11 Mart 2023 Cumartesi

İstanbul Evde Yok!

Tercüman Gazetesi için bir yazı dizisi hazırlıyordum. Yazının odağında Boğaziçi yalıları olacaktı. Ben bununla
yetinmek niyetinde değildim. Yani ansiklopedik bilgileri derleyip foto muhabirinin çektiği fotoğraflarla eşleştirilmiş bir yazı dizisi olmasını istemiyordum. Bu sebeple yazıda bahsedeceğim her bir yalının tek tek kapısını çalarak yalılarda yaşayan insanların hikâyesini yazmayı planladım. Böylece İstanbul’un Fethi’nden itibaren beş yüz küsur yıl boyunca oluşmaya başlamış, her bir dönemde farklı bir çehreye bürünmüş, Boğazın iki yakasına inci gibi serpiştirilmiş, biri doğuya diğeri batıya baktığı için mimarisi farklı olan bu yapıları, hatıraları ve bugünü ile anlatacaktım…

Çalışmaya başladıkça anladım ki, pek çok bakımdan boyumu aşan bir işe girişmişim. Mesela Reşat Ekrem Koçu gibi ansiklopedici, Samiha Ayverdi gibi her bir kültür varlığı değerlerimizi bir gümüş ustası gibi teker teker ele alıp ışıl ışıl parlatan yazarlar yanında Ragıp Akyavaş gibi İstanbul’u aşkla anlatanların eserlerinden faydalanmam da bu işin üstesinden gelmemem yetmeyecekti…

Bana yaşayan bir şahit gerekti!

O şahit, “İstanbulluluk bilincini” kuvveden fiile çıkartan nadir kişilerden biri olan Çelik Gülersoy’du. TURİNG Başkanı Gülersoy’un bilgisinden faydalanmak isteyen bir tek ben değildim. Hatta o sıralar babacığı etkili bir yazar olan bir başka gazeteci arkadaş Çelik Bey ile otomobile binip yalı duvarlarına bakarak bilgi almayı bile başarmış, bunu da çalıştığı gazetede yayınlamıştı.

İyi de o zamanlar yalılara tekerlekli araçlarla ulaşacak yol yoktu ki! Pek çok yalıya deniz yoluyla ulaşılıyordu. Patronumdan “Nazlı” isimli teknesini bana tashih etmesini sağlamayı başardım. Bir foto muhabiri arkadaşla Boğazın iki yakası boyunca yalıları tek tek fotoğrafladık… Ama yanımızda bir “şahit anlatıcı” yoktu!

Boğaziçi artık kıyıya dizilmiş sıralı yalılar ve tepelerde geçmiş zaman mücevherleri gibi parlayan tek tük köşklerden ibaret değildi. Arka plan, çapul ve yağmaya çıkmış bir güruhun kampını andıran gecekondular ve kondu apartmanlarla işgal edilmişti…

Acı bir görüntüydü... Tarih bilincine sahip her insanın acı çekeceği çirkinlikte acıklı bir görüntüydü.

Bu düzensiz, karmaşık arka planın yanında ön planda Çelik Gülersoy’un deyimiyle, “Namlularını aynı hizaya çevirmiş biçimde tertiplenmiş” villalar dikilmişti… Bu beton tankların namluları, Boğaziçi’nin yüzyıllar içinde oluşmuş “nevi şahsına münhasır” mimari kompozisyonunu, bizim tarihi hafızamızı, bütün Türk Dünyasının artı bütün Müslüman Dünyasının “İstanbul hayalini”  çoktan tehdit etmeye başlamıştı.

Sonuçta “İstanbul Hayali”ne ateş etmeye başlayacak ve yıkacaktı. O kadar belliydi…

Çelik Gülersoy bir konuşmamızda, İstanbul’u ziyarete gelen şehir planlamacısı bir Alman mimarı ile aralarında geçen konuşmayı nakletmişti.

“Alman mimarı tekneye bindirip Boğaziçi’nden gezdirdim. Daha o zaman yani yapılan Tarabya’daki otelin hizasına geldik. Bana göre denizden muhteşem görünüyordu. Guru duyarak, bakın artık biz de böyle görkemli binalar yapıyoruz mealinde bir sunuş yaptım. Alman mimar zaten uzaktan gördüğümüz otele tekrar baktı ve şöyle dedi: Çelik Bey bu bina buraya sığmıyor!

Çelik Gülersoy, bu sözlerin düşünce dünyasında âdete bir devrim yaptığını ekleyerek şöyle devam etmişti: “Coşkun Bey, atalarımız ‘ağacı taşmayan’ binalar yapmıştı. Biz modernleşme uğruna bunu unutmuştuk ama bir Alman bunu görebiliyordu…”

***

İstanbul’un Fetih’ten itibaren oluşmuş İstanbul sulietinin ayırıcı vasfı tıpkı Türklerin yaptığı tüm sivil mimari örneklerinde olduğu gibi “ağacı taşmayan” yapılar inşa etmekti. Mesela Safranbolu evleri, mesela Amasya yalı evleri, mesela Balkanlarda bugün hala inci taneleri gibi ışıldayan mahalleler ve evler hep böyleydi: Ağacı taşmıyorlardı…

Demem o ki, modernleşmeyi külliyen yanlış anladık, yanlış yorumladık ve hala aynı yanlışı sürdürüyoruz. Tabiat ile tarih ile gelenek ile kavgalı olan modern insan (ve tabii insanlık) eninde sonunda yıkılmaya mahkûmdur!

Temennim odur ki, tabiatın on milyonlarca Osmanlı Tokadı gücündeki sillesini yemeden İstanbul’umuzu sefil bir modernleşmeye kurban etmekten kurtarabiliriz…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder