24 Aralık 2023 Pazar

HAYAT, ZEKİ DEMİRKUBUZ VE ULUSAL SİNEMA

Sinemamızın nevi şahsına münhasır yönetmeni Zeki Demirkubuz’un yeni filmi Hayat, gündelik yaşantıya dair bir dizi can yakıcı olayı anlatıyor. Anadolu’nun bir kasabasında mayalanıp İstanbul’da yoğrulduktan sonra tekrar kasabaya dönen ve burada pişen bir hikâye. Demirkubuz, kendi tarzını sürdürüyor. Bundan önce çektiği, hem beğenilen ve hem de ses getiren hikâyelerine de gönderme yaptığı son filminde insanımıza dair bakış açısını biraz değiştirmiş, kamerasını daha da yakınlaştırmış görünüyor. Anasız babasız büyümüş Rıza (Burak Dakak), her gün sabah ezanından önce kalkıp dedesini hazırladığı mükellef kahvaltıdan sonra yol üstünden aldıkları ‘hamurcu’yla beraber fırına giderek ocak başına geçip ekmek pişiren, aldığı ilk molada kapı önüne atılmış sandalyeye oturup sigara içip yorgunluk gideren, akşam birkaç arkadaşıyla takılıp erkenden eve dönüp uyuyan, ertesi sabah döngüyü tekrar, ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar, tekrar ve tekrar yaşayan bir gençtir. Sabahın köründe kahvaltıda dedesine sorduğu soru şudur: “Ben kahvaltı etmekten bıktım, sen her gün kalkıp böyle mükellef kahvaltı hazırlamaktan bıkmadın mı?” Dede (Osman Alkaş) eski topraktır. Rıza ise elinde akıllı telefon düşmeyen bir günümüz genci. İki nesil arasındaki farkı daha bu sahnede fark ederiz. Yolda araca aldıkları fırın işçisi hamurcu ise her sabah onlara başka bir ilginç hikâye anlatır. Rıza, hamurcuya (Ozan Dağara) sorar, “Bütün bu ilginç olaylar senin başına mı geliyor?” Sorusuna kendi cevap verir: “Biz ot gibi yaşayıp gidiyoruz da!” Yani buraya kadar anladık ki, “Kasaba Kapanı”na sıkışmış bir hikâye ve onu bütün gayretiyle seyredilir hale getirmeye çalışan bir “auteur” var karşımızda. Peki, şaşırdık mı? Hayır! Daha önce de yazdığım gibi Türk sinemasının en ciddi çıkmazıdır kasaba. Köy Enstitüleri mezunu romancıların köylü aşkı gibi (ki bu anlaşılır bir şeydir çünkü onlar saf kan köylü çocuklarıydı) yeni nesil sinemacılarımızda da bir kasaba aşkı var. Boğaziçi mezunundan lise terke, Rus edebiyatı hayranından İslam kıssalarıyla yetişmiş milli sinemacısına, sınıf bilinciyle kasılanından lümpenine kadar bir “kasaba-perestlik” söz konusu. Sinemamızın “yaratıcı yönetmenlerinin” kasabadan daha doğrusu “kasaba ölçeğinde minyatürleşen hayal-hikâye-fikir dünyasından” çıkmalarını sabırla bekleyelim ve yeniden Hayat’a dönelim. Aslında Rıza, yaralı bir kurt gibidir ve acısını saklamaktadır. Çünkü komşularının kızı Hicran’ın (Miray Daner) fotoğrafı ona gösterilmiş ve seni bu kızla baş göz edeceğiz denmiştir ama nişandan iki gün önce Hicran kayıplara karışmıştır. Eski Türk halk hikâyelerinden bildiğimiz daha sonra Metin Erksan’ın çok farklı bir boyutta ele aldığı (Sevmek Zamanı-1966) fotoğraf/a/takine âşık olma hali Demirkubuz’un filmindeki sürprizlerden bir. Yönetmen, kahramanı Rıza’nın kasabada yaşadıklarından dolayı içlenip, kabarıp köpürmesini ve yollara düşüp sözde nişanlısından hesap sorma ruh haline gelmesi sürecini geliştirirken aslında alttan alta bu eski halk hikâyelerimizdeki izleği takip ettiğini ustalıkla gizleyerek sürprizini finale saklar. Peki, kızımız Hicran neden kaçmıştır? Pek çok kasabalı kızın el çırparak karşılayacağı ve sevinçle evlilik gününe hazırlanacağı görücü usulüyle evlenme tarzına neden sert tepki göstermiştir? Feminist bir tepki midir? Hayır! Aslında filmde, Hicran’ın kaçışına zemin hazırlayan sahneler yoktur. Bu yüzden başlarda onun neden kaçtığı muallâktadır. Ama onun kasabaya döndükten sonra hey heylenip evini yine terk edeceği sırada yatağın üzerinde boş boş uzaklara baktığı, iki kolu önüne düşmüş, bilekleri kelepçelenmiş gibi durduğu ama parmaklarının arasına bir “akıllı telefon” iliştirilmiş halde oturuşu vardır. O plan aslında sadece Hicran’ın değil, kaderin akışına başkaldıran bütün kasabalı kızların portresi gibidir. O planı sakın kaçırmayın! Zeki Demirkubuz’un, kendisi kendisini herhangi bir şekilde sınıflandırmasa da, ocağına incir dikildiği söylenen “Ulusal Sinemanın” yeni “auteur”ü sayılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu ekolün yaratıcılarının kendi insanlarıyla, onların tarihiyle, kültürü ve inançlarıyla bir kavgaları yoktu. Onları anlamaya, anlatmaya ve yüceltmeye çalışıyorlardı. Zeki Demirkubuz da, Hayat filmiyle bu estetik algıyı içselleştirmiş, sahiplenmiş görünüyor. Hayırlı Olsun! Notlar: Burak Dakak’ın taşralı bir genci canlandırışındaki sağlam duruşunu, gelecekteki başarılarına yormak gerektiğini düşünüyor ve vurguluyorum. Cem Davran, 50’li yaşlarda çocuklu dul bir emekli öğretmenin yaşdönümü kıvranmalarını o kadar güzel canlandırıyor ki, 50’li yaşlarıma geri döndüm âdete! Miray Daner (Hicran), o zaten fotoğraftaki kızdı. Öyle durması oynaması gerekiyordu. Ama hayatın ne olduğu kafasına dank ettiği ve kendininkini nasıl da avucunun içinden kaçırdığını anladıktan sonra, ormanın içinde tek plan gibi çekilmiş sahnedeki oyunu: debelenmesi, haykırarak gözyaşı dökmesi çok sağlam bir performanstı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder