4 Aralık 2022 Pazar

İSTİKRARSIZ KÜLTÜR

İngiliz şair ve düşünür T.S. Eliot,  dilimize Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu (şimdi Prof.) tarafından çevrilen, Kültür Bakanlığı Yayınlarınca “Kültür Üzerine Düşünceler” adıyla kitaplaştırılan makalelerinden Kültürün Üç Anlamı başlıklı ikinci makalesinde diyor ki: “Tabidir ki, ferdin kültürü, içinde bulunduğu sınıfın ve toplumun kültüründen soyutlanamaz.”

İçinde bulunulan toplumun kültürü, “Gelenek” ve “Modernizm” arasında bir yerde ise? Böyle bir toplumun kültürü nasıl tanımlanabilir? “Gelişen kültür mü? İstikrarsız kültür mü?  Çözülen kültür mü?Yazar, kültürün doğal gelişmesini kast ederek, “ihtisaslaşmanın” bir kültü için en ciddi sorun olduğunu vurguluyor. Ancak benim burada bahsettiğim, doğal sürecinde hayatiyetini devam ettiren kültürler değil, “Gelenek” ile “Modern” arasında çatışma yaşayan kültürdür.

Batılı Düşünce Kalıpları

Bu çatışma, günümüz Türkiye’sine Osmanlı Türkiye’sinden devreden bir büyük sorundur. Tarihidir. Sadece sanat ve edebiyat tarihleri incelediğinde bu çatışma net biçimde anlaşılır. Mesela Abdullah Cevdet ve Süleyman Nazif’in fikir dünyalarındaki farklılık bile konunun bir özetidir. Mesela, “modern Türkçe’nin kurucusu” ve “Beyaz Lisan”ın babası sayılan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir dönem “Nev Yunanîlik” yoluna meyledip sonra vazgeçmesi; Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbına Bakışlar”da; Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset”te; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın makalelerinde, geleneksel kültürün Batı kültüründen aşağı kalır yanı olmadığını, kendine has bir değerler sistemi içerdiğini Batı kültürü ürünü “paradigmalar” ile ispatlamaya çalışmaları!

“Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık, Osmanlıcılık” gibi isimlerle anılan düşünce ayrılıkları, daha Osmanlı Türkiye’sinde kültürel farklılaşmaya evirilmişti.

Ben ve Öteki Zıtlaşması

Bugün bu farklılaşma hayatımızın her alanında çok daha net biçimde görülebiliyor. Üstelik “kültür” bir toplumun sorunlarıyla baş edebilme ve onları çözebilme kabiliyet olmalıyken tam tersine bir işlev görmeye başladı. Kültürdeki ayrışma, çatışma üretmeye başladı. Laiklerin kültür algısı, dindarların kültür algısı, devrimcileri kültür algısı, cihatçıların kültür algısı, Atatürkçülerin kültür algısı, İslamcıların kültür algısı tamamen farklılaşmış halde. İşin acıtıcı yanı ise başkalaşmış algıların dışa yansıtılmasının “ben ve öteki” zıtlaşması üzerinde ifade edilmesi. Sanırsınız ki, uzaydan ayrı cinsteki varlıklar Türkiye’ye düşmüş birbirlerini tekrar uzaya ışınlamaya çalışıyorlar…

Çok Ciddi Bir Yara

Türkiye kültür birliği konusunda “kan kaybediyor”. Bu kan kaybı da pansumanla durdurulabilecek bir şey değil. Daha çok içten tedavi gerektiren bir süreç. Nasıl ki biyolojik varlığımızda oluşan bir incinme ciddi bir teşhis, reçetelenme ve sabırlı bir tedavi süreci gerektiriyorsa, 200 yıldan beri derinleşen bu kültürel yarılmanın da sabırla ve yavaş yavaş iyileştirilmesi şart.

Neyse ki bu aşamada dahi kültürel varlığımızı tehdit eden kültür yapıları ananevi kültür kodları üzerinde hâkimiyet kuracak yeterlilikte değiller. Geleneksel kültür damarlarımızda hâlâ alyuvarlar ve bağışıklık hücreleri iş başında…

Bir Uçurumun İki Yamacında

Milli kültür yüzlerce yıl içerisinde bir kabuller sistemi oluşturur. Mesela aynı kültür dairesi içinde olmasına rağmen başka zamanlarda, başka coğrafyalarda ve dillerde yapılan bir nüktenin yerlileştirilmesi buna örnektir: Mevlana’ya, Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm” beyti okunur, Mevlana da, “Koca Türkmen bizim cilt cilt kitaplarda anlatmaya çalıştığımızı bir iki satırda anlatıvermiş” der. Bu anekdotu duymayanımız yoktur. Aslında öğrendiğim kadarı ile (çünkü onalar da başkalarından temellük etmiş olabilir) İmam Gazali’nin bir sözüymüş bu. Ahmed-i Gazali’nin bir rubaisini hazrete okurlar o da, “Ömrümüz telifatla geçti, bizim Ahmet ise dört satırda her şeyi dile getirmiş” der. Bu anekdotu Batıcılıkta aşırılığa giden ve baş muarızı Süleyman Nazif olan Abdullah Cevdet aktarmış... 100 sene önce Batıcı olsun, Gelenekçi olsun bütün Türk aydınları “Şark Kültürü”ne hâkimdi. Bugün, Batıcı ile Gelenekçi bir uçurumun iki yakasındaki muarızlar olarak birbirlerine seslerini duyurmaya çalışıyorlar.

Ha! Ahmed-i Gazali’nin o rubaisi ne mi?

Senin gönlün daima meshur* ve müsahhardır,** mâzursun

Gâmın ne olduğunu aslâ bilmedin, mâzursun

Ben sensiz bin gece kan ağladım,

Sen bir gece sensiz kalmadın, mâzursun.

 

Meshur: Büyüleyici, kendine bağlayıcı,

Müsahhar: Sihirli, sihirlenmiş.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder