Erkek Oyuncu: Karl Merkatz - COMING OF AGE (ANFANG 80) Sabine Hiebler & Gerhard Ertl (Avusturya)
En İyi Senaryo: SHANGHAI GYPSY - Marko Nabersnik, senarist Marko Nabersnik (Slovenya)
Yenilikçilik Ödülü: WINGS - Yazhou Yang & Bo Yang (Çin)

KISA METRAJLI FİLMLER:
Birincilik Ödülü: MACPHERSON - Yönetmen Martine Chartrand (Kanada)
Jüri Ödülü: THE BANQUET OF THE CONCUBINE - Yönetmen Hefang Wei (Fransa / Kanada)

FIPRESCI ÖDÜLÜ
ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER  (WHERE THE FIRE BURNS) - İsmail Güneş (Türkiye)

hurriyet.com.tr4 Eylül 2012


2 Eylül 2012 Pazar

İSTANBUL EVDE YOK!

Bayram dönüşünü Gelibolu’dan İstanbul’a doğru yaptığınızda hayal kırıklığına uğruyorsunuz. “Bu bizim bildiğimiz, Osmanlı’dan tevarüs eden İstanbul mu, akıl almaz bir sözde çağdaşlaşma aptallığıyla beton yığınları haline dönüştürülen herhangi bir yer mi?” diye düşünüyorsunuz... Bilhassa Altınşehir denen eski gecekondu bölgesinden geçerken, “İstanbul Evde Yok” röportajını yaptığı 1990’lı yıllarda bir tabiat aşığının bana söylediklerini hüzünle hatırladım. “Buraları bir cennet gibiydi. Sadece Altınşehir’in endemik toplamı neredeyse İngiltere endemik toplamına eşti. Gitti hepsi…” Gözleri yaşarıyordu bunları söylerken… Sonra rahmetli Çelik Gürsoy ile yaptığım röportajı hatırladım. "İstanbul Bir Gezegendi" başlığı onun sözlerinden çıkmıştı. Onun da gözleri yaşlıydı… “Bugünkü İstanbul ile çocukluğunuzun İstanbul'u arasında bir mukayese yapar mısınız?” soruma cevabı şuydu: “Aradaki fark o kadar fazla ki. Başka bir semt değil, başka bir şehir değil, başka bir ülke değil, eski İstanbul bir başka gezegendi desem olur mu?"