kahramanlık şehrin hafızasında mündemiçti) en az üç defa yer değiştirdiğini, bunun sebebinin deprem olduğunu anlatıyor. Çok eskiden Maraş, “Kara Maraş” denilen yerdeyken depremden sonra “Ahır Dağı” eteklerine doğru evler yapılmaya başlanmış. Çünkü dağların zemini daha sağlam olurmuş. Üstelik Maraş Ovası çok verimli olduğu ve buğday, “sarı çeltik”, “kütü pamuk” (Maraş’a özgü pirinç ve pamuk türüydü) gibi daha pek çok tarım ürünü yetiştirildiği için şehrimizi zenginleşiyormuş. Bu ova o kadar verimliymiş ki sadece hububat, bakliyat değil, sebze türleri bir yıl içinde dönüşümlü olarak yetiştirilebiliyormuş…
***
Yıl 1978. Kahramanmaraş Lisesi. Namı diğer “Gara Lise”.
Maraş ağzıyla, “Yazının Yüzü”ne dikilmiş bir ucube. “Yazının Yüzü”, ovanın
ortası demek. Okula yürüyerek gidip geliyoruz. Ana kapının karşısı patlıcan
bostanı. Araç teyplerinden dışarı Ajdanın “picama picama don gönmlek” diye hafife
alınan “Viens Dans Ma Vie” şarkısı fışkırıyor. Adana Kozan’dan, Kadirli’den Maraş’a
misafir gelen akrabalarımız, Almancıların getirdiği “pikap”larda Selda
Bağcan’ın “Adaletin bu mu dünya” türküsünü çalıyorlar. Tülay, “İkimiz bir
fidanın güller açan dalıyız” diye inletiyor ortalığı. Orhan Gencebay daha “Orhan
Baba” olma aşamasında ama kasıp kavuruyor. Yılardır dillerden düşmeyen “Batsın
Bu Dünya”sı, Çocuk Bahçesi’nde Renk Sinemasının hoparlöründen en çok duyulan şarkı
olmayı sürdürüyor…
Gara Lisenin civarında “Bahçeli Evler” adlı bir mahalle
kuruluyor. Ağır değişen bir zihniyetin tesiriyle mahalli kabullerinde kopamayan
sade Maraşlılar buradan ev alıp taşınanları kınıyorlar. “Patlıcan-marul-pirinç ekilen yerde oturup “(ı)sıtmaya” mı
tutulacaklarmış? Allah akıl fikir
versin”miş… Modernleşme uğruna tarım arazilerini imara açan “kasaba
politikacıları” ise hiçbir şeyi umursamadan bir bölümü “Garamaraş” olan Maraşaltı
Ovası’nı delik deşik etmekte beis görmüyorlar…
Maraş bir yanda geleneksel toprak damlı Bağdadî duvarlı
evler, bir yandan yeni yeni çoğalan beton damlı briket evler, bir yandan tarım
arazisine sözde plan program çerçevesinde yapılan “Bahçeli Evler”, diğer yanda
çok katlı apartmanlarla Türkiye’nin Modernleşmesinin turnusol kâğıdı şehirlerinden
bir hâline geliyordu. Bu arada eğitimdeki modernleşme mucibince, lise birinci
sınıfta klasik matematik-cebir okumuşken lise ikinci sınıfta modern matematik
dersi pilot okul seçilmesinden dolayı Maraş Lisesi öğrencilerine dayatılıyordu.
40 bin nüfuslu kasabadan hallice bir tarım toplumu şehrinin
modernleşme imtihanıydı bu…
Nasıl ki, şehir yeni binalar, konak eskileri, geleneksel
toprak dam evler, sıvasız ve briketten yapılan çok katlı gecekondularla acayip
bir şekle bürünüyorsa, biz öğrenciler de iki de bir değişen eğitim
denemeleriyle acayip bir zihin yapısına büründürülüyorduk ki, Maraş, Gara Lisesi’nden
üniversitelere epey öğrenci gönderiyordu… Üstelik Maraş’ı dönüştürecek kafalar
“Yazının Yüzü”ne kurulu bu liseden İstanbul ve Ankara’ya gidip dönenlerden
çıkacaktı.
Maraş kalesindeki bayrak direğini kucaklayan Bozkurt büstü yıkılıp
“selametlerinken” Millet Meclisi’nde şehre “Kahramanlık” unvanı layık görülerek
Maraş adı resmen Kahramanmaraş oluyordu…
Bu sırada yapılmayan tek şey fay kırığının üzerine kurulmuş Kahramanmaraş’ın
depreme karşı nasıl korunacağına dair verilen bilgilere dayalı somut adım
atmaktı… “Zelzele” ara sıra şehri salladıkça, “Garamaraş”tan dağların
eteklerine neden taşınıldığı hatırlanıyor, 500 yıldan beri ayakta kalmış Ulu
Camii örnek gösterilerek atalarımızın ne kadar sağlam binalar yaptıkları
ballandırarak anlatılıyordu…
Depremi konuşmak yerine Ahır Dağı adının, aslında Âhir Dağı
olmak lazım geldiği geyiğini üretenlerle kaleden heykel sökenler kol kola
gezerken, halkın “Garamaraş” dediği Kara Maraş bölgesinin aslında “Germanica”
antik şehri adının bozulmuş şekli olduğunu konuşan çıkmıyordu… Oysa “Garamaraş”ın
Germenica’dan geldiğini, Germanica’nın, bir depremle tıpkı “Sodom ve Gomorra”
gibi helak olup yerin dibine battığı konuşulmuş olsaydı belki de bir dönem
sonra kaldırılan modern matematik dersi deneyinden daha faydalı bir iş yapılmış
olurdu…
Yine o yıllarda Necip Fazıl şehre verilen Kahramanlık unvanını
Atlas Sinemasındaki (Yoksa Bingöl Sineması mıydı?) bir konferansta yerden yere vuruyordu: “Bu
düzenin verdiği kahramanlık madalyasını göğsünüze değil başka yerinize takın…”
Şehrin ihtiyarları ise Sümer tabletlerinde bile benzerleri
yazılı bir tekerlemeyi tekrarlayıp duruyorlardı: Kıyamet kopacağı zaman bina ve
zina çoğalırmış…
Kahramanmaraş’ı iki kere vuran deprem aslında modernleşme
mücadelesinde sınıfta kaldığımızı, “muasır medeniyetler seviyesini aşmak” için
önce bu seviyeyi yakalamamız gerektiğini çok net biçimde anlatmış oldu.
Tabii bir de Necip Fazıl’ın sık sık tekrarladığı düsturu: Ya
ol, ya öl!
***
Kahramanmaraş’ta yaşanan depremden sonra bu konuda yazdığım dördüncü
yazı. Bir arkadaşım son yazımdan sonra beni arayarak geçmiş olsun dileğinde
bulunduktan sonra yazımın içendeki ümitvar sözlerden çok etkilendiğini, hep
böyle ümit verici şeyler yazmamı umduğunu söyledi. Çünkü en çok birlik
beraberliğe ve ümide muhtaç olduğumuz zamanlarmış…
Eyvallah Mehmet ama derviş hikâyesindeki gibi, tokadın kim
elinden geldiği için de mutlaka geriye dönüp bakmak lazım değil midir?
***
KISSADAN HİSSE
Malumdur: bir derviş abdest alırken adamın biri habersizce
ensesine tokat vurur. Derviş dönüp bakmaz bile. Adam başka bir dervişin
ensesine şaplağı yapıştırır, o da dönüp bakmaz. Bedava şaplak atmaya alışan
adam bir başka gün bir başka dervişin ensesine tokadı patlatır. Derviş abdest
almayı bırakır döner, adama dikkatle bakar, tekrar abdest almaya başlar. Adam
dervişin abdestini bitirmesini bekler. Sorar: Bir derviş her şeyin Allah’tan
geldiğine inanır. Sen neden tokadı yiyince döndün? Derviş cevap verir: Eyvallah
her şey Haktandır ammâ belayı kimin eliyle göndermiş ona baktım!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder