19 Temmuz 2025 Cumartesi

GÖNLÜ ZENGİN BİR KEDİ ANNESİ



Üç hafta önceevimize dalarak tatilimize dramatik bir sürprizle katlan bir anne kedi ve dört yavrusundan bahsettikten bir hafta sonra yavruların ikisini, gerçek bir hayvan sever olarak şöhretli dillere destan olan Kutsi Hoca’nın üstleneceğini bunun beni çok rahatlattığını anlatmıştım. Anne kediye nedense isim vermek aklıma gelmemişti ama şahane eniklerine Duman, Alaca, Kestane ve Fıstık adlarını yakıştırıvermiştim ya! Meğer Kutsi Hoca bu arada boş durmamış. Kendisi gibi içten bir hayvan sever olan, evinin her bir köşesini kedi, köpek hatta tavuklarla paylaşan zengin bir “gönül” sahibi bir arkadaşıyla haberleşmeye başlamış. Anne kedi ve dört yavrusunun hikâyesini dinleyen “gönlü zengin” arkadaşı, anne dâhil dört yavruyu evine kabul edeceğini Kutsi Hoca’ya söyleyivermiş. 

Tatilden dönüşüme birkaç gün kala aldığım bu haber beni o kadar mutlu etti ki, sevinçten doğru dürüst bir yol planlaması yapmayı dahi unuttum. Fakat 2018 yılında yaşadığımız bir tecrübe vardı ki dünyalara bedeldi. “İçimdeki Hazine” filmimin hikâyesini yazarken köşkte yeni doğmuş, annesini kaybetmiş bir kedi yavrusunu senaryoma eklemiştim. Hatta bu kedi çok özel bir şifreli taşın bulunmasına sebep oluyordu. İşte o kediyi yazarken eşimin Kadıköy Maarif Koleji bahçesinde terk edilmiş halde bulduğu ve alıp evimize getirdiği Fıstık’tan da ilham almıştım. 

Fıstık’ı birkaç sene sonra yazlığa götürmeye kalktık. Veteriner ona sakinleştirici verdi. Fakat bu ilaç ters tepti, Fıstık’ın gözleri kaydı, ağzından salyalar gelmeye başladı. Bu bizi çok korkuttu ama sonunda onu yazlık eve götürebildik. Fıstık, 20 gün boyunca yatak odasında bazanın altında yaşadı! İstanbul’a dönüşümüz bir o kadar çileli olmuştu. Sonraki yolculuklarda onu asla yanımıza almaya cesaret edemediğimiz gibi bir daha alışık olmayan hiçbir hayvanla yolculuk yapmamaya ciddi ciddi ant içmiştik. O stres dolu tecrübeye rağmen hangi akla hizmet kedilere yolculuğa çıkacaktık? Yazlık bir sitenin özgür ortamında doğup büyümüş, çok korumacı, hafiften saldırgan deli-bozuk bir anne ve dört yavrusunu nasıl götürecektik?

Arka koltuklarını yatırdım, bagajda kocaman bir alan elde ettim Yaratana sığınıp anne kedi ile dört yavruyu güzelce yerleştirdim. Klimayı sonuna kadar açtım ki yaz sıcağında hayvanlar çatlamasınlar. Fakat nafile. Bebeler, birbirine sarılıp cül böcül bakarken anne kedinin nefesi gittikçe sıklaşmaya göz bebekleri büyümeye ve yavru bir köpek gibi nefes almaya başladı. Hemen bir benzincide durduk. Eşim su ve su koyacak bir kap bularak geldi suyu önüne koyduk, içmedi. On dakika kadar bekledik tekrar yola çıktık. Malkara Çanakkale Otoyolunun bittiği Ahi Evren civarında, köy ürünleri satılan pazar yerine girip Müberra Abla’ya iltica ettik!

Müberra Abla ne de olsa hayvan dilinden anlayacak kadar doğal ortamda yaşayan biri. Anne ve dört çocuğunu hemen serin, havadar dükkâna koyduk. Hangi akla hizmetle kedileri taşıma çantasından çıkarmaya kalktım. Eşim şiddetle müdahale etti. Sen bu kediyi çantasından çıkartırsan bir daha onu yerine koyamazsın!” diyerek mani oldu. Pek inandırıcı bulmasam da bu fikre udum. İyi ki uymuşum!

Dur kalk, dur kalk yaparak ve 80-90 kilometre hızı geçmeyerek Tekirdağa vardığımızda eşimin internetten bulup konuştuğu bir veterinere gittik. Yavrular hala ne olup bittiğinin farkında değildi ama anne kedinin çok stresli olduğunu veteriner fark etti. Onu hemen oksijen verebileceği özel bakım odasına koydu. Yarım saat kır beş dakikalık bir rehabilitasyondan sonra anne kedi ve yavruları ile tekrar yola çıktık. Sabah on otuzda başlayan yolculuğumuz, normal şartlarda on dört otuz gibi bitmesi gerekirken ancak on altı otuzda bitti. Geç de olsa hedefe vardık. Şile’nin yemyeşil doğası içinde kaybolmuş bir köşk kapısıydı bu. Zili çaldık, kapı açıldı ve Defne isimli bir dişi köpeğin denetiminden geçtik. Defne beni, eşimi, kedilerin taşıma çantalarını koklayıp iki ön ayağını omuzlarınıza atıp yanaklarımızı yalayarak geçiş onayı verdikten sonra evin hanımı, yavrular ve anne kedi için hazırlanan üst kattaki özel odaya çıkarttı. Kedilerin yeni annesi çantaları açarak göçmen aileyi odaya saldı. Fakat anne kedi ok gibi fırlayarak daracık, karanlık, korunaklı bir yere saklandı. Yavrular da annelerine doğru gitmeye başlarken biz çok yorgun ama kedilerin emin ellerde olduğunu anlamanın verdiği huzurla izin istedik. 

Önceki gün öğrendim ki, Duman, Alaca, Kestane ve Fıstık’ın anneleri gönlü zengin ev sahibi mutfaktayken ona sokulmuş ve dokunmasına izin vermiş! Bir çiçeğe benzettiği anne kediye de Nilüfer adını koymuş. 

En büyük duam şudur: yaratılmış tüm varlıklar Nilüfer kedi ve yavruları gibi mutlu olabilecekleri bir hayata kavuşsunlar.




7 Temmuz 2025 Pazartesi

TATİLCİ VİCDANI 2

Pazar günkü yazımda bir anne kedi ve dört eniğinin dramatik macerasını, kendi dramlarına beni nasıl kattıklarını anlattıktan sonra bu yavrucaklara yer bulmak için sosyal medya dâhil bütün iletişim kanallarını kullanacağımı yazmıştım. İsimlerini yazmaktan her defasında imtina ettiğim bu mecralardaki çağrıma cevap gelmedi. Oysa paylaştıkları görsel ve vidolarda mangalda kül bırakmayan "influencer" yani etkileyenler bu tür yardım çağrılarından “etkilenmemek” için sanıyorum özel eğitim alıyorlar. Hiç ses yok.

Bu sebeple neredeyse, “Orada kimse var mı?” ilanları vereceğim. Nasıl mı? Bütün sosyal medya platformlarında sponsorlu gönderiler yayınlayabiliyorsunuz. Günlük bilmem kaç dolar olursa şu kadar takipçi, biraz daha fazla dolar olursa bu kadar takipçi gibi kademeleri olan bu tür ücretli gönderileri gündemime aldım. Çare yok, bu enikler buradan ayrıldığımda kurda kuşa yem olmasa bile köpekler tarafından her an her dakika taciz edilecekler. Yaşama imkânları bilhassa sonbahardan sonra her geçen gün azalacak.

Kara kara düşünürken bir komşum içimi daha karartan bazı gerçekleri anlattı. Meğer her yıl yazlıklarına gelen tatilciler yanlarında kedi ve köpeklerini getiriyorlar fakat giderken bunları kasıtlı olarak bırakıyorlarmış. Belalar okuyarak anlattığı hikâyeleri “Ettiklerini bulsunlar, Allah gönüllerine göre muamele etsin!” dualarımla dinledim! Komşum gittikten sonra internette yüzeysel bir araştırma yaptım ve anlattıklarının doğru olduğunu, bu vahşetin çok ciddi boyutlara ulaştığını öğrendim. 

Üstelik sadece Türkiye de değil Fransa gibi “medeni” memleketlerde tatilciler sayıları on binleri bulan evcil hayvan terk ediyorlarmış. Amerika’da ve dünyanın pek çok ülkesinde sahiplenilip, “bağ kurulduktan sonra” sokağa atlan bu masum hayvanlara devletler yasa çıkararak çare bulmaya çalışıyorlarmış. Elbette ortada bir devlet var ve kanunlarla hükmediyorsa, her alanda yasalar yapılmalı ve uygulanmalı. Yasaya rağmen sorun çözülemiyor ve bende farkındalık geliştikten sonra fark ettiğim gibi Güneyli Orta Koy’dan Malkara Çanakkale Otoyolu’na kadarki köy yolu boyunca arabaların peşinde çaresizce havlayıp koşuşturan cins köpekler vicdan paralıyorsa sorunu çözmenin yolu tektir! Kısırlaştırmak ve zaman içinde (en az on-on beş yıl boyunca)  sayıyı azaltarak Allah’ın bu konuşamayan “ümmetlerine” hak ettiği hürmeti göstermektir. Böyle yapmak en basitinden insan şeref ve haysiyeti için, insanların kendilerine saygısı için de şarttır!

Şu anda, şimdi bu çareden mahrumum ve mesela benim dört yavru konusundaki çabalarım böyle mutlu bir gelecekten ümitsiz devam ediyor. Tükenmişlik havasına girecekken muhteşem ve muhterem bir hayvan dostu olan, Türkiye’nin ilk hayvan çiftliğini açan, Şile’de yıllarca itilip kakılmış, sokağa atılmış pek çok köpeğe babalık yapmış olan Kutsi Akbulut Hoca aradı. Gazetedeki yazımı okumuş ve hemen karar vermiş ama aramak için ancak dün fırsat bulabilmiş. Zira Kutsi Hoca, bundan bir ay kadar önce İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi (Çapa) Nöroloji Ana Bilim Damı bölümünde sihirbazları kıskandıracak kabiliyete sahip Türk cerrahlar tarafından beyninden ameliyat edilmişti ve nekahet dönemindeydi. Bir yandan yürüme temrinleri yaparken bir yandan da “hayvanlar âleminde” olup bitenleri takip etmekten geri durmuyormuş!

Kutsi Hoca’nın İtalyan opera sanatçılarını kıskandıracak nitelikteki sesi çınlıyor ve bana iltifatlar yağdırıyordu. Ama asıl söyleyeceğini meğer sonraya saklıyormuş! Yavrulara isim koyup koymadığımı sordu. Tamamen grimsi siyah olanın adının “Duman”, gri beyaz ve sarı olanın adının “Alaca”, anneleri gibi her tür renge bürünmüş diğer ikisin adlarının da “Kestane” olduğunu söyledim. “Nasıl? İkisinin adı da Kestane mi?” diye sordu. “Hele erkek mi dişi mi anlayalım, birine Kestane deriz diğerine de Fıstık,” dedim. Kutsi Hoca meşhur kahkahasını atarak beni çok mutlu eden cümlesini patlattı: “Coşkuncuğum, ikisi benim!” Derin bir oh çektim, sorunun yüzde ellisi çözülmüştü.

Şimdi, kedi ve köpek alerjimi atlatmamda yıllar boyu bana destek veren, içimde küllenen hayvan sevgisini alevlendiren Ömür Gedik’ten haber bekliyorum 





TATİLCİ VİCDANI

Çıldırmış gibiydi. Eve dalıp koltuk kanepe altlarına saklanmıştı. Onu dışarı çıkartabilmek için epey ter döktük. Doğrusu ne olduğunu anlayamadım ama pembe, nemli burnunun üzerinde kızıl kırmızı hafif kavisli bir pati izi vardı. Çizmiş geçmiş, tam yırtılmamış. Gözümüzün içine bakarak çığlık atar gibi kısa, kesik miyavlıyordu. Onu dışarı attığımızda aynı sesleri çıkararak evin etrafında dolanıyordu.


 

Meğer bu telaşlı kedi birkaç gün önce, daha yazlığını açmamış komşularımızdan birisinin bahçesinde köpekler ve kedilerin erişemeyeceği ‘dulda’* bir yerde doğurmuş. İkisi kendisi gibi sarı rengin hâkim olduğu alacalı, biri duman rengi, diğeri gri beyaz dört yavru doğurmuş bir anneymiş. Önce karnı aç sanarak eşimin nerdeyse bir aydan beri beslediği kedi kolonisi için yaptığı yaldan vermeyi denedik, yemedi. Hiç durmadan huysuz huzursuz miyavlayıp, tıslayıp evin etrafında tur atıyor, tel kapılardan içeri geçmeye çalışıyordu. Köyden ziyaret gelen komşumuz Sebile bile kedinin bu çılgın davranışına anlam veremiyordu. 

 

Sonunda kedinin ataklarına dayanamayarak harekete geçtim: güneşten korumak için arabaya giydirdiğim örtüyü çıkartıp bagaja tıktım ve bakkala gidip tavuk ciğeri ile ton balığı konservesi aldım. Tavuk ciğeri haşlanana kadar ton balığını yağı süzüldü ve hanımefendiye servis edildi. Tenezzülen bir iki parça yedi ve huzursuzluğa devam etti. Bu arada bizde yorumlar kırıla gidiyor. Herhalde dün gelen komşu bunları sokağa attı! Hım yapar mı? Günahına girmeyelim. Farz edelim ki, attı. Peki, yavruları nerede? İşte o anda jeton düştü! Anladım ki evin etrafında dört dönmesinin sebebi çevrenizi kolaçan edin bakın eniklerimi buraya getirdim demek içinmiş. 

 

Evin etrafında yarım tur atınca bahçe musluğu yanında, hayvanlar su içsin diye konmuş olan taş yalağının karşısında bahçe malzemesi çuvalları arasında, yumak halinde kımıl kımıl yavrular. Dört ayak üzerine yürüyemiyorlar, sesleri çıkmıyor bakıyorlar ama görmüyorlar. Anne ile göz göze geldim. Bakışlarımdaki sevgiyi ve merhameti anlamış olmalı ki, gözlerini yumup açtı. Ben de aynı şekilde gözlerimi yumup açtım. Sırtı saldıracakmış gibi kavisliydi bu göz selamından sonra hemen düzleşti ve sesi değişti, şimdi tıslama, kesik miyavlamanın yerini kedi mırıltısı almıştı. İkimiz de derin bir oh çektik! 

 

Demek ki, bu güzel anne sığınacak yer olarak kedi kolonileri besleyen eşimin bahçesini seçmişti ve ben bu seçimde müspet rol oynamıştım! Bu Tanrı’nın bir sınavı mıydı bilemiyorum ama sefer güzergâhı üzerinde yavrularını emziren “Müezza” için askerlerinin yolunu değiştiren peygamber vicdanı yanında alçak gönüllü bir bağışçıktı benim davranışım. Çünkü yavruları ve bu enikleri görmeye, yürümeye, kendi besinlerini yiyebilecek hale gelene kadar tuttuktan sonra ne olacaktı? İşte meşhur sandal paradoksunu hatırlatan bir durum. Cankurtaran sandalı doludur. Denizde bir kişi kalmıştır. Eğer o kişi sandala alınırsa batacak ve herkes ölecektir…

 

Evimizde iki şahane kedi var. Eşim yazlığında bütün aç kedilere annelik ediyor. Kuru mama, ciğer ve etli yemek artıklarından ziyafetler hazırladığı gibi, sadece eski Trakya kaşarı yiyen müdavimlerini bile 

Alışverişlerde unutmuyor. Ben de elimden geldiği kadar, birkaç yıl önce veterinerden getirdiğimiz yaralı bir yavrunun köpekler tarafından boynu kırılmak suretiyle öldürülmesinden sonra, elimde uzun bir sopa kedi bekçiliği yapıyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim, köpekler insan davranışlarına bire bir tepki vermekte çok daha iyiler. Bahçeye elimde sopa ile çıkıp “Şeyhü’l-beled” heykeli gibi durup gözerine dik dik bakmam köpeklerin mesajı anlamasına ve yetiyor. Hemen uzaklaşıyorlar, tabii gece baskını yapmak üzere! Ancak şimdi sandal dolu durumu geçekleşti! Yaz ayları boyunca tatil beldelerinde kedi köpek beslemek zorunda kalıyoruz bu vicdanımızı rahatlatıyor ama sonbaharda işler tersine dönüveriyor. Beni kara kara düşündürtmeye başlayan durum! Yavrular için bu yaz sonunda üç şeyden birini yapmış olacağım. Birincisi yavruları evime götürmek (sandal batar!), ikincisi onlara yuva bulmak veya anneleri gibi tabiatın kucağına, kışın, gecenin ve köpeklerin insafına bırakmak!

 

Şimdilik hikayemi paylaşmakla yetiniyorum: bütün yaz boyunca bu yavrulara yuva bulmak için hem buradan, hem sosyal medya hesaplarımdan sürekli ricada bulunacağım. Haftaya görüşmek üzere…

 

----------  

DULDA

i. (Moğ. dulda)

1. E. T. Türk. ve halk ağzı. Gölge, sâye; himâye: Yiğit duldasında yiğit saklanır / Muhannette gölge olmaz dal olmaz (Karacaoğlan). 2. Kuytu, siper yer: (…) hayli aralıklı dut ağaçlarının ve kavakların duldasına yapılmıştı (Mustafa N. Sepetçioğlu). 





22 Haziran 2025 Pazar

KÜLTÜR DEĞERLERİMİZE SAHİP ÇIKABİLİYOR MUYUZ?

Devlet-i Ali- Osman’ı her alanda yağmalayan, üretilmiş bütün doğal ve insan işi değerleri temellük etmek için birbirleriyle kıran kırana bir yarışa giren Zeus’un gayrı meşru odalığı “Europa”, aynı yabani iştahla bütün coğrafyalardaki değerleri talan etmekten vazgeçmiş değildir. “Pis işlerini, silahları boylarından büyük lanetli kavme havale ettiklerini söyleyecek kadar küstah, kibirli ve yüzsüz de. “Europa”, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Çarlık Rusya’sı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve 21. Yüzyılda Çin’in bu talana ortak olmasına razı oldu. Kadim zamanların büyük “Turan”ından bakiye zengin Türkistan’ı iliklerine kadar sömüren Rusya, Doğu Türkistan’ı vahşi bir iştahla sömüren Çin ile el ele vermişken “Europa” fettan b,r dönüş yaparak indirgemeci “Orta Asya” adıyla andığı Türkistan’a bütk bir iştahla geri döndü. 

Türk milletinin akıl ve bilgiden uzaklaştığı çağlar boyunca, varlığını bile unuttuğu o kadar çok doğal değeri emperyalist güçlerin eline o kadar kolay geçti ki, onlar kendileri için inanılmaz derecede kıymetli bu yeni üretim bilgi ve araçlarını geliştirerek “katma değer”ler yaratırken - mesela “çiçek aşısı”- bizler öz mallarımızın alıcısı haline geldik. En nihayetinde Covid salgını sırasında Uygurlara zulüm eden Çin’e bile muhtaç olduk! Böylece sadece maddi olarak fakirleşmekten öte ciddi değer/varlık kayıplarına uğradık. Mesela “Türk Kırmızısı” denen renk İngiliz askerinin urbasında göz kamaştırmaya başladı! Türkülere konu olan “mavi şalvar”ın benzeri Cenova kumaşı “blue jeans”e dönüştürüldü. Bu sırada Yeniçerileri tarihe gömen Sultan II. Mahmut ise fes ve setre pantolon giyme mecburiyeti getirdi! Hâlbuki bir asır önce asaletleri meşkûk Avrupalı “asilzadeler” Türk kıyafetleri giyip bunlarla resim çizdiriyor, balolar Türk kıyafetleriyle katılıyor, evlerinde şark köşeleri düzenliyor, ut dinliyorlardı!

Ankara Keçisi yani “Tiftik Keçisi” ırkının çalınmasına mani olamadığımız gibi korkarım, Kangal (Karabaş), Akbaş, Kars /Kafkas, Koyun, Karaman, Türk Tazısı, Tarsus Çatalburun, Dikkulak /Çivikulak, Zağar, Zerdava/Kapı Köpeği ve Tonya Finosu* gibi köpek, Uzunyayla atı, Anadolu yerli atları (Asil yerli tip, Çukurova tipi), Ayvacık midillisi, Malakan atı, Canik atı ve Hınısın Kolu Kısası (Hınıs atı)** da elden gidecek!

Saymakla bitmeyecek bu gibi kayıplar ve muallâkta olup kaybedilecek veya kazanılacak pek çok gizli kalmış değerlerimiz hala diriltilmeyi bekliyor. Potansiyel değerlerimizden biri, ister inanın ister inanmayın, genetik olarak dinozorlara en yakın cins olduğu tespit edilen “Hacıkadı” tavuk cinsi! Soyu tarih öncesinden gelen bu önemli kümes hayvanı tıpkı Tiftik Keçisi, Türk Kırmızısı, Çiçek Aşısı gibi temellük edilmiş bile: Fransalılar tarafında aşırılıp Frengistan mutfağına dâhil edildiğini işittiğimde “Haydi, canım sen de!”dedim. Sizlerin de böyle dediğinizi duyar gibiyim. Fransalılar, Sinop’tan başka bir yerde yetiştirilmesi çok zor olan “Hacıkadı” tavuğunun bir benzerini (ki muhtemelen Sinop’tan gemi mutfağı için satın alınıp hayatta kalmış olanları) katma değer üreten bir değer haline getirmişler ve özel restoranlarda, ünlü aşçıların dokunuşlarıyla damak çatlatan bir lezzete dönüştürüp "Gourmet"lere sunuyorlarmış.

Tabii şunu kabul etmek zorundayım: ülkemiz artık kendi değerlerini kaybeden çaresiz insanların ülkesi değil. Hemen her şehirde, kasabada, köyde girişimci insanlar çıkıp ilerlemeye katkıda bulunuyor.  Sinop’ta da yeni nesil sadece mahallenin en iyisi olmayı değil dünya ile rekabet etmenin ve dünyanın en iyilerinden olmanın yollarını arıyor. Sinoplu Genç Girişimciler, Sinop mutfağının “Hacıkadı Islama” adı verilen yemeğini, Hacıkadı tavuğu ile yaptırarak, kente gelen özel konuklarına, ikram ediyor. Hacıkadı tavuğunun katma değer yaratacağını çok önceden fark etmişler. Genç girişimciler, Gerze Hacıkadı Tavuğunun Osmanlı Saray Mutfağı’nın vazgeçilmez bir lezzeti olduğunun biliyorlar. Hacıkadı tavuk ırkı ile benzer özellikler gösteren, lezzeti ile ün salmış Fransız La Fléche ırkının ıslah edilme sürecinin yüzyıllar öncesinden başladığının da bilincindeler. Bu sebeple soyu tükenmek üzere olan Hacıkadı tavuk ırkı için ciddi emek isteyen bir sürece girmişler. 

Genç girişimciler yaptıkları işi özetle şöyle değerlendiriyor: “La Fléche ırkıyla benzerlik gösteren Hacıkadı cinsinin, “et tavuğu” olarak ıslah edilebilir bir ırk olduğu 1931’den beri bilinmektedir. Bundan yola çıkarak, Hacıkadı tavuk ve horoz yetiştiriciliği amaçlı ulusal marka oluşumunu sağlamak ve beraberinde memleketimize yönelik turizm ve kültürel yöresel değerlerimizi yeniden oluşturmak amacı ile 2019 yılında on girişimcinin ortaklığında Hacıkadı Üretim şirketi kurduk. Şirket bünyesinde, tüm dünya üzerinde bulunan Hacıkadı popülâsyonunun toplamından daha fazla sayıda canlı oluşturduk. Irk koruma, markalaşma ve akademik çalışmalarda birçok projeye imza attık. Coğrafi işaret için müracaat ettik. Akademik çalışmalar tamamlandıktan sonra eminiz bu konu da halledilmiş olacaktır.”

* Orhan YILMAZ, Mehmet ERTUĞRUL, Iğdır Üniniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi

** Deniz TAŞKIN, Serdar KOÇAK; Afyon Kocatepe Üniversitesi Veteriner Fakültesi, Kocatepe Veteriner Dergisi





21 Haziran 2025 Cumartesi

HÜZÜNLÜ BİR HATIRLATMA


İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşım şâir Orhan Seyfi Şirin’in vefat haberiyle çok hüzünlendim. İçim acıdı.

Horlanan, itilip katılan milliyetçi öğrenciler içinde eli kalem tutan yiğit bir Ülkücü idi. Ruhu şimdi eminin Bosna değlarından Tanrı Dağlarına kadar atalarımızın hüküm sürdüğü coğrafyaları seyrediyordur… 

“Bulutları kilim yapıp” gezdiği coğrayaları anlatan hasret şiiri de şöyle…


TUNA BOYLARINDA  ALİŞİMİZ VAR

Sorma buralarda ne işimiz var!

Tuna boylarında Aliş’imiz var!

Yemen Türküsü’ne ağlayışımız,

Nasrettin Hoca’ya gülüşümüz var! ...

“Alı var” diyorlar “kırmızı güle”

Hasan’ım martini alıyor ele,

Ramizem’in evi kapılmış yele...

Yusuf’la Arda’ya dalışımız var! ...

Sevda yalan derler, sakın inanma!

Tuna’dan geliyor ince donanma!

Koca Yusuf seni unuttuk sanma!

Deli Ormanlar’da güreşimiz var!

Yunus gibi yüce pirlerim durur!

Sarı Saltuk gibi erlerim durur!

Anıttepe gibi yerlerim durur!

Samsun’dan yükselen güneşimiz var...

Akdeniz’de yüzer, Yavuz’umuz var!

Manastır içinde havuzumuz var!

Arda’da, Aras’ta, Zap’da kutlanır,

Nevruz Günü, Hıdırellez’imiz var!

Malkoçoğlu eyerler mi kıratı?

Eser zaman, yakın eder serhati

Mostar imiş şu dünyanın Sırat’ı

Yıkık köprüsünde bir taşımız var! ...

Kızanlar hatıra getire bizi...

Balkanlar koynuna yatıra bizi...

Yıllardır yaşatır hatıra bizi...

Üsküp’te beş yüzyıl kalışımız var! ...

Uyduk mürteciye, döndük şaşkına!

Döndük bir bir muhacire, düşküne!

Yetiş beylerbeyi Allah aşkına!

Üç yüz yıl uykuya dalışımız var!

Küfür saydık, felsefeyi bilimi;

Ezberledik hurafeyi zulümü! ...

Hak etmeden katliamı, ölümü,

Üç yüz sene bozgun oluşumuz var!

Al bre, al bizi, al götür bu yaz!

Tuna’yı, Bosna’yı özledim biraz!

Sorma bre sorma ne işimiz var!

Tuna boylarında Aliş’imiz var!


Orhan Seyfi Şirin

15 Haziran 2025 Pazar

ÖMER ONAY YOLUN KUTLU OLSUN


Ahmet Taşağıl Hoca ile sohbet ederken, “Bozkırın Çocukları” adlı bir senaryo üzerinde çalıştığımızı, hikâyemizin adını, “Gök Tengri’nin Çocukları” kitabından esinlenerek koyduğumuzu ve aslında tarih öncesi denilen ve Turan coğrafyasına ait verilerin çok az olduğu bir zamanı işlemek istediğimizi anlatmıştım. Bir rüya geçek oluyormuş gibi heyecanlanmıştık. Hatta o konuşmada Hoca’ya anlattığımız bazı sahneler hem Ahmet Hoca’yı hem de sohbetteki diğer arkadaşları çok etkilemişti. Logline şahane, sahneler tek tek güzeldi ama ortada eksik olan çok önemli bir şey vardı: Elimizde -tarih öncesinin Turan’ında yaşama dair- “ikonografik” birikim yoktu! Altın Elbiseli Adam, Pazırık Halısı, Lolan Güzeli, kemer tokaları, balballar, yay uçları, kam davulları, tabii Orhun Anıtları ve çok sonraları Siyah Kalem resimleri gibi farklı farklı dönemlere ait binlerce materyal ve objenin modern sanatlarla yorumlanıp görsel işitsel şölene dâhil edilebilmesi için hazırlanması gerekliydi.

Mesela evet destanlarımız, Dede Korkut hikâyelerimiz, Şehname’de anlatılan Efrasiyab, İran, Roma, Doğu Roma, Kuzey halkları destanlarında farklı Turan boylarının özgün hikâyecikleri vardı ama bunların modern sanatlar marifetiyle işlenerek “ikonografik” birikime dönüştürülmesi gerekiyordu. Böyle bir birikimin sinemada kullanımı, gelenekselleşmesi çok önemli midir? Evet! Nitekim milyarlarca lira harcanarak çekilen Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini anlatan filmlerin bilhassa “görsel betimle”de nasıl çuvalladıklarını hepimiz biliyoruz! Oysa mesela Rönesans tablolarından yola çıkarak film sahnesi açan Avrupalı yönetmenlerin eserlerindeki estetik ihtişam ve gerçeklik duygusu onlar için ne büyük bir destek tahmin edebiliyorsunuzdur.

Kılavuzsuz olduğumuz için çukurlara düşmeden tarih öncesi Turan filmi çekebilmek çok mümkün görünmese de çabalamaya ve aramaya devam ederken, 2023 Eylül ayında Kadıköy'deki Page Cafe Gallery'de Ömer Onay’ın sergisini gezerken de fark etmiştim ki, bilinmeyen zamanlar öncelikle ressamlarımızın hayal gücüne muhtaçtır. Ömer Onay, bu sergisinde bana göre “gerçeküstü” tablolarına "Balbal, Gök Klan, Budun" gibi adlar vererek estetik tercihini Turan’dan yana kullanmıştır.

Ömer Onay'ın AKM Çok Amaçlı Salon'da açılan Bilinç Akışı sergisine
Küllük geleneği devamcısı yazar, öğretim üyesi, iş adamı, öğrenci dahil
her meslek ve meşrepten olup alameti farikaları "Yasuf Abi" ve
"Hilmi Oflaz" muhabbetiyle maruf pek çok kişi katıldı.    

Onay’ın, “Yitik Âlemler, Zamandan Önce ve Noktrün” serilerini bir araya getiren "Bilinç akışı" adını verdiği yeni sergisinin, 19 Haziran-6 Temmuz 2025 tarihleri arasında AKM Çok Amaçlı Salon'da sanatseverlerle buluşturacağını öğrendim. Bu sevindirici bir haber!

1980’li yıllardan beri Yusuf Özaslan’ın muhabbet halkasından tanıdığım ve “Yusuf Abisinin” küllenmiş gibi görünen gönül ateşini harlamaya çalıştığı Ömer Onay, içine kapanık yapısıyla zor iletişim kurulan bir arkadaştı; Arkadaşlığından emin olmasanız, bu adam benden hiç hoşlanmıyor sanısına kapılabileceğiniz mesafeli bir duruşu vardı. Az konuşurdu. Bazen söz konusu resim ve üstat ressamlar olduğunda varlığını hissederdiniz. Bu suskunluk, çekinik yaşama tarzı, medarı maişet motorunun kaptanlığını da yapmak zorunda olduğundan çok uzun yıllar sürdü.

O sıralar estetik algısı ve tavrı hakkında hiçbir bilgim yoktu. Sadece sonsuza kadar akıp gidecekmiş gibi kavisli çizgileriyle resmettiği bazı çalışmalarını hatırlıyorum ki, o çizimler ciddi bir kabiliyete ait olduğunu bakar bakmaz hissettiren çizgilerdi. “Kurgu ve Gerçek” belgeselim için ondan “ara çizimler” yapmasını istediğimde, Ayrılık Çesmesi civarında bir mekânda oturup çok uzun yıllar sonra bir araya gelmenin keyfiyle saatlerce sohbet etmiştik. O suskun adam gitmiş yerine artık sanatı için yaşamak isteyen bir sanatçı gelmişti. Emekliliğini isteyecek, atölyesine kapanacak ve zihninde tasarladığı resimleri tuvale aktaracaktı. Kafasında sadece resimlerin hayali değil, belgesel projeleri de vardı.

Bugün daha iyi anlıyorum ki, Ömer Onay sessiz sadasız Turan coğrafyasına yönelmiş ve buradan devşirdiği ilhamlarla resimler çizmeye başlayarak bizlere farklı bir bakış açısı kazandırmaya başlamıştır. Yaptıkları, ondan hem sevgili “Yusuf Abisinin” hem de diğer arkadaşlarının umduğundan fazlası mı, azı mıdır, zaman gösterecek. Ama şunu samimiyetle söyleyebilirim ki, çok şifalı, çok faydalı, çok anlamlı çalışmalara imza atmıştır.

Küratörlüğünü M. Lutfi Şen'in yaptığı serginin 19 Haziran Perşembe günü saat 19.00'da AKM Çok Amaçlı Salon'da gerçekleşecek açılışına İstanbul dışında olduğum için katılamayacağım ama İstanbul’da olan bütün sanatsever, sinemacı, gazeteci arkadaşlarımın katılmalarını hararetle tavsiye ediyorum.

Ömer Onay

1958 yılında Trabzon, Köprübaşı doğumlu Onay, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Resim Bölümü'nden 1984 yılında mezun oldu. Reklamcılık sektöründe uzun yıllar grafiker ve sanat yönetmeni olarak görev yaptı. 1990-2009 yılları arasında kendi kurduğu reklam ajansını yönetti. 2005 yılından itibaren Noktürn serisi eserlerini hayata geçirdi. Sanatçı, 2023 yılında Page Gallery'de açılan ilk kişisel sergisinde Noktürn serisindeki çalışmalarını sanatseverlerle buluşturdu.

.jpg

7 Haziran 2025 Cumartesi

KARAMANMARAŞ GEZİ NOTLARI

Doğup büyüdüğüm şehir Kahramanmaraş’ı uzun bir aradan sonra yeniden ziyaret ettim. Bildiğim şehir” hâlâ yıkık. Bir zamanlar insanların yaşadıkları ama depremde yerle bir olan binaların yerine tanımadığım şehir yükseliyor. Yekpare ve sağlam görünümlü, “deprem dirençli” binalar ana caddeler boyu diziliyor… Her yerde yapım faaliyetleri var. Ulu Cami ve pek çok tarihi eserin etrafı perdelerle kapatılmış durumda. Muhtemelen yeniden canlandırma (restorasyon) işleri sürüyor. Sözün özü şehir bu haliyle bir şantiyeden farksız. Maraş’ın yıkılmayan, çok bilinçli şekilde deprem dirençli inşa edilen kısmı, Onikişubat ilçesi eskiden beri ayrı bir “yabancılık” hissiyaratmakla mâlûl.Çocukluğumun uçsuz bucaksız bağ ve zeytinlikleri yerine dikili 10-12 katlı binalar, binalar, binalar…Maraş Ovası ise zaten yapılaşmaya izin verildiği tarihten itibaren ölü! Doğma büyüme Maraşlı Abdi Tekerek Hoca’nın dediği gibi, “Ovaya her şeyin fabrikasını kuruyorlar ama ova fabrikası daha icat edilmedi!”

Birkaç gün boyunca bu şantiyeyi gezdim. İnsanların iç dünyalarını bilmek mümkün değil ama dışarıdan bakıldığında hayat bilindik telaşı, koşuşturma, katılığı, hatta acımasızlığı ile eski mecrasında akmaya başlamış. Deprem darbesini yemiş insanların devam eden hayatı “hep aynı” kabilinden. Mesela bir kuyumcuya düğün takısı almak için girdiğimde altın bozdurmaya çalışan pek çok insanın “nakit yok” gerekçesiyle geriye çevrilmesi üzücüydü. Kurban arifesinde elindeki altınını bozdurup bayramı rahat geçirmek isteyenlerin dükkan dükkan dolaşmasını mı, altınla yatıp kalkan esnafın her gelen satıcıya “para yok” demek zorunda kalmasını mıher şeyini kaybetmiş binlerce mağdur Maraşlının bütün bu olup biteni yabancılaşmış bir ruh haliyle izlemesin mi anlatmalıyım?Galiba ufunetli konular yerine şehre çiçek açtırmaya çalışan kültür konularından bahsetmek daha iyi.

Şehirde kültür faaliyetleri ile halkın bilhassa gençliğin yeni hayata adaptasyonunu sağlama çabalarındaki azim ve gayretdikkat çekiyor. Kahramanmaraş Musiki Derneği tarafından düzenlenen konser Maraş’ın kendi imkânları ile yaratılmış etkinliklerden bir olarak kentin kültür tarihinde yeni sayfa açacak gibi görünüyor. Çok tanınmış yıldız isimlerin itelemesi olmadan ve sosyal medyada yüksek etkileşim avuntusuna ihtiyaç duymayan bu tür etkinliklerin şehir için çok daha hayırlı sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Afşin Kültür Sanat Derneği’nin Âşık Mahsuni Şerif’e Vefa Konseri yine bu çerçevede ele alınması gereken olumlu etkinliklerden. Diğer yandan Sütçü İmam Üniversitesi rektörlüğü, öğrencileri için düzenlediği etkinliklerle öne çıkıyor. Kurgu ve Gerçek isimli belgeselimin bir yıl önceki ilk gösterimine katılan üniversite rektörü değerli Prof. Dr. Alpteki Yasın, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Mehter birimini şehre davet ederek üniversite salonlarında ve meşhur Başkonuş yaylasında mehter gösterileri düzenlettiğini Musiki Derneği Korosu Şefi Bahittin Bilginer’den işittim. Şehrin “kahramanlık” ruhuna bir buket Osmanlı lalesi sunmak gibi hoş bir etkinlik düzenlenmişolduğunu da mehter sancaktarı ve semazen Sabahattin Harma’dan öğrendim.

Belgesel sözü geçmişken, Kahramanmaraş Belediyesi Gençlik Spor ve Kültür Müdürü Duran Doğan’ı anmamak olmaz. Kurgu ve Gerçek Maraşlı Şeyhoğlu belgeselimizin hem çekim öncesi, hem çekim aşaması, hem de galası için adeta seferber olmuştu. Tabii bunların üzerinde iki koca yıl ve üst üste yaşanan iki devasa deprem geçti! Duran Doğan’ı bu seferki ziyaretimde, “Yum Baba Tekkesi”ni Abdülhamit Han tarafından verilen 150 altın ile bir Mevlevihane’ye çeviren Selim Dede ve Maraş Mevlevihanesi hakkında bir “film”yapma konusunu tartıştık. Anlık kısa bir maliyet hesabından sonra bu tür bir belgesel için yapılacak harcamaların “deprem yaralarını sarmaya çalışan” belediye tarafından değil, şehrin milli kültüre sahip çıkmaya hevesli kişi ve kurumlarınca finanse edilmesi gerektiği konusunda mutabakata vardık. Böylece memleketimin yeni Başkanı Fırat Görgel Bey ile tanışma faslı da “sponsorlara” kalmış oldu!

Bir araya geldiğimiz her defasında hatıralarla karışık sohbet ve fikir alışverişinde bulunduğumuz Abdi Tekerek Hoca bu defa çok ilginç bir olayı hatırla. Bahsedince tabii ben de hatırladım çünkü o gün oradaydım! Eski zamanlardaki kültürel etkinliklerden söz ederken hatırına düşüvermiş olmalı. 1970’li yıllarda kültür faaliyeti denildiğinde mehteran konseri, milliyetçi yazar ve şairlerin etkinliğe katılarak konuşma yapması, varsa kitap imzalaması, mümkünse Şeref Taşlıova, Murat ÇobanoğluÂşık Reyhanî ve tabii Ozan Arif gibibağlama ve söz ustalarının etkinliğe katılması akla gelirdi. Abdi Hoca 1977 yılında Besni Öğretmen Lisesi’nde görevliyken böyle bir etkinlik tertip etmişti. Katılımcılar arasında merhum Abdurrahim Karakoç da vardı. Besnili öğrenciler için tertiplenen etkinlik için yollara düşmüştük. Onlar öndeki araçta bizler minibüste mehteran takımıyla Besni’ye doğru yol alırken yağmur başlamıştı. Yol üzerinde tehlikeli bir köprü vardı: herhangi bir araç köprüye biraz hızlı girdiğinde sağ veya sol tarafta dereye uçmaması mucize olurdu. Nitekim öndeki araç gözümüzün ününde dereye uçtu! Aracın içinde “Her nesnenin bir bitmi var ama/ Aşka hudut çizilmiyor Mihriban” mısralarının yazarı Abdürrahim Karakoç da vardı! Mehteran grubu ve bazı arkadaşlar ilk şoku atlattıktan sonra coşmuş derenin sularına daldı ve hem Karakoç’u hem diğer yolcuları kurtardı ama Abdurrahim Bey’in kaburgası kırılmıştı! O meşum kazayı bir kaburga kırığı ile atlatmış olmak araçtaki kişiler adına büyük bir sevinçama ülke edebiyatı için gerçek bir mucizeydi.

O gün orada “Bayramlar Bayram Ola” şairi Abdurrahman Karakoç’u trafik canavarına kurban vermemiş olmamız bugünkü bayramları her defasında onun şiirleri ile ve hüzünle, hâlâ bayram yapamayan insanlarımızı ve din kardeşlerimizin acısını hissederek anmamıza vesile oluyor. 

Eminim o gün gelecek, Doğu Türkistan ve Gazze dâhilkanayan yaralar sarılacak, bayramlar bayram olacak!



3 Haziran 2025 Salı

TÜRKÇÜ YAZAR ALPER AKSOY

Ankara Aydınlar Ocağı, Türkçü yazar Tayyar Alper Aksoy'un sanat hayatının ellinci yılı için bir toplantı düzenledi. Zamanım olsa mutlaka katılacağım bir etkinlikti çünkü hem Alper Hoca’yı hem de çağımızın Dede Korkut’u Ahmet Bican Ercilasun Hocamızı çok özledimdi. Hem Alper Hoca’nın mutlu gününe iştirak etme hem de çağdaş “Dede Korkut” Ahmet Bican Hocamı görmek ve elini öpmek için de bir fırsat olacaktı.  

Tayyar Aksoy’u 1976 yılında Besni Öğretmen Okulu’nda tanıdım. Dayım Abdi Tekerek de aynı lisede öğretmendi. Dayımı ziyaretlerim sırasında gelişen ilişkimiz aralıklarla da olsa çok uzun zaman sürdü ve bugün hala devam etmekte. Asıl adı Tayyar olan Alper Aksoy, 1955 yılın Afyon Emirdağ doğumlu. Benden epeyce büyük olmasına rağmen, asla büyüklük, ağalık taslamak gibi bir tutum içinde olmadı. Adeta yaşça büyük bir arkadaş statüsünü sürdürdü. 


Hafızamda hemen beliren ve kronolojik bir sıralamadan mahrum hatıralara göre, Milli Eğitim ve Kültür dergisini yayınladığında gönüllü olarak İstanbul temsilciliği yapmıştım. Cemil Meriç Hoca dâhil pek çok yazar ile Alper Hoca’nın bağlantısı kurmuş, derginin İstanbul dağıtımını da yapmaya çalışmıştım. İstanbul’a kitap fuarına geldiğinde standında gönüllü olarak çalıştım. 

 

1980’den sonraki zamanlar milliyetçilerini büyük bir mahrumiyet içinde yaşamak zorunda kaldığı “evren zulmü” yıllarıydı. Ülkücüler derdest edilip zindanlara tıkılmış, bin bir zorluk içinde yaşama mücadelesi verenler de, örtük emirlerle “görmezden gelinmeli, yok sayılmalı, toplum dışına itilmeli” muamelesine uğruyorlardı. Buna rağmen dergiler çıkartılıyor, yazılar yazılıyor, kitap fuarlarına dâhil olunuyordu. Sözün kısası “evren’sel-empryalist tehditlerden” korkmuyorduk ve elimizden geleni bütün mahrumiyetlere, imkânsızlıklara, kısıtlamalara rağmen ardımıza koymuyorduk. 

 

Örnek mi? İstanbul’da gazeteci merhum Şevki Özpeynirci, Recai Yıldız, Ahmet Atalay, Veli Avcı, Erol Kılıç, “Baş Öğretmen”imiz Sakin Öner öncülüğünde “İstanbul” isimli dergi çıkartma çalışması başlamış, genel yayın yönetmenliği Tarık Buğra’ya teklif edilmiş ve onaylanmış ancak “evren-sel sıkıyönetim” izin vermediği için akim kalmıştı. Bu sırada ben, derginin çıkacağından o kadar emindim ki, Necip Fazıl ve Cemil Meriç’e aynı soruları içeren bir anket-röportaj teklifi ile gitmiştim. Zevkle hazırladığım bu anket-röportaj, dergi çıkmadığı için daha sonra Ahmet Kabaklı merhumun gözbebeği Türk Edebiyatı’nda yayınlanmıştı. 

 

Biz “evren-sel yasakların” pençesinde kıvranırken tam bu sırada Alper Aksoy içimize şifalı bir serinlik getiren Doğuş dergisini Ankara’da yayınlamayı başarmıştı!  Dergide kimler yoktu ki… Mehmet Kaplan, Cemil Meriç, Şerif Aktaş, Bilge Ercilasun, Galip Erdem, Ayvaz Gökdemir, Osman Yüksel Serdengeçti, Bahattin Karakoç, Beşir Ayvazoğlu, Muhsin İlyas Subaşı, Osman Çeviksoy, Ali Akbaş, Yahya Akengin, Şükrü Karaca, Nihat Genç, Yücel Çakmaklı, Göktürk Mehmet Uytun, Mahmut Sarıkaya, Coşkun Çokyiğit, Nuri Gedik ve şu anda adı aklıma gelmeyen veya internetteki tüm taramalarıma rağmen adı çıkmayan nice isim.


Tıpkı daha önce yayınlanan Mili Eğitim ve Kültür dergisi (1978-1982) gibi Doğuş dergisinin (1982-1985) gönüllü temsilcileri olmuş, yazı ve şiir vermiş, dağıtımı ve satışı için çok çaba sarf etmiştik. 

 

Şimdi bütün bu hatıraları canlandıran Alper Hoca’nın gönül aynasında yansıyan tutumlarına bakalım: Eserlerinde büyük Türk Hakanı Tunga’nın unvanı Alper’i kullanması Tayyar adı yerine özbe öz Türkçe ad seçmesi hem fikri hem de estetik bir tercihtir. Çünkü Türkçülük fikriyle kaleme aldığı eserlerinde yazar adı olarak “Tayyar”ı kullanmak onun içine sinmemiş olmalı. Bu aynı zamanda Türkçülüğün kurucu ataları Ziya Gökalp, Yusuf Akçuara, Ahmet Ağaoğlu, Nihal Atsız gibi ananevi isimlerden rahatsız olmayan öncülerle selefler arasındaki zihniyet değişimini ortaya koyan bir göstergedir. 

 

Bir başka açıdan da Alper Aksoy’u ülküdaşlarının derdiyle/acısıyla dertlenen dava sahibi bir aydın olarak öne çıkarır. “Ümraniye İçinde Vurdular Bizi” romanı Ümraniye’de 1 Mayıs Mahallesinde yaşayan ve geçimlerini “işçi” olarak sağlayan Salih Uluğ, Ömer Bayraktar, Cevat Koca, Bahri Bilge ve Sinan Koca’nın TİKKO tarafından kurulan sözde halk mahkemesinde yargılanıp infaz edilmelerini anlatır. 

 

Şimdi soruyorum bütün Milliyetçi, Türkçü, Ülkücü, Atatürkçü, vatansever, hak-hukuk-adaletçilere: Alper Aksoy bu romanı yazıp beş Ülkücü şehidi tarihin sayfalarına kazımasaydı hanginiz hatırlayıp anacaktınız?

Cevap yok değil mi?

İşte Alper Aksoy farkı budur! 






25 Mayıs 2025 Pazar

GÖREVİMİZ: TEHLİKE - THE GET LEN!

Uzun bir ardan sonra çokça reklamı yapılan bir filmin ön gösterimine gitmek fikri beni daha en başından yordu! Sabahın saat yedide tıraş ol, duş yap, elbiselerinin ütüsü bozulmuşsa onları giyilebilir hale getirmek için ayrıca mücadele et! “Aha, o paça öyle mi düzeltilir? Gömleğin yakasında yapılacak son rötuşta dikkat parmakların yanmasın!” Gibi inanılmaz teferruatlar insanı daha yola çıkmadan yorar. Bunun kahvaltısı, otobüs/metrobüs/maramaray aktarmalarından sonra filmimin gösterildiği salona ulaşmak için aşılacak yol veya inilecek çıkılacak, yürüyen / dönen merdivenler aşamaları ayrı bir enerji deposu gerektirir…

Yıllar boyu bu tempo benim günlük rutinimdi. Fakat sonra birdenbire kontağı kapatıverdim. Basın gösterimlerine katılmaz oldum.  Neden diye sorduğumda hala sağlam bir cevap verebilmiş değilim ama işte birdenbire durdum. Gitmez oldum. Ama ön gösterimlere gitmeyişlere nadir olsa da ara verdiğim oluyordu. İşte bunlardan bir tanesinin sebebi: Cannes film festivalindeki gösteriminden sonra “Görevimiz Tehlike” filmini izleyenlerin uzun süre ayakta alkış tutmalarını okuduğumda sorduğum soru “Neden?” oldu. Haberde nedenden söz edilmiyordu. Spotu şöyleydi: “Bu yıl 78'incisi düzenlenen Cannes Film Festivali'ne Tom Cruise'un başrolünü üstlendiği Görevimiz Tehlike: Son Hesaplaşma (Mission: Impossible – The Final Reckoning) damga vurdu. Merakla beklenen film 5 dakika boyunda ayakta alkışlandı.” Cannes müdavimler veda filminde ne görmüş olabilirlerdi, dakikalarca alkışlayacak? Merak her iyinin ve sıkıntının başıdır derler. Sıkıntı çekme ihtimalini bir tarafa bırakarak merakımı gidermek için filmin basın gösterimine gitmeye karar verdim.

Her bir yandan gümbür gümbür sesler gelen salonda (birazdan başımıza çökecek gibiydi!) üç saat boyunca dizimi kırıp oturdum, perdede akan görüntüleri takip etmeye çalıştım ama Görevimiz Tehlike, IMAX sistemi ile çekilip gösterildiği için devasa bir perdeye yansıyordu. Devasa resimlerin, küçük ekranlarda izlemeye alışmış “çağdaş” seyirciler için çok büyük bir baskı oluşturduğunu fark ettim. Çünkü ben de aynı sıkışmışlık duygusunu film bitene kadar hissettim. İkincisi olarak, devasa ses sisteminin salonun dört bir tarafından gelen gürültücü baskısıydı. Gerçekten çok yüksek, o kadar ki, adeta havayı dalgalandırarak hafif esinti bile oluşturuyordu! İşte bu acayip gürültüler sağ ve sol yandan izleyeni ikinci defa sıkıştırıyordu. Eğer duvara dayalı son koltukta oturmuyorsanız arkadan bir kaçış yolu var ferahlığına kapılma ihtimaliniz var diye düşündüm. Nitekim benin bir sıra önümde oturan bir genç seyirci ara ara başını arkaya çevirip, adeta “Evet işte orada boşluk var, oradan kaçabilirim!” ifadesini fiziken canlandırıyordu! Abarttığımı düşünen varsa bu patırtıcı filmi gidip IMAX sisteminde izlesin ondan sonra karar versin.

Görevimiz Tehlike son hesaplaşmayı bu kadar baskıcı-ezici bir ortamda seyrettiğim için sevemedim desem yanlış olur. Gerçeği söylemem gerekirse IMAX sisteminde çok hoşuma giden filmler de seyrettim ama “Mission: Impossible – The Final Reckoning” filminde çok daha fazla şey rahatsızlık veriyor: Filmin senaryosunu yazanlar, sanki emeklilik jübilesi için son bir film daha çekmek isteyen bir starı, hatıraları ve son haliyle, bir kokteyle dönüştürerek sunmaya çalışmışlar. Haydi kokteyl meramı ifade etmediyse, “kolaj” diyelim. Sürekli geçmişe vurgu yapan hikâye her defasında katlanarak kalınlaşıyor ama bir ağırlık kazanamıyor: özetlersem, eski filmlerdeki bazı unutulmaz diye nitelenen sahneleri ve bunlarla bezeli ajanlık hikâyeciklerini son bölüme bağlayarak ortaya karışık bir şiddet pornosu çıkartmışlar. Mesela iki pır pır uçağın gökyüzünde sıkıntı verecek kadar uzayan kovalamacısı sırasında ajan Ethan Hunt (Tom Cruise), bir uçaktan ötekine, ön koltuktan arka koltuğa inip binmekten adeta erotik bir zevk alıyor gibiydi. Uçağa bütün bedeniyle sarılıyor, olmadı kucaklıyor, olmadı bir bacağını gövdeye sararken diğerini pilot kabinine sokuyor ve bu neredeyse sonsuza kadar uzayacakmış sıkıntısı verene kadar tekrarlanıyordu! Anladık! Karşı karşıya kaldığı hiç bir zorluğun altında kalmayan Ethan Hunt’ın  bu son şovu da diğerleri gibi bir sanat eseri olarak değil, eğlencelik olarak çekilip seyirciyi eğlendirmeye yönelik yapılmış ama uçağa da böyle sarılmak olamaz ki!

Sinemaseverler olarak, şiddet ve komplonun zirve yaptığı ama yine de içimizdeki “hayranlık aynasına” yansıyarak bizleri uzun süre etkisi altına alan filmler seyrettik. Görevimiz Tehlike serisi filmlerdeki bazı sahneler bazen bu etkiyi yaratmadı değil. Onlar “hayranlık aynası galerimizde” dururken,  pek çoğunu uyandırıp son filme tekraren koymaları veda filmini olduğundan da zayıf gösteriyor: bu çapta bir sahne çekemedik, eskisiyle idare edin gibi. Evet, işte bu: Görevimiz Tehlike serisi formatı yıllar içerisinde o kadar çok aksiyon türü tüketti ki… Motosikletle dağlarda, uçurumlarda dans etmek, uçakların içinden dışına, motorundan kuyruğuna geçmeye çalışmak, dünyanın en yüksek binalarının tepelerinde veya cam duvarlarında kay kaycılık oynamak, kimsenin içine sızamayacağı istihbarat binalarına kapıdan bacadan değil lazer korumaları ışıklandırmalardan geçmek ve daha neler neler. Görevimiz tehlike veda filminin en zorlama sahnelerinden birisi batık Rus denizaltısının kozmik odasına girerek savaşı bitirecek ilk kodun ele geçirildiği sahnelerdi. Su altında çekilen ve adeta bizlere boğuluyormuş duygusunu yaşatan kaliteli filmlerin yanında, seyrettiğimiz sahneler çok yapay ve zorlama kaldı. Ayrıca batık denizaltıdan dalış elbiseleri ve oksijen tüpsüz kurtulmanın mümkün olmadığını bile bile böyle bir sahne çekmek artık seyirciyi eğlendirmenin ötesine geçmiş, aptal yerine koymak olmuş. Biz de cevabını verelim. Ethan diyor ki, “Görevimiz: Tehlike”. Biz ne diyoruz? “The Get Len!”