7 Ekim 2014 Salı

Hollywood tipi Haçlı Sineması örneği: Dracula Untold

Kanuni'yi Balkanlar'da acemi oğlanı
toplanışını izlerken gösteren bir minyatür.
1100 yılından itibaren Marmara denizi üzerinden, Anadolu, Suriye, Kudüs ve Mısır’a doğru uzanan 'hat'ta, 350 yıl boyunca süren bitmez tükenmez Haçlı seferlerinin önündeki tek engel,  Orta Asya’dan gelip bu coğrafyayı tavattun eden Türkler olmuştur. 1075 yılında İznik Başkentli Anadolu Selçuklu Türk devletini yıktıktan sonra Anadolu topraklarında yeşeren “Selçuklu Barışı”nı da yerle bir eden Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri almasından sonra bile durmamışlar ve bütün bu coğrafyayı tıpkı bugün Avrupa Birliği ve ABD’nin el ele vererek bir savaş çöplüğüne döndürüş gibi perişan etmişlerdir. Ta ki, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedip, Haçlıları Doğu Avrupa’ya sürmeye başladığı zamana kadar…
15. Yüzyıl Batısı, hurafelerin, korkuların, yalanların, dini kandırmacaların, siyasi şarlatanlıkların, feodal zorbalıkların vatanıydı. Bütün Avrupa Engizisyon sorgucuların cadı avıyla çalkalanıyor, sapkın Hristiyanlar ve Yahudilerin ateşe atılarak yakılması suretiyle “kebapçı dükkanı gibi tütüyor” ve kıta Karanlık Dönem” yaşıyordu. Türk Hakanları ise çağlarının en iyi sivil ve askeri eğitim almış liderleri olarak feodal zalimliğe karşı daha adil bir düzenle toplumları kendi din, dil, mezheplerine göre “milletlere” ayırıp görece özgür bırakarak bir “Osmanlı Barışı” kurmaya çalışıyorlardı.  
Türkler, son Haçlı Seferi’ni II. Murat komutasında Varna’da tarihe gömmüş, Haçlı saldırganlığını ta Macaristan, hatta Almanya’ya kadar sürmüş, Batı Roma’yı fethedecek duruma gelmişti. Papalığın, feodalizmin demir yumruğu altında ezilen cahil ve yoksul insanlara dini merhametle yaklaşmak yerine onları Cennet tapusuyla istismar etmesi işin bir başka boyutuydu.
Prof. H. İnalcık'ın kapağına
koyduğu hilal madalyonun
üzerinde, 
"Papacı 
olacağına Türk ol!"
yazmaktadır.

En çok bel bağladıkları en yüksek dini otoritenin ikiyüzlülüğü karşısında, adil Türk idaresinin ışıltısına kapılan mağdurlar, “Türk olmak” gibi bir yolu seçiyor veya en azından Türk egemenliğini Papalığa, feodal prenslere veya diğer otoritelere tercih ediyorlardı. Ta Osman Gazi’nin silah arkadaşlığını tercih eden Gazi Köse Mihal Bey’den beri “Türkleşenler” veya Türk’e muhabbet duyanlar ise Batılı din adamları, feodal prensler ve diğer güç odaklarını korkutuyordu.
Bu yüzden bilhassa dini bir söylem kullanılıyor, Türkler şeytanın askerleri aşağılaması ile nitelendiriliyor, Türk olanların (İslamiyet’i seçenler Türk’leşmiş kabul ediliyordu) cehennemde yanacak lanetlenmiş kâfirler oldukları gündelik dilden edebiyata oradan da felsefeye kadar yer bulabiliyordu (Bu konuda geniş bilgi için: Onur Bilge Kutlu, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi ile Batı Edebiyatında Oryantalizm –I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Günümüzde Haçlı edebiyatı olarak nitelendirilen bu dil, öteki yaratmak için bulunmuş ve sonuna kadar kullanılmıştı (Bak: Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi, Çev: Çeviri: Burç İdem Dinçel. web adresi: http://www.journals.istanbul.edu.tr/iutiyatro/article/viewFile/1023016191/1023015362 ).
11 Eylül’den sonra  “Kutsal ağaç, kutsal kazık” anlamındaki yine bir ‘dini imge’den yola çıkarak isimlendirilmiş Hollywood sineması, aynı ‘dil’i bir kere daha devralarak sinemaya taşımış bulunuyor. Kelimenin tam manasıyla Orta Çağ feodal egemenler ve ötekileştirici dini literatürdeki söylemi kastediyorum. Hollywood bu dili önce genel anlamda İslamiyet, İran ve selefi Müslümanlar için kullandı. Pek çok filmde, Müslümanlar ötekileştirildi. Açıkça terörist ve düşman ilan edildi. Bu sanatın arkasına gizlenmiş örtülü ifadelerle ima edilen bir bilinçaltı çalışması değildi. Doğrudan bir ifadeydi… Nedenini hala anlayamadığım bir sebepten dolayı kimi fevri çıkışlara rağmen Türkler bu söylemin dışında tutulmaya çalışıldı. Bazı dizilerde, filmlerde çok küçük göndermeler olsa bile bunlar mesela Şiî İranlılar ve Selefiler uygulanan dilden farklıydı. Ama işte sonunda Holywood, uzun zaman içinde tuttuğu Türk düşmanlığı zehrini salıverdi. Tıpkı Drakula: Untold’da mağarada saklanan Master Vampire gibi…

Drakula Untold'un yaratıcıları 
acemi mi, kötü niyetli kişiler mi?

Drakula Untold’un hikâyesi, Vlad Drakul ve Sultan II. Mehmet gibi iki gerçek tarihi karaktere dayanıyor. Yardımcı karakterlerden Hamza Bay de (Paşa) öyle. Doğrudan gerçek karakterleri gerçek isimleriyle anıyor, ancak öykünün devam eden macerası içinde sinema sanatını bir yalanlaştırma makinesine dönüştürmekte beis görmüyorlar. Fatih sultan Mehmet Gebze’de, otağında eceliyle öldüğü halde, filmin finalinde Drakula onu boynundan ısırıyor, kanını içerek öldürüyor. Bu ırkçı ve kindar ve nefret içeren öyküleme hangi hakla sanata mal edilebiliyor anlamak güç? Diğer yandan Vlad Drakul (filmdeki adıyla Kazıklı Prens), kendi milleti dahil olmak üzere her türden insanı işkenceyle katletmekten zevk alan, “dini fanatizm ve patolojik zalimliğin” pençesindeki bu hasta adam, Hz. İsa’nın Çile’sini yüzyıllar sonra yeniden yaşayan bir masum gibi gösteriliyor! 

Prens Vlad, filmde, acınacak derecede anokronik yani ultra modern ailesi ve devlet erkânı ile şatosunun salonunda Paskalya’yı kutlarken Hamza Paşa (Bey) tarihi gerçeklere aykırı olarak tolgasını çıkartıp bir er gibi elinde tutmuş halde (Bir başka görüşmede Türk elçiler, başlarını açmadan görüşmeye girdikleri için Vlad onların sarıklarını üçer çivi ele kafalarına çiviletmiştir!) geliyor, 1000 çocuk, Valad’ın oğlu Ingeras ile yıllık haracı istiyor. Prens Vlad, karısının şiddetli itirazları yüzünden oğlunu ve tabii diğer çocukları vermekten imtina ediyor. Sonraki bir sahnede Hamza Bey ve yanındakileri hem de tek başına kılıçtan geçiriyor. Bundan sonra başına gelebilecekleri bildiği için bir dağın tepesinde tesadüfen yerini öğrendiği “Master Vampire”in (Charles Dance) kendisini ısırmasını sağlıyor. Ustası ona üç gün boyunca insan kanı içmediği takdirde hayatına normal bir insan gibi devam edebileceğini söylüyor. Vlad, Fatih’in ordusu kapıya dayandığı için bu perhizi yerine getiremiyor. Eşinin kanını içiyor. 


Üç gün sonra yeniden hayata dönüyor ama artık bir Drakul (Şeytan) oluyor: Hz. İsa’nın bedenini kuzuları için feda etmesini Vlad’a yükleyerek onu da ailesi ve halkı için kendini feda eden bir kahramana gibi gösterme histerisi karşısında bilinçli seyircilerin küçük dilini yutmamasına imkân yok. Dünyanın geçmişinden ve nereye gittiğinden bihaberler zaten bu anlattıklarımın hiçbirini dert etmez. İçten içe milli kültüre düşman olanlar ise mesela entel eleştirmenler, bu filmi sadece sinema tarihi bağlamında değerlendime darlığı ve sığlığına bilerek düşerler! Sözün kısası bu sahne, sinema sanatı için apaçık bir zorlama olduğu gibi dine hakaret olarak algılanmalıdır.
Bir Resulün, kutsal kitaplara girmiş hikâyesini alıp Şeytan’a dönüşen bir zalim için kullanmak gibi din dışı, akıl dışı, tarih dışı aynı zamanda sanatın tahammül sınırları dışında iş yapan bu üçlünün, sinema eleştirmenlerince tıpkı Drakula gibi lanetleneceğini umarak tarihi gerçeklere dönmek istiyorum.

Ancak ondan önce şunu belirtmekte fayda umuyorum: Tüm film boyunca kötülüğün, felaketlerin, zulmün, zalimliğin, ahlaksızlığın sebebi olarak doğrudan Türk kelimesinin kullanılması, film ekibinin, Drakula Untold’u sinema sanatı yapmak için değil, bir ulusu kötülemek, aşağılamak üzere yaptığını apaçık biçimde gösteriyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Haçlı Edebiyat diskurunu devralan Hollywood ekibi, aslında filmin adını Drakula Untold olarak seçerken de aynı Haçlı kafanın emrinde görüyor. Untold, İngilizce “söylenmemiş, anlatmamış” manalarına gelen bir kelime. Ekibin bugüne kadarki Drakula filmlerinde anlatılamayanın, söylenmemiş olanın bir Master Vampire olduğunu söylemeleri ise hiç inandırıcı gelmiyor.


Bram Stoker, aşağıda Norman Davies’den naklettiğim kısımda da görüleceği gibi, çok erken dönemde kitaplara geçen Vlad Drakul’un hikâyesini araştırırken Osmanlı ve İngiliz’ler arasında çift taraflı casusluk yaptığı bugün apaçık ortaya konulan Armin Vembery gibi pro-aktif adamdan etkilenmiş görünüyor. Üstelik Drakula romanının üçüncü kısmında Kont Drakul, Jonahthan’a çektiği nutukta ülkesinin pek çok ulusça istila edildiği belirtiyor. İşte film ekibinin kötü niyeti diyebileceğim tutumu burada da kendini gösteriyor. Türk soylu olsun olmasın Drakula’nın bahsettiği, bütün zamanlar boyunca Eflak’ten gelip geçmiş bütün kavimleri Türk isminde birleştirerek belirli bir zamanı, belirli bir milleti yani Türker’i ve çağ açmış bir Türk Hakanı olan Fatih Sultan Mehmet’i aşağılamış oluyor!
Tüm dünyada izlenecek bu film boyunca kötülüğün geçtiği her yerde tekrarlanan Türk isminin dünya seyircisi üzerinde bırakacağı etkiyi düşünün!

Tüyler diken diken oluyor!

İşin bir diğer üzücü yanı ise bu filmin Türkiye’de gösterilmesinden milliyetçi-muhafazakar çevrelerin hiç mi hiç etkilenmemiş görünmesi. Sosyal medyada klavye silahşorluğu ile vakit geçiren ve artık diji-kafalı muhafazakarlara dönüşenler, en azından sanal ortamda bile filmin içerdiği kötü fikri ve aşağılamayı deşifre edebilirlerdi. Nerede?

ALTYAZI
Vlad Drakul, Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş… 
Tarih kitaplarına geçen pek çok ismi bulunan 
bu zalim despotun gerçek karakteri nedir, 
bunu büyük bir Osmanlı tarihi yazmış olan 
Alman tarihçi Hammer’den aktarayım:

Hammer Tarihi’nden

Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş,
Vlad Drakul vs vs...
“Padişah, Trabzon seferinden döner dönmez, Eflak Voyvodası Vlad tarafından harp meydanına davet olunmuştur. Bu voyvoda, mahir ve gaddar bir zalimdi. Macristan, Eflak ve Türkiye vakayinameleri –korkunç tabiatını oldukça gösteren- üç muhtelif nam ile yâd ederler. Vlad, Macarlar tarafından umumiyetle “Drakul – Şeytan”, Ulahlar tarafından “Çpelpuç – Cellat”, Türkler tarafından “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirilmiştir. Yılanca vahşeti hakkında bir fikir hâsıl etmeye kifayet etmek üzere, şu birkaç vakayı nakledeceğiz:
En sevdiği gösteri, kazık işkencesi idi; bilhassa kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerin teşkil etmiş oldukları kalın bir dairenin ortasında sarayının halkıyla birlikte yemek yemekten pek büyük haz duyardı. Eline Türk esirleri geçince, ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile ovuşturulmasını ve ondan sonra elem ve azabın artması için keçilere yalatılmasını emrederdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak protokolünden istinkâf etmeleri ile babalarının adetlerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırmıştır.

Vlad'ın yerken manzarası
Bir gün memleketin bütün dilencilerini büyük bir ziyafete çağırarak, iyice doyurduktan sonra, sofra masasını ateşe verdirip hepsini yakmıştır. Bir defa da bir takım zavallı kadınların memelerini kestirerek, onların yerine çocukların başlarını kestirip yapıştırtmıştır. Çocukları validelerinin ateşte kızartılmış etlerini yemeye zorlamıştır. İnsanların sebze gibi doğramak ve çömlek içinde pişirip kaynatmak için hususi usuller icat etmiştir. Bir gün eşek üzerinde tesadüf ettiği bir papazı, eşekle beraber kazıklatmıştır. Başkasının maline el dokundurulmamasını va’zetmiş bir rahip, sofrada Drakul’un kendisine ayırdığı bir ekmek parçasını almış olmasından dolayı, hemen orada kazığa vurulmuştur.
Sevgililerinden biri kendisini yanlışlıkla hamile zannetmesi üzerine, canavar bizzat kadının karnını yarmıştır.
En büyük şenlikleri birçok adamları birden işkenceye koymaktı. Lisan öğrenmek için Eflak’e gönderilmiş olan 400 Macaristan ve Transilvanya delikanlılarının hepsini birden ateşte yaktırmıştır.
600 Bohemya tacirini Pazar yerinde kazığa vurdurmuştur. Asilzadegandan kedisine şüpheli görünen 500 kişi –bulundukları kazadaki ahalinin doğru bir defterini vermemiş oldukları bahanesiyle- yine kazığa oturtulmuşlardır.
Fakat bunların cümlesi, Osmanlıların aleyhindeki muharebesinde Bulgaristan ahalisi hakkında yapmış olduğu katliama nispetle hiçbir şey hükmündedir.
Bu kan dökücü, Eflak hükümetine Sultan Mehmet’in yardımı ile nail olarak, erkek, kadın, çocuk 20 binden ziyade insanın az vakit içinde telef edilmesi suretiyle kuvvetini teyit etmişti. Padişah onun mezalimi için değil, Matyas-Korvinos’a elçiler gönderdiği ve hazineye senelik 10 bin duka vergiyi tediyye hazır olduğunu beyan ederek ve fakat bundan başka talep olunan 500 delikanlıyı göndermekten ve ve bizzat Bab-ı Hümayun’a gelmekten imtina etmiş olduğu için hükümetini yıkmak istiyordu.
Vlad’ın ele geçirmesine müsait bulunmuş olan Eflak’ı da onun biraderi Radul’e vermek arzusunda idi. Bu Radul, kardeşinin hükümetini alabilmek için II. Mehmet’in menfurca arzularına teslimiyet göstermek şenaatinde bulunmuştur. Padişah Radul’u en ziyade şunun için severdi ki, delikanlı evvela elindeki kılıçla kendini müdafaa etmişti. Fakat ikbal hırsı sonraları II. Mehmet’in açıktan açığa mahbubu olmasına karar verdirmiştir. Vlad’ı itaat altına almak için, Padişah evvela –II. Murad’ın şarapdarı olup daha sonraları donanma kaptanı ve Mora valisi ve en son olarak da Vidin Valisi olan- Çakırcı Hamza Paşa’yı- ve eskiden Katabolinus ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtibi ile beraber gönderdi. Bu iki adam Voyvodayı bir görüşmeye davet ettiler. Maksatları hile ile kendisini ele geçirmek idi. Vlad ise niyetlerini keşfedip maiyetleri ile beraber eline geçirerek ayaklarını ve ellerini kestikten sonra, hepsini kazığa vurdu; fakat Paşa’ya şerefli bir mevki verdi: yani diğerlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.
Drakul, bu imtiyazı eskiden kendi maiyetinden biri hakkında da kullanmıştı. Bir yaz günü kazığa vurulmuş birçok insanlarını içinden yayılan kokuya nasıl tahammül ettiğini sormuştu; Voyvoda onu derhal –kokudan mustarip olmasın diye- daha yüksek bir kazığa vurdurmuştur.
Kazıklı Voyvoda, Padişah’ın teşebbüsüne hiddetlenerek Hamza Paşa ile Yunus Bey’in idamından sonra, Bulgaristan’ı istila suretiyle hasımlık göstermeye başladı. Memleketi harap ettikten, yolu üzerindeki kasaba ve köyleri yaktıktan sonra –arkasında 25 bin esir bulunduğu halde- Tuna’dan geçerek Eflak’a döndü. Sadrazam Mahmut Paşa, elçinin feci ölümünü ve Bulgaristan’ın tahribini arz etmeye geldiği zaman II. Mehmet, bunun ilk hiddeti ile Mahmut Paşa’ya vurmuştu.
Sultan Mehmet, derhal İstanbul fethindeki miktara muadil olarak 250 bin tahmin olunan ordusunu toplamak için bütün vilayetlere Tatarlar çıkarttı. Sadrazam 200 bin kişiyle Tuna üzerine ilerledi. Padişah vuku bulan tahkirin intikamının alınmasında bizzat bulunmak isteyerek, 25 kadırga ve 150 diğer gemi ile Karadeniz’i geçip Vidin’e kadar Tuna’dan yukarı çıktı. O zaman geniş ticaretiyle çok meşhur olan İbrail ile Osmanlı askerlerinin güzergâhında bulunan şehirler kül haline geldi. 
Drakul, Eflak kazaları kadın ve çocuklarından bir takımını Praşova’ya (Kronştad), bir takımını memleketi örten eden ormanlara gönderdi. Ordusunu ikiye böldü. Birincisini –Osmanlılarla ittifak ederek bir müddet Kilya’yı muhasara etmiş ve muvaffak olmaması üzerine Eflak üzerine atılıp, geçtiği yerleri kan ve ateşe gark etmiş olan- Moldovya prensi üzerine sevk etti. Yedi yahut 10 bin kişi kadar olan ikinci fırka ile de Osmanlı ordusuna karşı yürüdü. Drakul, kıyafet değiştirerek bizzat padişahın askeri arasına girerek, dikkatli bir keşiften sonra, bir gece baskını tasavvurunda bulundu. Türklerin gece vakti her ne olursa olsun yerlerinden kımıldamamak âdetinde bulundukları, Vlad’ı ümitlendiriyordu. Drakul’un süvarileri fenerler, fanuslar tedarik etmiş oldukları halde Osmanlı ordusunun üzerine saldırdılar. Türkler, bir heyecana tutularak hiçbir harekete muktedir olamıyorlardı. Vlad’ın maksadı, doğrudan doğruya padişahın çadırına gitmekti. Lakin yanılarak Sadrazam ile İshak Paşa’nın çadırlarına taarruz ederek insanlardan ziyade atları, develeri öldürdü. Bu sırada ise Osmanlı süvarileri atlanmış idiler. Eflaklılar Sultan’ın çadırına vardıkları zaman, Yeniçerilerin savunmaya hazır olduklarını gördüler. Aniden vuku bulan bu hücumun verdiği intizamsızlığa rağmen, Osmanlı ordusu harp saflarını korumaya muvaffak olmuştu. Sağ cenahta eski Mora Beyi Turhan’ın oğlu Ömer Bey, Evrenosoğlu Ahmet Bey, Mihaloğlu Ali Bey ile Malkoçoğlu Balı Bey bulunuyordu.  
Sol cenahta, Arnavutluk Beyi Nasuh Bey, Esved Bey, Mihal Bey’in diğer oğlu İskender Bey vardı. Her iki tarafça büyük bir zayiatı mucip olmaksızın sabaha kadar bütün gece karakol muharebeleri devam etti. Güneş doğarken Vlad ricat etti.
Evvelki gece muharebesinde Osmanlıların eline düşmüş olan bir Eflaklı, Sadrazam Mahmut Paşa’nın çadırına götürüldü, Esir, kendisine sorulan ilk suallere yeterli cevabı verdi; lakin Vlad’ın ne taraftan gelmiş, ne tarafa çekilmiş olduğu sorulunca bunları pek iyi bilirse de hiçbir vakit söylemeyeceği cevabını verdi; çünkü Drakul’un vahşetinden çok fazla korkuyordu. Ölümle tehdit olundu; bir şey söylememekte ısrar etti. Mahmut Paşa derhal tehdidini icra mevkiine koydu; lakin esirin idamı kararını söylediği sırada, bu adi nefer için hayretini izhar etmekten kendisini men edemeyerek; “Eğer bu adam bir ordunun başında bulunsaydı, mutlaka bir büyük şan kazanırdı.” Dedi.
Vlad sanki sihirli bir güç ile ortadan kaybolduğundan Mehmet, Drakul’un payitahtı üzerine yürüyerek, Eflak içinde ilerledi fakat payitahtı muhasara etmeksizin geçti. Bu şehirden az bir mesafede, bir nehrin suladığı ovanın başlangıcında kazıklarda bir orman teşekkül etmiş olduğunu görünce nefretini açığa vurmaktan men edemedi: yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde –bir takımı kazığa vurulmuş, bir takımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin Türk ve Bulgar bulunuyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde –İpek ve erguvani en güzel elbisesini giymiş olarak- Hamza Paşa’nın cesedi hala seçilebiliyordu. Analarını yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı. Hammer Tarihi, Cilt 3.

Norman Davies'in Avrupa Tarihi'nden

Vlad
Drakula veya Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Eflak Prensi III. Vlad (1432-1476) tarihe acımasızlık efsanesi olarak geçti. Yakın zamanlarda sapıklıklarına eklenen cinsel vurgular kötü ününe ün kattı. Ama o, Romanya’daki doğum yeri Sighişoara ve Poenari ve Barn’daki şatoları halen ziyaret edilen tarihi bir kişiliktir. Eflak prensliği aşağı Tuna’nın sol yakasında kalır ve onun bağımlısı kabul eden Büyük Macar krallığı ile büyüyen, haraç ödediği Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmıştır. 1443-1444 Varna Haçlı Seferi sırasında, o yeni yetmeyken, Osmanlı Padişahı II. Murad’a rehin olarak gönderilmiş ve mazur kaldığı belalar onun sonraki obsesyonlarının psikolojik kökeni olarak değerlendirilebilir.
Türklerin ceza olarak pala yani “sivri sopa” kullanmaları iyi bilinir (Davies pala konusundaki bilgisinin yanlış olduğunu bilmiyor!). Fakat III. Vlad’ın elinde korkunç bir terör aracına dönüşmüştü. İyice inceltilmiş ucuyla ince ve yağlı kazık kurbanın rektumundan sokulup ağzından öyle çıkartılırdı ki, ölüm günlerce gecikebilirdi. III. Vlad 1456’da, Türker’in İstanbul’u fethetmelerinden sadece 3 yıl sonra iktidara geldi ve kendini kâfirlere karşı direnen Hristiyan prenslerin savunucusu olarak gördü. Tuna’ya yaptığı bir sefer, söylendiğine göre ona, merhametle kafası kesilen ve yakılanlar dışında, kazıklanacak yirmi üç bin sekiz yüz seksen üç tutsak kazandırmıştı. Yurdunda iktidarı Eflak soylularının kitle halende öldürülmesiyle başlamıştı, herhalde yirmi bin erkek, kadın ve çocuk şatonun penceresi önündeki ormanda kazığa geçirtmişti. (M.Cazacu, “Il Potere, la Perocita, e la Leggende di Vlad III, Conte Drakula”, Storia (Firenze), iii, no. 15-16.
Drakula’nın Macak Kralı Matyas Corvin tarafından yakalanıp hapsedilmesi 1463’te Viyana’da Almanca bir eserin yazılmasına yol açmıştı: Gesehichte Dracole Wayde ve ortaya çıkan edebiyatın kaynağı bu oldu. 1488’de çıkan Rusçasını herhalde Korkunç İvan biliyordu ve anlaşılan ondan yararlandı. Bu kitabın sayfaları bize Doğuda ve Batıda dinsel fanatizmle patolojik zalimlik arasındaki tuhaf bağlantıyı gösterir. İspanya Engizisyonu tutanakları veya İngiltere’de John Foxe’un “Book of Martyrs” (1563) kitabında anlatılan Mairan sorgulamaları, Eflak Vampir-prensinin yarattığı dehşetle aynı türden hastalığa aittir. 
(Norman Davies, Avrupa Tarihi, s: 489-290, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2011 , Ankara).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder