16 Ekim 2022 Pazar

BORAZAN SESLERİ

59’uncu Antalya Altın Portakal Film Festivali kapanış töreninde ödül vermeye-almaya ve teşekkür konuşması yapmaya çıkan yönetmen, oyuncu, senarist, yapımcıların kürsüdeki söz haklarını “politik salvo”lara dönüştürmelerine hiç hayret etmedim.  

1986’dan beri neredeyse 35 yıldır film festivallerine katılırım. Bazılarında küçük skandallara, pek çoğunda siyasi içerikli eylemlere şahit olmuşluğum vardır. Bir tanesinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı’nın alkışı bırakın, ıslıklarla dahi değil, borazan öttürülerek protesto edilişini yaşadım. Detone borazan sesleri karşısında Kültür Bakanı, "Bu güzel enstrümanlar bilenlerin elinde ne kadar güzel sesler çıkarabilir aslında!" diye cevap vermişti!

Bundan sonra kimi etkinliklerde, devletin şube müdürlerince ve sessiz sedasız temsil edildiği oldu. Nitekim 59’uncu Antalya Altın Portakal Film Festivali açılışına Kültür Bakanı katıldığı halde kapanış (ödül) törenine katılmadı…

10’da Yedi

59’uncu Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ödül için yarışan 10 filmden yedi tanesi Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü destekliydi! Bunların içinde en çok Altın Portakal heykelciği alarak öne çıkan Emin Alper’in yönettiği Kurak Günler, Sinema Destekleme Kurulu 2019-2 sayılı destek kararıyla; En İyi Film seçilen Özcan Alper’in yönettiği Karanlık Gece filmi Sinema Destekleme Kurulu 2020-2 Sayılı kararıyla “devlet desteği” alan filmlerdi. Her iki filmin yönetmeni hem biçim hem içerik bakımından tamamen özgür bırakılmıştı. Kurak Günler ve Karanlık Gece, ifade etmek istediklerini açıkça söyleyen politik iki sinema filmiydi. Her ikisi de toplumsal yapı, devlet erki ve günümüz siyasetine muhalifti. Politik sinema filmi çerçevesinde söylenebilecek pek çok şeyi özgürce perdeye aktarmışlardı.

İşte tam burada hayret etmediğim ama ümitle ümitsizlik arasındaki Araf’a hapsolduğum durum oluşuyor: İyi eser vermede birbirleriyle yarışan insanlar, ne oluyor ki, yüksek frekanslı sanat etkinliği seviyesinden, Youtube’daki sokak röportajlarında yüzlerce benzerini izlediğimiz politik seviyeye geçiş yapabiliyorlar? 

Tanzimat Hastalığı: Kendini Karalama*

Sanat erbabının alanında çok iyi olması her bakımdan doğru davrandığına delalet eder mi? Sanmam. Aslında beni, sinsi bir sızı gibi içime işleyerek rahatsız eden toplumsal tarihimizin derininde yatan o modernleşme hastalığı… Batı kültürüne tamamen açık modernlerin, bir medeniyetin varisi oldukları halde bunun farkında olmayan, derin bir boşluk, yalnızlık, çaresizlik ve dışlanmışlık (ötekilik) duyguları içinde kıvranan kendi toplumlarını “kendini karalama” bağlamında ele almalarıdır. (*Kendini Karalama: autodenigrement)

Bir Soru: Acaba Neden?

“Madalyonun bir de öteki yüzü var: Kendilerini ‘Batılılaşmış’ olarak gören bu insanların Batı karşısındaki tavrı… Burada durum tam tersine gelişir: ‘Ümraniyeliyi ‘insandan daha aşağı’ bir Kızılderili gibi gören Nişantaşılı, bu kez gerçek bir Batılı karşısında Kızılderli’ye dönüşür: Onun için gerçek bir Batılı ‘insandan daha üstün’dür;  onlar medenidirler, ileridirler, biz de onların eline su dökemeyiz! Batılılaşmanın bizi getirip bıraktığı yer burasıdır: Kendi yerli halkını ‘insandan daha aşağı’, Batılıyı ise ‘insandan daha yukarı’, neredeyse Tanrı gibi görmek!..

Bugüne kadar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yabanı’yla başlayan bir tür köy edebiyatı, daha çok, halkın Batılılaşmış aydına karşı olan tavrını irdelemekle yetindi: yani, halkın bakışında bir ‘yaban’ olan ‘modern’i! Gelgelelim ‘modernin’ kendi halkına ve Batı’ya bakışı hemen hemen hiç sorgulanmadı. Acaba Neden?” (Hilmi Yavuz)

Ah O Çocuklar!

Eğer Batıcı aydınlar için durum tam olarak buysa, modernleşme tarihi boyunca toplumlarına bir oryantalist gözüyle bakıp bunun farkında olmayışlarını yaşamışlar demektir. Ancak artık uyanmanın, millet-aydın barışının tesisi edilmesinin zamanıdır. Bu barışın tesis edilmesinin ilk hamlesi de Batıcı aydınların fildişi kulelerinden inmesinden, Batı’dan tercüme ettikleriyle üretmekten, Batı’nın biçtiği donu halkına giydirmeye çalışmaktan vazgeçmesidir…

“Antropolog nesnelliğin birçok etkenle her zaman bozulabileceğini bilir. Geçen yıl Mali’ye gittim ve bir çocuğa Müslüman olup olmadığını sordum. Bana Fransızca, “Hayır, animistim” dedi. İnanın bana, bir animist, eğer Paris’teki Eceoledes Hautes Etudes’i bitirmediyse, kendini asla öyle tanımlamaz. O çocuk, kendi kültüründen, antropologların tanımladığı gibi söz ediyordu.” (Umbeto Eco)

Ümit Etmek İçin Geç mi?

Ilımlı olmanın zayıf karakterli olmak sayıldığı, kültür ve tecrübe birikiminin önemsenmediği, dünya görüşünün olgunluğu yerine ideolojik çiğliğin revaç bulduğu, fikrin yerini sloganın aldığı bir atmosfere dönüş başlamamalıdır.  

Sanata olan bağlılığımız, tutkumuz ve inancımızın yeşertmeye başladığı estetik hassasiyetin ve duruşun, politik ve nevrotik bir asabiyete dönüşmemesini ümit etmek için çok mu geç?


GÜNÜN SÖZÜ

“Ümit derken kast ettiğim şey, elbette Immanuel Kant’ın dile getirdiği ‘sürekli barış’tan başka bir şey değil. KARL POPPER

 

 

 

 

1 yorum: