16 Şubat 2013 Cumartesi

Erguvanın Rengi: Tekerrür eden tarih, trajediden ibarettir!

Üçüncü boyutlarını yitirip tarihin katmanları arasında birer gravüre dönmüş siyasi entrikalar, iktidar savaşları, komplolar, borsa (ekonomi) oyunları, sosyal olaylar içinde dramatik varlıklara indirgenen insanlar, sanat yoluyla yeniden hayat bulmak isterler. Ulusal geçmişimiz içinde tarihin diğer katmanları gibi 1876 yılı olayları, anı ve geleceği derin biçimde etkileyen en önemli kesişme noktalarındandır: 19. Yüzyıl, imparatorlukların yıkılmaya yüz tuttuğu, ideolojik milliyetçiliğin yıldızının yükseldiği ve dünya haritasının hızla değiştiği bir yüzyıl olma istidadını son çeyreğinde tamamlamıştır. Bir sultanın kanlı biçimde tasfiyesi… Diğerinin aklını yitirmesi… Bir diğerinin kendi var oluşunu emperyal geleneğe, imparatorluğun bekasına bağlayışı… Bilinçaltımızda hala bir gulyabani gibi bizlere bakmaktadır. 21. Yüzyılda bile gündemimizi meşgul eden, kültürel, ahlaki, felsefi, siyasi, toplumsal sorunların temellerinin atıldığı 19. Yüzyıl’da tarih trajik bir biçimde “kişileşmiş”, daha sonra kendini Sultan Abdülhamit’in dirayetli kollarına bırakarak "kişiselleştirilmiştir": Koskoca bir asır, trajik bir biçimde bir tek kişiye, sultana mal olmuştur! Oysa tarihimizin kişiselleştirilmeye değil, kamulaştırılmaya ihtiyacı vardı!
Bir trajedi kahramanı olarak tarihin baş rolü oynadığı bu dönem hikâyesi, dramı oluşturan çatışmalar, iktidar hırsı, aşk, intikam, siyasi entrika ve hayatta kalma mücadelesi gibi kadim temalardan doğmaktadır. Bu çerçevede Erguvan Ağacı imgesi anlatmak istenilenin metaforu olur.
Bilim adamlarının “Son İmparator” dediği Sultan II. Abdülhamit bazıları için “Kızıl Sultan”, bazıları için “Gök Sultan”dır. Tarihi şahsiyetlere yapılan yakıştırmalar, ideolojik, siyasi, kültürel ve bireyseldir. Aslında sözü edilen aynı kişidir. Aslında o kişi tıpkı diğer insanlar gibi doğmuş, özel veya alelade şartların birbirini takip ettiği zamanlarda büyümüş, eğitilmiş, mesleğini icra etmiş ve nihayet ölmüştür. Aslında o kişi tıpkı diğer insanlar gibi kendini var eden ve oluşturan şartlar içinde, özü itibariyle hep aynı kişi ve kişilik olarak tezahür etmiştir.

Kişiliklere, nesnelere, şeylere isim verme geleneğimiz, Erguvan ağacının tarihi/dini öyküsü ile de örtüşmektedir… Basit bir ifadeyle söylemem gerekirse yazacağım hikâyeye, Erguvanın Rengi ismi, bu yüzden çok yakışmaktadır. Erguvan ağacı har zaman bildiğimiz aynı erguvan ağacı olduğu halde insanlar ona çeşitli anlamlar ve öyküler yükleyerek sembolleştirmişler, anlattıklarının ana imgesi (metaforun / istiare / eğereltilme / değişmece) haline getirmişlerdir.

Erguvan ağacı için anlatılan ilk öykü doğa üstüdür, mitseldir. Erguvan beyaz çiçekler açan mutlu bir ağaçken, Hz. İsa’ya ihanet eden Yahuda, vicdan azabı ile kendini bu ağaca asar. Erguvan, Yahuda gibi birinin intihar etmek için kendisini seçmesinden dolayı, utancından kıpkırmızı kesilir. Bundan sonra bütün erguvan çiçekleri kırmızı açar!

Erguvan daha sonraki yüzyıllar boyunca Batı Roma İmparatorlarının kullandığı bir renk oldu. Yani o artık emperyal / devletlü bir ağaçtır. İmparatorluk coğrafyasını Romalılardan devralan Osmanoğulları Bursa, Edirne ve İstanbul’da erguvan ağacına önem verip anlam yüklemişlerdir. Mesela, Konstantinopol’ü fethetme rüyaları gören ve bu yüzden şehri kuşatan cengâver Sultan Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan’ın “erguvan şenlikleri” düzenlemesini bir tesadüf olarak görmek mümkün değildir.

Erguvanın Rengi adının iyi bir hikaye isme olmasının bir diğer sebebi de, hem ilkbahar, hem de güzel hava şartlarında sonbaharda çiçek açan, ilkbaharda çiçekleri yapraklarından evvel filizlenen, konumuna, ışığına ve saatine göre rengi ton değiştiren Erguvan, son imparator Abdülhamit’e atfedilen “kızıl ve gök” gibi değişik sıfatların, onu karakterini açığa çıkartmada yardımcı olabilecek bir metafor olabilmesi ümididir.

Saltan Abdülhamit, kendisine yakıştırılan sıfatlar ne olursa olsun tıpkı Erguvan Ağacı gibidir! Özü itibariyle tarihin en köklü hanedanlarından birine mensuptur. Batı medeniyeti karşısında askeri, siyasi, kültürel, bilimsel, sosyal organizasyon vb. gibi pek çok konuda geriye düşmüş bir uygarlığın bayraktarlığını yapan çökmek üzere bir devletin şehzadesidir. Çocukken annesini yitirmiş, bir başka harem mensubu kadın tarafından büyütülmüştür. Saltanatın öldürme yoluyla ele geçirilen bir kurum olmaktan yaş sırasına göre sahip olunan bir hak haline getirilmesinden sonra bile sıkı kurallar altında yetiştirilmiştir. Büyük amcası III. Selim, Topkapı Sarayı’nda acemi cellâtlar tarafından parçalanmış, saatlerce can çekişerek ölmüştür. Dedesi II. Mahmut ölümden kurtulmak için, Yeniçeri zorbaları ile köşe kapmaca oynamıştır.

Zorlu şarlar içinde büyüyen öksüz şehzade, gün gelecek kendi gözleriyle bir darbe-i hükümete, bir hal’e… Amcası Sultan Abdülaziz’in önce tahttan indirilişine ve beş gün sonra odasında bilekleri kesilmiş halde bulunmasına… Cesedinin, kimsesiz birisinin cesedi gibi yatak odasından alınıp karakol hanenin tozlu nezarethanesine getirilip adeta köşeye fırlatılmasına… Eli kılıcında bir Serasker’in 19 doktora intihar (ölüm) raporu düzenletmesine… En başta Allah’a sorumlu olan bir Şeyhülislam’ın para ve makam tapınmaları içinde hal ve ölüm fetvaları yazmasına… Devletin teslim edildiği ellerin rüşvet yalan, irtikâp ve ihtilallere bulaşmasına şahit olmuştur.

İşte böyle bir zamandan sonra Sultanlığı, "düvel-i muazzama" tarafından onaylanmak zorunda kalınan Abdülhamit Han, iktidarda kaldığı yıllar boyunca demir pençesinde tuttuğu yetkilerini asla başkalarıyla paylaşmayı istememiştir. Yüzyıl Tarihin tamamını, Mülk-i Osmanî'nin ise büyük bölümünü kişiselleştirmiştir.
İşte buna tarihte tekerrür denir. Ve tekerrür eden tarih, trajiktir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder