29 Ekim 2023 Pazar

LÂNETLİ UYGARLIK

Geçen haftaki yazımda mutlaka yeniden izlenmeli dediğim ikinci film Akbabanın Üç Günü (Three Days of the Condor) bundan 48 yıl önce, 1975 yılında büyük petrol krizinin yaşandığı yıllarda çekilmiştir. Film, olay örgüsünden çok söyledikleri bakımından kıymetlidir. Özet olarak, ABD çıkarları için istihbarat örgütlerinin uzun vadeli senaryolarından biri üzerinden yürür ve bu planın başarısız olması sebebiyle, “utanç kaynağı” olarak işaretlenen operasyon yöneticisinin “yukarıdakiler” tarafından infaz ettirilmesiyle biter. Amerikan politikasındaki ahlaki sorun, Akbaba lakaplı Turner (Robert Redford) tarafından söylenen şu sözlerle ortaya konur: “Sizce yalan söylerken yakalanmamak, gerçeği söylemekle aynı şey mi?”. Küçük bir ayrıntı daha vardır. Turne, gizli tüm belgeleri basına sızdırmıştır. Muhatabına, haberin New York Times yoluyla yayılacağını anlatır. Muhatabı kendinden emin şekilde sorar: “Yayınlanacağından emin misin?” 48 yıl sonra o eski “oyunların” yazılıp bozula, bozulup yazıla geliştirilmiş bir versiyonu gerçek hayata uygulanmış bulunuyor. Senaryonun özünü teşkil eden “kritik ham maddelerin” sömürülmesi şartında asla sapma yok ama bir değişen var ki o, “mide bulandırıyor”! 7 Ekim’den bu yana sözde özgür Batı basınının ortaya koyduğu “yalanlaştırma” yoluyla haber yapma tutumu dünyanın geleceği için depolarda ateşlenmeyi bekleyen tüm nükleer başlıklardan daha korkunç görünüyor. Batı basının yalancılığı, Batı uygarlığının bir daha düzeltilemeyecek kadar ekseninden kaydığını, eğer bir dünya savaşı yaşanıp insanlığın yok olacağı bir son gelmezse artık yepyeni bir uygarlık algısına evirileceğini gösteriyor. Çünkü varlığının farkında ve kendini kemale erdirmiş bir uygarlık, eğer gerçeği söylemesi için bizzat var ettiği kurumların yalan söylemesine izin veriyor hatta onları yalancılığa teşvik ediyorsa, kemali, zevale dönüşmüş demektir. Tarihteki bütün medeniyetler yalan yüzünden omurgası üzerine duramaz olup birer sürüngene dönüşmüş ve daha sonra da yok olmuştur. Batı uygarlığının omurgası, özgür basının yalancılığı meşrulaştırmasıyla tuzla buz olmuştur. O şimdi bir sürüngenden farksızdır. Dünya artık yepyeni bir uyanışı da beraberinde getirecek gerçekçi bir uygarlığa gebedir! Sanıyorum aslında olup bitenlerin düğüm noktası bu “uygarlık krizindedir”. Çünkü dünyaya egemen olan Batı uygarlığı, kuruluşunu, gelişmesini ve büyümesini katliamlara borçludur çünkü artık sadece “öteki”nden değil kendinden de nefret etmektedir, çünkü iddia ettiği erdemli ilkelere sırtını dönüşü ve yalancılığı meşrulaştırmasının başka bir izahı yoktur. Batı uygarlığı, 1492’den itibaren Amerika’da, Hindistan’da, Türkistan’da, Afrika’da, Çin’de, Japonya’da, Osmanlı Devleti vilayetlerinde yaptığı katliamları daima “ilerleme, gelişme, uygarlaşma” palavralarıyla yalananlaştırarak bizzat kendini boğmuştur ve omurgası kırık bu uygarlığın insanlığa vereceği hiçbir şey kalmamıştır, kan, ateş ve ölümden başka! /////////// FOTO LANETLİ UYGARLIK ///////////// Şükretmek gerekir ki, Batı uygarlığını lânetini fark eden pek çok sıradan insan yanında entelektüeller de vardır. İşte bu hakikati gören entelektüellerden bir yönetmen Roy Andersson’dır. 2014’te çektiği “A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence” (İnsanları Seyreden Güvercin) filminin bir sahnesinde, sömürgeci Batı uygarlığı lânetini, dev bir silindir içine tıkılan Afrikalı kölelerin yakılmalarını görselleştirerek ifşa eder. Afrikalı köleler, altından alevler fışkıran ve dönen dev silindirin içinde çığlıklar atarak yanarken tamamı kadit ihtiyarlardan oluşan burjuvalar olayı şarap içerek ve kılları kıpırdamadan izlerler. Roy Andersson, ancak ciltlerce kitap yazarak anlatılabilecek vahşeti görselleştirdiği bu birkaç dakikalık acılı sahne için Batı uygarlığının lanetli geçmişiyle hâlâ yüzleşmediğini vurgulayan şu cümleyi söylemiştir: “Tarihte işlenen suçlarla bağımızın kopmadığını, suçluluk duymamız gerektiğini vurgulamak istedim”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder