4 Ekim 2025 Cumartesi
Gerçekten daha gerçekçi: Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another)
Savaş Üstüne Savaş, Amerika’nın barış ve esenlik ortamında çekilip kurgulanan, “gürültü, şiddet, inat, faşistlik, aldatma, hile, egemenlerin acımasızlığını katıksız halde ama kara komedi tarzında anlatan” bir Paul Thomas Anderson filmi. Seyredilirken akla Gazze’de bombalar altında, susuz ve aç, yeryüzünde görülebilecek en zor şartlarda büyüyen çocukları düşündürdüğünü ama aslında Gazze ve Filistinlilerle hiç ilgisi olmadığını söylemeliyim.
Anderson, Savaş Üstüne Savaş’ı, Thomas Pynchon’ın “Vineland” romanından uyarlayarak peliküle aktarmış ki roman 1990 yılında yayınlanmış ve Türkçe baskısı da mevcut. Ben okumadım.
Anderson’ın derdi, daha önce seyredebildiğim bazı filmlerinden edindiğim izlenime göre Amerika Birleşik Devletleri ve onun “derin, karanlık, ırkçı, faşist vahşi kapitalist elitleri” ile. Yönetmenin etikası ise “hakikat, aldatmaca, insanlaığın köleleşmeyi ve direnmeyi aynı bünyede taşıyan şahane ama çelişkili doğası” üzerine. Yanılıyor olabileceğimi şuraya not düşeyim. Adam bu satırları görüp kahkahalarla gülüp “Ne alaka?” da diyebilir.
Biz sinema yazarları 365 gün film izleyip onlar hakkında ahkâm kesip değerlendirmeler yapıyoruz ama bu onların ne kadar umurunda? Bizi okuyorlar mı? Okuyorlarsa ne düşünüyorlar? Hiçbir etkileşim, bilgi alışverişi yok. Ziya Osman Saba’nın arkadaşı Tarancı’yı “Yaz Cahit yaz!” diye teşvik etmesi gibi bizi teşvik eden de yok! Fakat en kocamışımızdan en gencimize, seyrediyor ve yazıyoruz:
Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another) filmi, zalimliğin her şekline karşı duruyor ama en çok Amerikan ırkçılarına öfkeli; “Ari”ci o ırkçılara göre aşağı ırktan sayılanların acımasızca dışlanmaları, direnmeleri halinde daha acımasız biçimde yok edilmelerini “sade gürültü”den ibaretmiş hissi uyandıran bir müzik, soluk aldırmayan bir kurgu, izleyiciyi içine alan harika görüntüler ve rollerini adeta öz derisini sıyırıp atıktan sonra senaryodaki karakterin derisini bürünmüş gibi canlandıran oyunculuklarla büyülüyor!
Devrimcilikten ayyaşlığa evirilen ve hikâyenin “kara mizah” tarafını seyirciye ince ince hissettiren Ghetto Pat rolünde Leonardo DiCaprio, egemenlerin ırkçı “Noel Maceracıları Kulübü”ne girmek için öz çocuğunu öldüremeye karar verecek kadar gözü dönmüş faşist bir Amerikan subayı olan Steven J. Lockjaw karakterini muhteşem bir performansla yani derisini sıyırıp attıktan sonra rolüne bürünerek canlandıran Sean Penn, gözlerinin çekikliği sebebiyle “Ne latini canım? Bildiğin Kızılderili” diyerek onun için Latin oyuncu diyeneler itiraz ettiğim karate hocası Sensei Sergio St. Carlos rolünde Benicio del Toro ve Hollywood’un çok yüksek oyunculuk ortalamasının zirvesinde dolaşan pek çok oyuncu… Bunların arasına filmdeki akıbeti ile bize Gazze’de yaşayan ve kendiliğinden “direnişçi/savaşçı” olarak büyüyen Filistinli çocukları hatırlatan 16 yaşındaki Willa karakterini canlandıran Chase Infinit adlı oyuncuyu da eklemeden edemeyeceğim.
Filmdeki direnişçi grup adı olan French 75’in ne olduğunu araştırdığımda, aslında bu adın New York adlı barda icat edilen “cin, şampanya, limon suyu ve şekerden yapılan bir kokteyl” olduğunu öğrendim. Fransızcada kısaca “soixante quinze” olarak bilinirmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında ilk şekli 1915 yılında Paris'teki New York Bar'da barmen Harry MacElhone tarafından yapılmış.
Demek ki, saf ırkı savunan Amerikalı ırkçılar, her ırktan insanın bir arada olduğu French 75 direniş örgütünü kendileri gibi “katışıksız” değil melez olduğu için yok etmişler şeklinde bir “eğretileme” geliyor akla. Nitekim Steven J. Lockjaw (Sean Penn) zenci direnişçi kadın Perfidia Beverly Hills’ten (Teyana Taylor) olan kızı Willa’yı melez olduğu için öldürme kararı alıyor.
Hikâyenin acıklı komikliğini en çok hissettiğimiz sahneler ise 16 yıl sonra Fren h 75 bakiyelerinin izini bulup yok etmeye çalışan Yüzbaşı Lockjaw ve ekibinin ölümcül baskını sırasında devrimciler arasında yaşanan “parola” tartışmasında ortaya çıkıyor! Alkol ve uyuşturucudan beyni yanmış eski devrimci Ghetto Pat parolayı hatırlamadığında neredeyse bizim “Kemal Sunal-Şener Şen” diyaloglarına dönüşen uzun ama burada komik ama acıtan diyaloglar dizisi dinliyoruz.
Şöyle bitireyim: Televizyonlarda, sosyal medyada Doğu Türkistan ve Gazze’de yaşananları görüp adeta katatoni geçiren şizofrenler gibi hiç tepki vermeyenler bu filmi mutlaka izlesin. Çünkü onlar gerçeklere değil kurmacaya daha çok inanıyorlar. Böylece belki de dünyada neler olup bittiğini, egemenlerin muhaliflerini her 30 yılda bir yeniden yaratıp onları bir kere daha yok etmekten zevk alışlarını hatta bunu bir macera addetmelerini anlayabilirler.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder