Lise son sınıftaydım. Üniversite sınavlarına girmek için İstanbul’a geldim. Topkapı Şehirlerarası Otobüs Garajı’nda indim. Elerimizde valizler, o zaman Ülkücülerin hâkimiyetinde olan Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdu’na doğru arkadaşmarla yürümeye başladım. Millet Caddesi’nden “Topkapı Suriçi”ne girdiğimiz hatırlıyorum.
Aramızda “Fatih’in İstanbul’a girdiği kapıdan girelim” muhabbeti de yapmıştık. Theodosius Surları ile Suriçi mevkii arasındaki dar bir yoldan epey yürümüştük ki, Fatih’in muzaffer bir hakan olarak girdiği kapıdan değil, muhtemelen Konstantinos (Dragaš) Paleologos’un kanlar içinde yere yığıldığı sokaklardaydık.
Garajdan itibaren ilk İstanbul gözlemimi yapmaya başladım. Güzergâh üzerindeki yıkık dökük surlar, delik deşik ve rengi yağlı-kara asfalt, yollarda sürekli korna çalarak bütün şehri taciz eden dolmuş ve otomobiller, ilk defa gördüğüm ve İstanbulluların “Leyla” adını taktığını daha sonra öğreneceğim Leyland ve Büssing marka İETT otobüsleri, İstanbullu mu taşralı mı ayıramadığım, akın akın bir yerlere koşuşturan kirli sakallı, ütüsüz pantolonlu, yüzü gülmeyen, selam vermeye ahali… Göğsümde ve beynimde kocaman bir burkulma hissedip “İstanbul bu muymuş?” dediğimi hatırlıyorum. Bu soru daha sonra bir kanaat hâsıl edecek ve şu başlığı manşete taşımama sebep olacaktı: “İstanbul evde yok!”
Çünkü biz “taşralılar” için İstanbul’a adım atmak demek dünyayı fethetmek demekti! Amerika, İngiltere, bütün Avrupa’yı gezip gelene dahi, “Yediğin içtiğin senin olsun, İstanbul'u anlat” denirdi. Çünkü biz “taşralılar” yüzyıllarca Dersaadet’e girebilmek için “mürur tezkiresi” (XVI. yüzyılda ‘yol hükmü’ deniyormuş) almak zorundaydık.
İşin özü, Dersaadet’e, yüzyılların hasretini bitirip saadetlere gark olmak için değil, babalarımızın“Yeter ki oku, ceketimi bile satarım” sözleriyle teşvik ettiği “diploma” uğruna gelmiştik.
1970’li yıllarda ilginçtir ki, Türkiye’nin her yerinden lise öğrencileri çok iyi performans göstererek üniversiteleri doldurmaya başlamıştı. Benim üniversite sınavına girdiğim ilk sene hiçbir okulu kazanamayarak “ön kayıt” yoluyla eğitim enstitüsüne giriş yapmam İstanbul’u daha iyi tanımama ve hayatımı bu şehirde sürdürme kararı almama sebep olmuştu. Kuyubaşı’ndaki okulda “normal” eğitimimiz, iktidarın değişmesi ile kâbusa döndü. Merhum Ecevit, hayatının en kötü kararını aldı. Sözde “faşistlerden” eğitimi kurtaracaktı. Bunun için eğitim alanında dünyanın en tehlikeli yolunu seçti. Devlet eliyle hak etmeyenleri okullara kaydetti ve üç aylık hızlandırılmış eğitimle öğretmen diploması verdirdi. Türkiye Cumhuriyeti 42. Hükümeti, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından sonraki en şaibeli, en kötü kararı alarak uygulamıştı. İstanbullu hanımların dediği gibi “nevrim döndü” ve tekrar üniversite sınavına girerek çok sevdiğim tarih ve Türkoloji okumaya başladım. Fakat bu girdiğim okulun Ülkücüler için çok karanlık bir tarihçesi vardı! Fakültenin koridorlarında yeni arkadaşlardan Yusuf İmamoğlu’nun hikâyesini dinlerken aklıma babamın “Yeter ki oku, ceketimi satar para gönderirim!” dediğini hatırladım. Merhum Yusuf’un daha sonra tanıdığım ve ellerinden öptüğüm anacığı oğlunu okutmak ve diploma sahibi olmasını sağlamak için neler yapmamıştı ki? Bir diploma için anasının güneşi Yusuf ve onun gibi binlerce genç bu ülkede toprağa düşmüştü!
Acıklı hikâyeler yanında acılı ama sonu olumlu bağlanan hikâyeler de var: Mesela Besni Öğretmen Lisesi’nde müdür odasında tanıdığım o zamanların Besni savcısının hikâyesi!
“Benim anam sığırtmaçlık yaparak bana para gönderdi Coşkun! Ankara Hukuk’u ya dört yılda bitirecektim veya sığırtmaç olacaktım, çünkü anamın bir gün daha elinde değnekle sarı kızın peşinde koşacak hali yoktu! O yüzde yurdun bahçesindeki en sivri taşı aldım ve ders çalışırken uykum geldikçe kafama vurarak zihnimi uyanık tuttum!”
Ve bu sığırtmaç çocuğu, Ankara Hukuk Fakültesini Mukbil Özyörük gibi hocalarına rağmen dört yılda bitirip diplomasını almıştı!
İşte hikâye budur! Memleketin dört bir yanını istila eden köylülük ve köylü kurnazlığı değil!
Bedevilerin medeniyet kurduğu duyulmamıştır ama medenileri saf dışı ederek bozdukları, yakıp yıktıkları çok olmuştur. Ülkemizde yaşanan da budur: Bedeviler ile mendiler çatışıyor ve maalesef kaybeden medeniler oluyor... Ne diyor Necif Fazıl:
Gir de bir bak ülkema
Başsız başsız adamlar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder