28 Ocak 2024 Pazar

CEM KARACA'NIN GÖZYAŞLARI

İstiklal Caddesi’nde Tünel’den Galatasaray’a doğru yürürken sol taraftaki Baro Han’ın çatısındaki eski Çatı Restoran’da bir öğleden sonra, yan masalardan birinde sorular sorduğum kişi, Türk vatandaşlığı iade edilmiş, yurda dönmüş ve yeniden müzik yapmaya başlamış Cem Karaca’dan başkası değildi. Uzun saçları, fötr şapkası, kendine has mimikleri, dudağını büküp ağzını hafif yamultarak konuşması kalın camlı gözlüğünün altında zekice ışıldayan küçük gözleriyle doğrudan bana bakışı bugün bile aklımda. O günlerde “pop-arabesk” hızla yükseliyordu. Konumuz buydu. Birkaç günlük yazı dizisi hazırlamak için eski ustalardan görüş alıyordum. Rahmetli Cem Karaca’nın ısrarla söylediği şey, pop-arabeskçilerin köşeyi dönmek üzere olduklarını sandıkları ama aslında müzik sandıkları şeyle köşeyi aşağı yönde dönecekleriydi. Bileğini bükerek elini masadan aşağı uçuruma yuvarlanan bir nesne gibi yaparak gösteriyordu. Cem Karaca’nın hafızama kazınan ve asla silinmeyen diğer bir sözü Barış Manço’nun vefatından sonra söyledikleriydi: “Kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim” demişti! İki sanatçı arasında bu kadar keskin ve derin bir yalnızlık duygusu yaratacak ne vardı ki, Manço’nun erkenden göçüp gitmesinden sonra Cem Karaca kendini bu âlemde kimsesiz, yapayalnız hissetmişti? Bir başka gazeteye, Türkiye’ye dönüşü hakkında verdiği röportajda, kendisini “dönmek”, “döneklik etmek” iddiası ile itham edenleri, “Döndümse de vatanıma döndüm” ve “Bana dönme diyenler, bunu Boğaz’da lüfer yiyip rakı içerken söylüyorlar” diye hicvetmişti. Katran kaynamakla olmaz şeker… Yüksel Aksu’nun yönettiği “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filmi, sanatçının doğuşundan vatanına dönüşüne kadarki dönemi anlatıyor. Film, klasik anlatıya dayalı, düzgün, temiz ve dikkatli bir çalışma. Aksu, sanatkârane iş yapayım, millet parmağını ısırsın diye olmadık taklalar atan bazı medyatik sinemacılardan değil. “Ulusal sinema”nın büyük ustaları gibi “hikâye anlatmak” yolunda devam ediyor. Çoktan öldüğü iddia edilen “ulusal sinema”yı yaşatan ve temsil eden “auteur” yönetmen olduğunu düşündüğüm Aksu, Cem Karaca’nın kültürel altyapısını yaratan babası Azerbaycan Türkü Mehmet İbrahim Karaca’nın, karmaşıklığı ile zaman zaman insanı hayretler içinde bırakan desteğini es geçmiyor. Baba Karaca, oğlu askere giderken valizine “Han Duvarları” şiir kitabını iliştirerek onu Faruk Nafiz Çamlıbel yani “Memleket Edebiyatı” cereyanının piri ile tanıştırıyor. Yine oğluna “millî tarih”in üstadı olan Prof. Dr. Fuat Köprülü’yü de okutmuştur. Hatta Cem Karaca, grubunun adını “Dervişan” koymasını Fuat Köprülü’yü okumasına bağlıyor. Annesi Toto Karaca (Yasemin Yalçın) ise oğlu ile babası (Fikret Kuşkan) arasındaki çatışmayı akışına uydurmak için çabalıyor. Dokuz ay boyunca, karnında bebeği ile sahneden inmeyen Toto, babasının Cem’i (İsmail Hacıoğlu) hariciyeci yapmak istemesi ve bunda ısrar edip oğluyla aralarındaki ipleri kopartmasına mani oluyor. “Ana sanatçı, baba sanatçı... Katran kaynamakla olmaz şeker, cinsine yandığım cinsine çeker” çıkışıyla çağdaş müziğimizin en parlak yıldızlarından Cem’in yani “Anadolu Rock”ının dev isminin kendi mecrasında akmasını sağlıyor. Yönetmen, filmine, seyirciyi sıkan baba-oğul-anne, müzikçi-hariciyeci olup olmamak, izin verip vermeme gibi dar bir tünele sokarak başlasa da giderek ferah bir anlatıma ulaşıyor. Koskocaman bir hayattan seçtiği bölümlerle tatmin edici bir “Muhtar Cem Karaca” portresini zorlanmadan çiziyor. Yüksel Aksu, filmin bağlamına uygun bir finalle seyircisini selamlıyor ve “Gülhane Parkı’nda ceviz ağacıyız” diyor ama fark etmediği bir şey var. Eğer karşılaşmalarımızdan birinde doğrudan sorarsa, kendisinden biz okuyucu, dinleyici ve seyircilerin “Gülhane Parkı’nın kendisi” olduğumuzu söylerim:) Filmdeki sürprizler ve gizli anlatımlar Filmin büyük sürprizi, Cem Karaca’yı canlandıran İsmail Hacıoğlu! Oyunculuğu ve sesi ile merhum Cem Karaca canlanmış da filmde rol almış etkisi yaratıyor. Hacıoğlu bu performansından sonra bir müddet dinlenmeli ve gelecek rolünü daha yukarı bir çıtaya çıkarmalı ki, ibresi Cem Karaca performansına takılıp kalmasın. Oyunculuğuna ve şarkıcılığına yedişer yıldız vererek tebrik ediyorum İsmail’i. Yasemin Yalçın bilhassa Toto Karaca’nın yaşlılığı dönemini canlandırması ile hafızalarımıza kazınmış durumda (unutmadan, makyaj müthişti). Eğer Altın Portakal ayarında kişisel bir ödülüm olsa hiç düşünmez, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Yasemin’e takdim ederim. Fikret Kuşkan’ın oyunculuk performansı harika ama baba Mehmet Karaca ile zırnık benzeşliği yok! Sanıyorum, Cem Karaca sesini babasından almış olmalı ki filmde Kuşkan, etkileyici sesiyle bahsi bile geçmeden seyirciye sezdiriyor. Türk halk edebiyatından, âşıklardan, ozanlardan, tarih yazıcılarından beslendiği açıkça vurgulanan Cem Karaca’nın, düzenle kavga etmekten özenle kaçınan Barış Manço gibi “meselesi” vardı: Yüzyıllardır maddi, manevi, kültürel mahrumiyetler içinde yaşamış insanımızın çağdaş refah düzeyinden pay alması… Batı uygarlığının sunduğu yaşam biçiminin en üstün, en insani, en güzel yanlarını hayatlarına uyarlaması… Kendi kültürünü çağdaş uygarlık içinde temsil edilebilir tekniklerle evrenselleştirebilmesi… Ve Türk müziğini yeni içeriklerle yeni bir sese kavuşturmak! Bugün Cem Karaca’nın vefatından neredeyse çeyrek yüzyıl geçti. Ülkemiz hâlâ “pop-arabesk” ilişkisinden doğan acayip iniltiler, vızıltılar veya 250 yıllık hastalığımız olan taklitlerle vakit geçiriyor. Gerçekten merak ediyorum: Cem Karaca’nın Gözyaşları boşa mı gitti? Yeni kırılma noktası! Günümüzde Kıraç, Murat Kekilli, Haluk Levent, Hayko Cepkin, merhum Murat Göğebakan ve pek çok sanatçının iki büyük usta ve çağdaşlarının yolunda yürüdüğünü unutmadım. Karaca ve Manço’nun ortaya çıktığı zamanlar tarihin kırılma ve dönüm noktasıydı. 50’lerin sonlarında Batı’da kiliseler boşalmış, diskotekler dolmuştu! Soğuk Savaş’ın Sovyetler aleyhine işlediğini Macar İhtilalcileri ve Prag Baharı’nın yaratıcıları kanıtlamıştı. Bugün yine bir kırılma ve dönüm noktasındayız! Özgün içerik ve özgün ‘saund’a acilen ihtiyacımız olduğu bir gerçek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder