Yönetmen Christopher Nolan, sinema salonlarına yine kendinden çokça bahsettirecek bir filmle, Oppenheimer ile avdet etti: Başladığı saniyeden neredeyse son saniyesine kadar salonda döne döne tepeme inen müzikleri, 2 D formatında izlememe rağmen perdedeki hayranlık verici görüntü netliği ve daha pek çok üstün sinemasal etkilere rağmen filmin ruhuna hiç ısınamadım. Doğrusu, Batı Uygarlığının çelik kolonu teknolojinin, onu üreten bilimsel zihniyetin toptan terk edilmesi gerektiğini içtenlikle arzulayanlardanım. Pozitivist bilimsel zihniyet ve ürettiği teknoloji, tek tek bireylerin hayatına yumuşak dokunuşlar yapıyor, her şeyin iyiye gittiğini düşünmesini sağlıyor ama diğer yandan dünyayı yaşanmaz hale getirenin bu zihniyetin ta kendisi olduğunu biliyor ve ona hiç güvenemiyorum. Çünkü bu bilimsel zihniyetin, daha doğmadan önce bile “iyi olmadığı için bozulmayan” bir ahlâki paradoksun ürünü olduğu artık apaçık bir hakikat!
Christopher
Nolan, bu ahlaki sorunsalı “atom
bombasının babası” lakaplı Oppenheimer üzerinden tartışıyor. Filmin
senaryosu uyarlama olsa da sonuçta bu “bir
Nolan filmi”. İçiyle dışıyla, artısıyla eksisiyle, taraflılığı ya da
tarafsızlığıyla her şeyiyle yönetmene ait. Nolan, Oppenheimer’ın hikâyesini
anlatmayı seçeceğine, yani cin şişeden çıktıktan sonra daima kötülük üretecek
karanlık tarafın pişmanlıklarını, çaresizliklerini, vicdan azabını anlatacağına
başka bir “anlatı” kurgulayabilir
miydi?
Başta Oppenheimer
olmak üzere, atom bombasını geçekleştiren ve onu devlet erkine teslim eden, daha
sonra Japon halkının üzerinde kullanılmasına karar veren zevatın, ‘karanlık alandaki’ varlıklarının
aksine bembeyaz bir alanda duran, kararı protesto ederek ABD Deniz Kuvvetleri
müsteşarlığından istifa eden Ralph Bards’ın
temiz vicdanı ve aldığı karar dikkate değer değil miydi? Değil mi, ahlak gri
alanı reddeder. Çünkü ahlak siyah beyazdır. İyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi
nettir.
Samimi
düşüncem şudur: Oppenheimer filmi, etik anlamda, “utanç verici bir anlatı” olarak yönetmenin hanesine not
edilmiştir. Dilim varmıyor ama Nolan biraz daha ileri gitse, “Amerika resmi anlatısı kadar yüzsüzleşecek”miş.
Bu vadide ilerlemekte ısrar ettiği takdirde bir sonraki filmi “Şeytan’ın Vicdan Azabı” bile olabilir!
Yönetmenin
filminde yarattığı karanlık atmosferde tutunacağı bir tek “iyi” şey yok muydu? Vardı! O da, Oppenheimer’ın sürekli “çığlık atan” bebeğiydi! Tüm filmi
kuşatan devasa gürültüyü yırtıp kulakları tırmalayan bebeğin çığlıkları, adeta
yaratılan vahşetin büyüklüğüne dair bir işaretti. Nolan gibi bir yönetmenin o
çığlığın peşine düşmesini umardım.
Günün Alıntısı
Müthiş Güzel Bir Manzara
Amerikan
malı atom bombası 6 Ağustos 1945 günü Shima Hastanesinin 600 metre üzerinde patlatıldı.
Saniyeler içinde 100 bin kişi buharlaştı!
Başkan
Turuman, sivil kayıpları önlemek üzere yeni bombanın “önemli bir askeri üsse” atılmış olduğunu açıkladı. Fakat bir ay
sonra, müttefiklerin işgali altındaki Japonya’dan sızdırılan bir rapor
bütünüyle farklı bir tablo ortaya koyuyordu.
Hastalar neredeyse eriyip
öldüler… Sonra insanlar… Bomba patladığında burada olmayanlar bile hastalanıp
öldüler. Gözle görünür bir neden olmaksızın sağlıkları bozuldu. İştahlarını
yitirdiler, saçları dökülmeye başladı, vücutlarında mavimsi lekeler görüldü;
burunları, ağızları ve gözleri kanamaya başladı. Vitamin enjekte etmeye
başladık ama iğne deliğinin etrafındaki etler çürüdü. Ne yaparsak yapalım
hastalar öldü.
ABD
kendi raporunu yayımladı. Bir hükümet raportörü bombanın “heykeltıraşların gıpta edeceği kadar güzel bir manzara oluşturduğunu”
yazdı. Bu öyle güçlü bir manzaraydı ki kişi kendisini “doğaüstü bir şeye tanıklık ediyormuş gibi” hissederdi. Bir general,
bir grup bilim insanının Hiroşima’da radyasyondan iz bulunmadığı konusunda
Kongre’yi temin etti. Zaten her hâlükârda radyasyon zehirlenmesi “çok hoş bir ölüm şekliydi”.
Martin Cohen, 101
Ahlak İkilemi, İş Bankası Kültür Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder