İngiliz şair ve düşünür T.S. Eliot, dilimize Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu (şimdi Prof.) tarafından çevrilen, Kültür Bakanlığı Yayınlarınca “Kültür Üzerine Düşünceler” adıyla kitaplaştırılan makalelerinden Kültürün Üç Anlamı başlıklı ikinci makalesinde diyor ki: “Tabidir ki, ferdin kültürü, içinde bulunduğu sınıfın ve toplumun kültüründen soyutlanamaz.”
İçinde bulunulan toplumun kültürü, “Gelenek” ve “Modernizm” arasında bir yerde ise? Böyle bir toplumun kültürü nasıl
tanımlanabilir? “Gelişen kültür mü? İstikrarsız kültür mü? Çözülen kültür mü?” Yazar, kültürün doğal gelişmesini kast ederek, “ihtisaslaşmanın”
bir kültü için en ciddi sorun olduğunu vurguluyor. Ancak benim burada
bahsettiğim, doğal sürecinde hayatiyetini devam ettiren kültürler değil, “Gelenek”
ile “Modern” arasında çatışma yaşayan kültürdür.
Batılı Düşünce Kalıpları
Bu çatışma, günümüz Türkiye’sine Osmanlı
Türkiye’sinden devreden bir büyük sorundur. Tarihidir. Sadece sanat ve edebiyat
tarihleri incelediğinde bu çatışma net biçimde anlaşılır. Mesela Abdullah Cevdet ve Süleyman Nazif’in fikir dünyalarındaki farklılık bile konunun bir
özetidir. Mesela, “modern Türkçe’nin kurucusu” ve “Beyaz Lisan”ın babası
sayılan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir
dönem “Nev Yunanîlik” yoluna meyledip sonra vazgeçmesi; Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbına Bakışlar”da; Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset”te; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın makalelerinde, geleneksel kültürün Batı
kültüründen aşağı kalır yanı olmadığını, kendine has bir değerler sistemi
içerdiğini Batı kültürü ürünü “paradigmalar” ile ispatlamaya çalışmaları!
“Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık, Osmanlıcılık”
gibi isimlerle anılan düşünce ayrılıkları, daha Osmanlı Türkiye’sinde kültürel farklılaşmaya
evirilmişti.
Ben ve Öteki Zıtlaşması
Bugün bu farklılaşma hayatımızın her alanında çok
daha net biçimde görülebiliyor. Üstelik “kültür” bir toplumun sorunlarıyla baş
edebilme ve onları çözebilme kabiliyet olmalıyken tam tersine bir işlev görmeye
başladı. Kültürdeki ayrışma, çatışma üretmeye başladı. Laiklerin kültür algısı,
dindarların kültür algısı, devrimcileri kültür algısı, cihatçıların kültür
algısı, Atatürkçülerin kültür algısı, İslamcıların kültür algısı tamamen farklılaşmış
halde. İşin acıtıcı yanı ise başkalaşmış algıların dışa yansıtılmasının “ben ve öteki” zıtlaşması üzerinde
ifade edilmesi. Sanırsınız ki, uzaydan ayrı cinsteki varlıklar Türkiye’ye
düşmüş birbirlerini tekrar uzaya ışınlamaya çalışıyorlar…
Çok Ciddi Bir Yara
Türkiye kültür birliği konusunda “kan kaybediyor”. Bu kan kaybı da
pansumanla durdurulabilecek bir şey değil. Daha çok içten tedavi gerektiren bir
süreç. Nasıl ki biyolojik varlığımızda oluşan bir incinme ciddi bir teşhis, reçetelenme
ve sabırlı bir tedavi süreci gerektiriyorsa, 200 yıldan beri derinleşen bu
kültürel yarılmanın da sabırla ve yavaş yavaş iyileştirilmesi şart.
Neyse ki bu aşamada dahi kültürel varlığımızı tehdit
eden kültür yapıları ananevi kültür kodları üzerinde hâkimiyet kuracak
yeterlilikte değiller. Geleneksel kültür damarlarımızda hâlâ alyuvarlar ve
bağışıklık hücreleri iş başında…
Bir Uçurumun İki Yamacında
Milli kültür yüzlerce yıl içerisinde bir kabuller
sistemi oluşturur. Mesela aynı kültür dairesi içinde olmasına rağmen başka
zamanlarda, başka coğrafyalarda ve dillerde yapılan bir nüktenin
yerlileştirilmesi buna örnektir: Mevlana’ya, Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm”
beyti okunur, Mevlana da, “Koca Türkmen
bizim cilt cilt kitaplarda anlatmaya çalıştığımızı bir iki satırda anlatıvermiş”
der. Bu anekdotu duymayanımız yoktur. Aslında öğrendiğim kadarı ile (çünkü onalar
da başkalarından temellük etmiş olabilir) İmam Gazali’nin bir sözüymüş bu. Ahmed-i
Gazali’nin bir rubaisini hazrete okurlar o da, “Ömrümüz telifatla geçti, bizim Ahmet ise dört satırda her şeyi dile
getirmiş” der. Bu anekdotu Batıcılıkta aşırılığa giden ve baş muarızı
Süleyman Nazif olan Abdullah Cevdet aktarmış... 100 sene önce Batıcı olsun,
Gelenekçi olsun bütün Türk aydınları “Şark
Kültürü”ne hâkimdi. Bugün, Batıcı ile Gelenekçi bir uçurumun iki
yakasındaki muarızlar olarak birbirlerine seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Ha! Ahmed-i Gazali’nin o rubaisi ne mi?
Senin gönlün daima meshur* ve
müsahhardır,** mâzursun
Gâmın ne olduğunu aslâ bilmedin,
mâzursun
Ben sensiz bin gece kan ağladım,
Sen bir gece sensiz kalmadın, mâzursun.
Meshur: Büyüleyici, kendine bağlayıcı,
Müsahhar: Sihirli, sihirlenmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder