Büyük depremlerden sonra gelen artçı depremlerin yavaş yavaş küçülmesi gibi, yediğimiz büyük psikolojik darbeden sonra gelen artçı darbeler de her gün biraz daha küçülüyor. Fiziki olarak darbe ne kadar küçük olursa hasar o kadar azalıyor ama psikolojik olarak aynı şeyin olduğunu söylemeye imkân yok.
Çünkü zihin, tekrarlayan küçük psikolojik “artçı” darbeleri
biriktirerek insan tahammülünü yıkacak bir yük haline getirebilir.
Her zaman örnek verilen su bardağını tek kolla tutma
metaforunu şöyle şekillendireyim. İçi boş bir bardağı kolunuzu uzatmış tutuyorken
içine yarım bardak kaynar kurşun dökülmüş olsun. Bardak ağırlaşacak aynı
zamanda çok ısınacaktır. Bırakmıyoruz. Parmaklarımız avucumuz yana yana bardağı
tutmaya devam ediyoruz. Bu arada küçük damlalar asimetrik aralıklarla bardağa
düşmeye devam ediyor… Bardak dolup taşmayacak ama biz kolumuzu ileriye doğru
uzatıp onu tutmaya devam edeceğiz…
Klasik anlatımlarda, anlatıcı sorar. “Kolunuz çok
acımaya başladığınızda ne yapmalısınız?” Cevap verir. “Bardağı bırakmanız
gerek!”
Şunu hepimiz biliyoruz ki, depremin elimize
tutuşturduğu travma bardağını hiçbir depremzede bugüne kadar bırakabilmiş
değildir. 99 Depremini yaşayan pek çok tanıdığım 6 Şubat Depremi’nden haberdar
olduğunda psikosomatik tepkiler göstermeye başlayıverdi.
Uzun yıllar haberleşmediğimiz 99 Depremi mağduru bir
arkadaşım telefonda bana, depremde Maraş’ta olup olmadığımı, ailemde kayıp olup
olmadığını birkaç dakika konuştuktan sonra yaklaşık iki saat boyunca travmatik
anılarını anlattı.
Kahramanmaraş Depremi, onda, kendi yaşadığı deprem
travmasını tetiklemişti.
Depremlerden sonra şoku en çok hisseden ve çok canı
yanan her bir Kahramanmaraşlı, Adanalı, Gaziantepli, Şanlıurfalı, Diyarbakırlı,
Hataylı, Malatyalı, Adıyamanlı, Osmaniyeli, Kilisli, Elbistanlı için, ki bu 10
milyonu aşkın insan demektir, ev yapmak, dua etmek, destek vermek ve benzeri
desteler acılarını dindirmeyecektir. Biz ne kadar teselli etsek de…
O acıyı hep içlerinde taşıyacaklar.
Diğer illeri bilmem ama bilhassa Kahramanmaraş’tan
asla ama asla ayrılmayacak, “damarımı kessen Maraş diye akar” dediğini bildiğim
akrabalarım, Mersin, Antalya, Alanya, Ankara, İstanbul ve daha pek çok illerden
dönmeyecekler gibi konuşuyorlarr… İçlerinden bir akrabam bana şunları söyledi:
“Dönmeyeceğim Ede*! Çünkü benim için hayatın anlamı değişti!
Elli iken elsiz, evli iken evsiz, varlıklı iken varlıksız, misafirperverken
misafir, hemşeri iken garip… varlıklı iken yoksul oldum… Kulaklarımda depremin
uğultusu, enkaz altından çığlıklarını duyduğum akrabalarımın, komşularımın
yokluğu ve zihnimde karanlığa gömülen şehrimin son hali hiç silinmeyecek… Beni
Maraşlı yapan hiçbir şey kalmadı!”
Bu sözler karşısında sadece sustum. Çünkü milli
kurtuluş savaşının ateşlemiş ve “Kahraman” sıfatı milleti tarafından kendisine
layık görülmüş Maraşlı Edeler eninde sonunda şehri yeniden şenlendireceklerdir.
Ama şimdi bize düşen görev, bütün depremzedelerin şehirlerine dönecekleri
ortamı yaratmak kadar, onlara travmalarını atlatmalarında destek olmaktan daha
fazlasıdır…
Ede:
Kahramanmaraşlı erkeklerin birbirine “kardeş” anlamındaki hitap sözü.
GÜNÜN SÖZÜ
Maraşlıların Bayramı yazısından…
“Gerçi eskisi
gibi Fas’a, Yemen’e kadar ayakkabı ihraç etmiyor; kendi derisi yetmediği için
ta Çin’den ithalat yapmıyor. Fakat hüner ve bilgi duruyor. Artık Arabistan
çöllerine kadar cins atları bir mücevhere benzeyen Maraş eyerleri süslemediği
için saraçlar azalmış. Fakat meraklı seyirci her ne pahasına olursa olsun ecdat
mirası sanatlarını devam ettirmekten hoşlanan ustaların dükkânına girince, bir
eski zaman hazinesinden bir köşe açılmış gibi bu eyerlerin parıltısıyla
karşılaşıyor.
Küçük, her hâlinden bir esnaf topluluğunu idare için
yapıldığı anlaşılan, fakat çok temiz üsluplu ve bir yüzük taşı edalı bir
cami’in -evkafın kulakları çınlasın, hâlâ tamir ettiremiyor- etrafında bu
çarşı, bugünkü hâliyle dahi, Anadolu şehirlerinin dünkü manzarasını insanda
yaşatabiliyor. Anadolu şehirleri esnafın idare ettiği ve yaşattığı
topluluklardı. Fakat Maraş çarşısının başka bir hususîliği de vardır. Hangi
dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocuğu yahut torunuyla
karşılaşıyorsunuz. Yirmi beş yıl önceki destanın canlı bir tarafını
dinliyorsunuz. Kahramanlık, -tıpkı Erzurum’da olduğu gibi, tıpkı ilk silahı
patlatan ve sonuna kadar dağdan inmeyen garp vilâyetlerinde olduğu gibi- o
kadar herkesin malı ki, en olmayacak hikâyeleri dinlerken bile insana
karşısındakinin övündüğü duygusu gelmiyor. Zaten onlara göre, kahraman
kendileri değil ki; kahramanlığı yapan şehir. Her şeyi onun için istiyorlar…”
Ahmet Hamdi TANPINAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder