26 Ekim 2025 Pazar

Süreklilik ve değişim sarmalında Altın Portakal

Ülkemizin en köklü ve en istikrarlı (süreklilik) film şenliği Antalya Altın Portakal Film Festivali jürilerindeki klasik tertip ne zaman değişmeye başladı tam bilemiyordum. Birkaç defa benim de üyelik yaptığım SİYAD jürilerinin ne zaman kurulduğu konusunda hatırladığım bir şey yoktu. O zaman hafızasını internet sayfalarına kaydetmiş birine müracaat etmek gerek diye düşündüm. Editörü olduğu “sadibey.com” internet sinema sitesi ile, vefat edene kadar sinemamızın ‘hafız-ı kütüp’lüğünü üstlenen Agâh Özgüç’ün “Yeşilçamın Muhtarı” lakabını elinden almasa da onu yeni bir boyut getirerek tembel, aceleci, hazırlopçu yazar çizer takımı dâhil, yapımcısından oyuncusuna, yönetmeninden dağıtımcısına, set işçisinde kurgucusuna kadar bütün sinema camiasını “Sadi Abisi” unvanını alan Sadi Çilingir’i aradım. Selam verir vermez hal hatır faslını atlayıp doğrudan, “Festival tarihinde ilk SiYAD jürisi ne zaman oluşturuldu?”sorusunu sordum. Sadi Bey, “Emin değilim.” diyerek kendi internet sitesinin hafızasına başvurdu. Ben bu sırada netteki çoğu uyduruk bilgilerle dolu açık kaynaklara yönelerek kronolojik bilgi sunan vikipedi sayfa zincirine ulaştım. Allahtan bu sayfa Türkiye hakkındaki binlerce kelimeden oluşan palavralar yerine takvim bilgilerine göre düzenlenmişti. Sadi Bey ile sokak ağzıyla söylersem, epey bir harala gürele (çekişme anlamına gelen hır ile gür kelimelerinden üretildiğini düşündüm?) ederek sonunda 2008 tarihli 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali kayıtlarında SİYAD adına rastladık. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmi, En İyi Film seçilmiş ve adına SİYAD ödülü denmiş. Ama bu seçimi yapanlar kimlerdi onun bilgisi yok! Daha sonraki yıllarda da festival ana jürisi dışında oluşturulan iki önemli jüriden bir olarak SİYAD jürisi devam etmiş/etti. 57. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde ben de SİYAD jüri üyesi olarak görev yaptım ama o yıl Başkan Muhittin Böcek Covid 19’a yakalanarak entübe edilmiş, filmler açık hava sinemalarında gösterilmiş, ana jüri, Film Yön ve SİYAD jürileri AKM Aspendos salonunda seyircisiz film izlemiştik. SİYAD jüri üyeliğimden önceki Büyük Jüri üyeliğim ise 2004 yılında 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali sırasında gerçekleşmişti. Altın Portakal tarihindeki en büyük, en kapsamlı ve en verimli jüri olarak tarihe geçtiğini düşündüğüm bu seçici kurul, sanıyorum Osacar ödüllerini belirleyen Akademi topluluğunun bir minyatürü gibi düşünülmüştü. Sinema Yazarları, Film Yapımcıları, Salon İşletmecileri, Akademisyenler, Film Dağıtımcıları, Sinema Emekçileri, Yönetmenler, Senaristler, Oyuncular, Görüntü Yönetmenleri, Laboratuarcılar, Sanat Yönetmenleri, Kostüm Tasarımcıları, Ses Tasarımı ve Miksajcılar, Makyaj ve Saç, Kurgu, Film Müziği Bestecileri, Müzik Sektörü Temsilcileri ve AKSAV temsilcilerinden oluşmuştu. Büyük jüri, on bir ödülle Uğur Yücel’in yönettiği Yazı Tura Filmi’ni onurlandırmıştı. Geçmişe ait bu kadar malumatı vermemin sebebi, birkaç yıldır SİYAD jürisinin Altın Portakal’da yer almamsı. Fakat bunun nedenlerine uzun uzun girecek değilim. 12 Ekim tarihli yazımda Festival Sanat Direktörü Deniz Yavuz ile Tuncer Çetinkaya’nın röportajının bir kısmına yer vermiştim. Festival bu yıl “Sinema Yazarları Jürisi” adını alarak daha değişik bir yol ile oluşturulmuş. Basınla ilişkileri ve haber akışını doğru ve hızlı biçimde sağlayan Zümrüt Batuhan’ın aktardığı son habere göre, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sinema yazarı Sungu Çapan’ın adını, “Sungu Çapan Sinema Yazarları Jürisi”yle yaşatmaya karar vermiş. Yani bundan sonra bir süre Altın Portakal’da sinema yazarları seçici kurulunda SİYAD jürisi adı geçmeyecek. Sungu Çapan Sinema Yazarları Ulusal Jüri’sinde ise bu yıl; Doç. Dr. Gül Yaşartürk (SİYAD üyesi), Prof. Müjgan Yıldırım ve Prof. Bojidar Manov, Uluslararası Yarışmanın Jürisinde ise Vecdi Sayar (SİYAD üyesi), Özge Çeliktemel ve Ingrid Beerbaum var. Demek ki, “Bir nehirde iki defa yıkanılmaz.” diyen bilgelerin sözü bir kere daha doğru çıktı. Hayat binlerce, on binlerce belki tahmin edemeyeceğimiz sayılarda değişkenin yapılıp, yıkılıp yeniden yapıldığı bir lego gibi sürekli oluş halinde. Onlarca yıldan beri Türk sinemasının nabzının attığı bu festivallerde de pek çok şey değişiyor ve değişecek. Herakleitos’tan beri dillerden düşmeyen “Herşey akar.”, “Değişmeyen tek şey değişimdir.” sözleri de aynı mealdedir. Yaşayıp göreceğiz!

62. ULUSLARARASI ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ, SİNEMANIN EN “KALPTEN” HALİYLE SİNEMASEVERLERE MERHABA DEDİ

2 Kasım’a kadar sürecek sinema coşkusu başladı; 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, “kalpten” bir açılış töreniyle sinemaseveleri ve Antalyalılar’ı selamladı. Festival, pek çok farklı etkinlikle şehrin dört bir yanında sinemanın bütün renklerini yansıtacak. Türkiye’nin en köklü sinema şenliği, sinemanın en “kalpten” halini Antalya’dan bütün dünyaya sunmak üzere bir kez daha perdelerini açtı. Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 25 Ekim Cumartesi günü, geleneksel kortejle başladı. Sinema ve televizyon dünyasının sevilen isimleri, Antalya sokaklarında seyircilerinin sevgi ve hayranlık dolu coşkusuyla karşılandı. Korteje katılan sanatçılar arasında Serap Aksoy, Settar Tanrıöğen, Ezel Akay, Mahmut Cevher, Kaan Çakır, Mehmet Kurtuluş, Korhan Yurtsever, Mircan Kaya, Aybars Kuday, Cem Yiğit Üzümoğlu ve Yosi Mizrahi de vardı. Türk ve dünya sinemasının önde gelen isimlerini, sinema heyecanıyla dolu genç yetenekleri ve sinefilleri bir araya getiren gece; kırmızı halı töreninin ardından Cansu Canan Özgen ve Alpdoğan Esenoğlu’nun sunumuyla başladı. Ömer Vargı: Söz veriyorum, biz adaletli davranacağız Gecede konukları selamlayan, Ulusal Jüri Başkanı, yönetmen Ömer Vargı, konuşmasına, “Sevgili filmseverler, sinemaseverler” diye başladı ve bu hitabına şöyle açıklık getirdi: Bir protokol sıralaması yapmadan selamlamak istedim. Sinemanın böyle bir özelliği vardır; filmi izlerken okuma yazma bilmiyor olabilirsiniz, profesör olabilirsiniz, çöpçü olabilirsiniz, üst düzey yönetici olabilirsiniz ama herkes aynı duyguları paylaşır. Bunu günlük hayatlarında belki yapamazlar çünkü bir arada bulunamazlar. Dünyanın ve ülkemizin hak ve adalet konusunda çok zorlu bir dönemden geçtiğine değinen Vargı, “İnşallah bu festival çok güzel geçecek ama önümüzdeki seneki festivalin daha da güzel geçmesini diliyorum. Belki de bu duygularımıza çözüm bulacağız. Jüri adına şunun sözünü verebilirim ki biz adaletli davranacağız” diye konuştu. Geceye; Muhittin Böcek ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel de mesaj gönderdi. Böcek, mesajında şu sözlere yer verdi: “2019’da tekrar özüne döndürdüğümüz Altın Portakal’ın açılışında aranızda olmayı çok isterdim. Fiziken aranızda olmasam da kalbim, heyecanım ve mutluluğum, o salonda sizlerle birlikte. Antalya her yıl olduğu gibi bu yıl da sinemanın, emeğin, özgürlüğün kenti olmayı sürdürüyor. Yıllardır bu kente hizmet ederken hep şuna inandım; sanat, bir toplumun en güçlü nefesidir. Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün olmadığı yerde sanat da eksik kalır. Biliyorum ki Antalya’nın kalbi her şeye rağmen yine ‘kalpten’ atıyor. Bu festival sadece beyazperdeye değil emeğe, dayanışmaya ve hakikate ışık tutuyor. Bu ışığın hiç sönmemesi için emeği geçen herkese teşekkkür ediyorum. Bugün yanınızda olamasam da biliyorum ki Antalya yine dimdik ayakta; sinemanın, insanlığın ve umudun yanında” Özgür Özel ise mesajında “Sinema dünyamıza çok değerli isimler kazandırmış Altın Portakal Film Festivali’nde ödül alacak tüm sinema emekçilerimizle birlikte yarışan bütün isimlerin, sinemamızın dev isimlerinin açtığı yoldan sanat dünyamıza giden yolculuklarda da büyük katkılar yapacağına yürekten inanıyorum” ifadelerini kullandı. Gecenin açılış konuşmasını ise Festival Başkanı ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkan vekili Büşra Özdemir yaptı. Özdemir, sözlerine; “1964 yılında Dr. Avni Tolunay’ın önderliğinde açılan sanat perdesini, bugün yine aynı heyecanla, aynı tutkuyla ve kalpten bir inançla aralıyoruz. Ve biliyoruz ki festivalimiz yalnızca filmlerin değil özgürlüğün, dayanışmanın ve umudun da perdesidir. Bu perde, insanlığın ortak vicdanı ve hakikatin ta kendisidir” diye başladı. Sinemanın her koşulda ‘hakikat’i aradığını dile getiren Özdemir, konuşmasını şöyle sürdürdü: Bugün bu salonda yalnızca bir festivalin değil bir inancın, emeğin, bir yolculuğun da başlangıcındayız. Birlikte izleyeceğimiz her film bizi birbirimize biraz daha yaklaştıracak ve yeniden hatırlayacağız ki sanat; güzel ülkemizin kalbidir ve o kalp attığı sürece güzel günlere olan inancımız tükenmeyecektir. Bu geleneği yalnızca yaşatmak değil geleceğe taşımak da hepimizin en büyük sorumluluğudur. 25 Ekim’in aynı zamanda Muhittin Böcek’in de doğumgünü olduğunu hatırlatan Özdemir, “Belki bugün bu salonda değil ama onun emeği, inancı ve Antalya’ya duyduğu o büyük sevda burada, bu festivalin her ışığında, her kalp atışında bizimle” dedikten sonra festivalden Böcek’e şöyle seslendi: “Adalete, özgürlüğe, umuda ve güzel günlere inancımızla doğum gününüzü kutluyor, size kalpten gelen sevgimizle güçlü alkışlarımızı gönderiyoruz” Özdemir, sözlerini; “Kalpten bir inançla diliyorum ki sinemanın ışığı, Antalya’dan tüm dünyaya yayılsın! Bu festival; kalpten bakan, kalpten hisseden herkes için umut olsun!” diyerek sonlandırdı. Onur Ödülleri, usta oyuncular Serap Aksoy ve Settar Tanrıöğen’e Aksoy: “Bu sevgisizlik ve açgözlülük bitsin artık! Gecenin ilk Onur Ödülü’nü, Antalya Büyükşehir Belediyesi Başkan vekili Büşra Özdemir, usta sanatçı Settar Tanrıöğen’e takdim etti. Tanrıöğen “Çok şaşkınım, ne diyeceğimi bilemiyorum. Festivalde filmim olmamasına rağmen ödüle layık gören festivale teşekkür ediyorum” dedi. Usta oyuncu Serap Aksoy ise Onur Ödülü’nü, Cem Yiğit Üzümoğlu’nun elinden aldı. “Ödülü, haksız ve hukuksuz şekilde özgürlükleri ellerinden alınan herkes için kabul ediyorum” diyen Aksoy, konuşmasını şöyle sürdürdü: İnsafsız bir insan acıları çağındayız. Cehennemin ortasında insanlığımızdan utanarak, sanatın iyileştirici gücüne sığınarak yaşama savaşı veriyoruz. Bu sevgisizlik ve açgözlülük bitsin artık. Sinema Emek Ödülü: Feride Çiçekoğlu “Gülmeyi cezaevinde öğrendim” Bu yılki Sinema Emek Ödülü’nün sahibi, senarist- yazar Feride Çiçekoğlu, ödülünü; Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) Genel Başkanı Galip Görür’den aldı. Çiçekoğlu, teşekkür konuşmasına mizahî bir tonda başladı: “Üçüncü kez buradayım; ilkinde senaryo yazmanın öğrencisiydim. İkincisi, çok sevgili öğrencim Selman Nacar’ın filmine verdiğim destek dolayısıylaydı. Şimdi de artık herhalde ‘üçledik’ diye mi, artık yeter diye mi; öyle algılanmasın diye vurguluyorum” Çiçekoğlu, sözlerini; “Gülmeyi cezaevinde öğrendim. Orada yaşamak için gülmek zorundasınız. Emin olun; içerdekiler daha güçlü, daha kuvvetli çıkacak; yeni hikayeler olacak. Çıktıklarında onları yine bu sahnede alkışlayacağız” diye tamamladı. Görür ise “Sinemanın ışığının düştüğü yerde vardır hayat vardır, denir. Ama bugün Gazze’de çocukların üzerine karanlık yağıyor. Gazze’ye ışık olalım” şeklinde konuştu. Başarı Ödülleri Merve Dizdar ve Selahattin Paşalı’ya: “Antalya seyircisi şahane!” Açılış töreninde genç ve başarılı oyuncuları motive etme amacıyla sunulan Başarı Ödülleri de sahiplerini buldu. Bu yıl Merve Dizdar ve Selahattin Paşalı’nın layık görüldüğü ödüllerin ilkini; festival Uluslararası Jüri üyesi, oyuncu Mehmet Kurtuluş, Merve Dizdar’a verdi. Dizdar, “2022’de ‘Kar ve Ayı’ filmiyle En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldığımda da beni en çok Antalya seyircisi heyacanlandırmıştı. Seyircilere teşekkür ederim; şahanesiniz! Biraz dünyadan, her şeyden uzak, sadece film konuştuğunuz harika bir hafta diliyorum hepinize” sözleriyle ödülünü aldı. Başarı Ödülü’nün bir diğer sahibi, oyuncu Selahattin Paşalı ise törene, video mesajıyla katıldı. Paşalı, mesajında şunları söyledi: “Aileme miras kalacak bu geceye katılamadığım için çok üzgünüm. Meslekî yolculuğumuzu takdir edip bizi onurlandıran ve geleceğe yönelik sorumluluk veren festivale tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Bu bireysel bir ödül değil; bunu, meslekî yolculuğumda üzerimde emeği olan herkese armağan ediyorum. Ödülü Merve’yle paylaşmam ayrıca anlamlı benim için: 2017’de tiyatroda yollarımız kesişti Merve’yle. Şimdi ülkemizin en köklü film festivalinde başarı ödülünü paylaşıyoruz” Cansu Baydar: Yakılan cadıların torunları, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek meramını anlatacak! Gecede; “Neredeyse Kesinlikle Yanlış” adlı kısa filmi ile Altın Portakal dahil pek çok ödülün sahibi olan genç yönetmen Cansu Baydar’a ise Genç Sinemacı Başarı Ödülü verildi. Ödülünü, yönetmen Ömer Vargı’nın elinden alan genç yönetmen Cansu Baydar, “İkinci kez bu sahnede olmak çok heyecan verici. İşini obsesyon derecesinde tutkuyla yapan ekibimizin emeği sonucunda buradayım. Çok teşekkür ediyorum” dedi. Baydar, sözlerini; “Biliyorum ki bir zamanlar yakılan cadıların torunları, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek meramını anlatmaya devam edecek” diyerek tamamladı

19 Ekim 2025 Pazar

KONFOR ALANIMIZIN DIŞINA ÇIKMALI MIYIZ?

Biz, konfor alnımızın dışına çıkmalı mıyız?   Bazı insanlar vardır ki, haklarında “Bu kişilerin beyinleri uranyum piliyle mi çalışıyor ki, enerjileri, araştırma hevesleri ve en önemlisi merakları hiç bitmiyor?” diye düşündüğüm çok olmuştur. Bizden ilk aklıma gelen iki isim; Peyami Safa ve Erol Güngör. Batı dünyasında ise yüzlerce örnek saymak mümkündür. Ben bunlardan biri hakkında biraz bilgi sahibiyim. Türkçeye çevrilmiş eserlerini okudum ki, bunlardan biri olan İslam’ın Güler Yüzü adlı eserinde bu hanım, “ihtiyarlığın insanoğlunun merak duygusunu kaybetmesiyle” başladığını yazmıştır. Bu fikrini hafızama kazımıştım.   Geçen gün sosyal medyadaki bir gönderide, ortadan ikiye ayrılmış bir tarafı genç bir tarafı yaşlı bir kadın yüzü resminin altına şunlar yazılıydı. UNESCO’nun Yaşlılık Tanımı: Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa; Yeni şeyler öğrenmiyorsa, şaşırmıyor ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyorsa; Merak etmiyor, keşfetmiyorsa; Geçmişte, anılarında yaşıyor ve sürekli eskiyi tekrarlıyorsa yaşlıdır!   Fransız düşünür Eva de Vitray-Meyerovitch(Müslüman olduktan sonra Havva adını kullanmış), hayatı boyunca incelemiş, araştırmış ve “gerçek nedir?” sorusunun peşinde koşup ona ulaşmaya çalışmış bir bilim kadınıydı. Mesela İslam dinine geçmeye karar verdikten sonra, eski dinine ihanet etmediğinden emin olabilmek için üç yıl boyunca ilahiyat eğitimi almış ve ilk İncilleri okuyabilmek, “baba ve oğul” zırvasının gerekçesini öğrenebilmek için Yunanca öğrenmiştir. Sonunda merak ve hakikat arayışındaki bu hanım, bütün faniler gibi vefat etmiş, vasiyeti üzerine Türk dostları cenazesini Konya’da Şems’in türbesine defnettirmiştir.   Altmış küsur yaşını aşmış bendenizin mütevazı yaşantısındaki dinamiklere gelirsek… Zannederim yüzde elli yüzde elli sabitlenmiş bir denge söz konusu. Doğrusunu söylemek gerekirse, “konfor alanımı” sık sık ihlal ediyorum! Yeni şeyler öğreniyorum. Bilhassa yapay zekâ, bilgisayar programları ve otomobil motor tamirine hastayım! Evet, çok şaşkın değilim ama çok bildiğini sanan ahmaklar ordusundan terhis olalı da uzun zaman oldu! Merakımın pusulası yön değiştirdi. Haritamda gündelik siyaset yok. Politikacıların insanları hangi rejimle nasıl yönetmeleri gerektiğini değil,"yönetmeli mi yönetmemeli mi?" tartışmasının nasıl sonuçlanacağını merak ediyorum! Geçmişte kalmamak için, anılarımı yazılarıma katarak bir anlamda nesnelleştirip kaydediyor ve gündemimden çıkartmaya çalışıyorum. Yeni anılar biriktirmeye başlayalı uzun zaman oldu! Sizler de kendinizi test edin bakalım, ne durumdasınız?

15 Ekim 2025 Çarşamba

ANKARA FİLM FESTİVALİ

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen, bu yıl 13-21Kasım 2025 tarihlerinde gerçekleşecek 36. Ankara Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda değerlendirilecek filmler belli oldu. Ankara’da ilk kez seyirciyle buluşacak sekiz film, Mahmut Fazıl Coşkun’un başkanlığındaki jüri tarafından değerlendirilecek. Festivalde bu yıl, Emine Emel Balcı’nın “Buradayım, İyiyim”, Hasan Tolga Pulat’ın “Parçalı Yıllar”, Mustafa Emin Büyükcoşkun ile Semih Gülen’in “Atlet”, Özkan Çelik’in “Perde”, Seyfettin Tokmak’ın “Tavşan İmparatorluğu”, Şeyhmus Altun’un “Aldığımız Nefes”, Tunç Davut’un “Kesilmiş Bir Ağaç Gibi” ve Ziya Demirel’in “En Güzel Cenaze Şarkılar” adlı filmleri jüri karşısına çıkacak. 30 film başvurusu arasından Ulusal Uzun Film Yarışması’nda yarışacak sekiz filmi akademisyen ve sinema yazarı Ece Vitrinel, sinema yazarı ve yazar Murat Erşahin ile Ankara Film Festivali Direktörü İrfan Demirkol’dan oluşan Seçici Kurul belirledi.

ALTIN PORTAKAL'IN AYAK SESLERİ

Antalya Altın Portakal’ın ayak sesleri daha net duyulmaya başladı. Festival programı tamamlandı, jüriler belirlendi artık “Festival Başlasın!” demek için gün sayılmaya başlandı. Geçen haftaki yazımda Festival Sanat Yönetmeni ile yapılan bir röportajdan söz etmiştim. Şimdi de festival hakkında bizleri bilgilerle besleyen Batuhan Zümrüt’ün verdiği haberlerden söz edeyim. Altın Portakal’ın bu yılki programına, nihayet ateşkes şartlarına kavuşan Filistin’e Özel Seçki ‘Sınırlardan Sınırsızlığa’ eklendi. Bu çerçevede beş film festival izleyicileri için gösterilecek. Bu filmler şunlar: Sepideh Farsi yönetmenliğini üstlendiği, İsrail askeri işgali altındaki Gazze’deki yaşamı tasvir eden ‘Put You Soul on Your Hand And Walk’, 2025 Venedik Film Festivali Giornate degli Autori bölümünde dünya prömiyerini yapan, Cyril Aris’in yönetmenliğindeki Beyrut’un gölgesinde geçen, umutla kederin iç içe geçtiği otuz yıllık bir aşk hikâyesini aktaran, 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ilk kez Türkiye’de gösterilecek ‘A Sad and Beautiful World’, Venedik Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde ilk gösteri yapan ve Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan, Gazze’de beş yaşında hayatı yarım bırakılan Hind’in sesi etrafında şekillenen, Kaouther Ben Hania’nın yönetmenliğini üstlendiği ‘The Voice of Hind Rajab’, 2025 Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard bölümünde birçok ödüle aday gösterilen, daha iyi bir hayat arayışıyla Fildişi Sahili’nden Tunus’a göç etmiş üç kadının öyküsüne odaklanan, Erige Sehiri yönetmenliğindeki ‘Promised Sky’ ve 2025 Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan, Sidney Film Festivali’nde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Ödülü’nü kazanan, Cannes Film Festivali’nin yarışma dışı bölümünde gösterilen, üç kuşak boyunca süren bir aile destanı aracılığıyla, Filistin halkının kolektif hafızasını ve nesiller boyu aktarılan travmalarını derinlemesine işleyen, ilk kez Türkiye’de 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilecek Cherien Dabis’in yönettiği ‘All That’s Left of You’.

11 Ekim 2025 Cumartesi

ANTALYA ALTIN PORTAKAL SANAT DİREKTÖRÜ DENİZ YAVUZ: KEŞKE YAŞANMASAYDI!

Antalya Altın Portakal Film Festivali mutfağından gelen haberleri sosyal medyada izleyerek anında haberdar olmak keyifli olmakla beraber, geçmiş gazetecilik günlerinden kalan “atlatma habere” imza atmak fikri içimde debelenip duruyor ama çare yok! Festival’in X hesabına sıradan iletilermiş gibi saniyeler içinde peş peşe düşen haberlerden bir kısmı şöyle: Festival Sanat Direktörü Deniz Yavuz, “Antalya altın Portakal Film Festivali Antalyalılarındır!” dedi. Üstelik bu ve benzeri haberler canlı video olarak yayınlanıyor. Diğer sosyal medya haberlerini sıralamak yerine geleneksel gazetecilik tarzıyla https://www.antalyakorfez.com için yüz yüze röportaj yapan Antalyalı sinema yazarı arkadaşımız Tuncer Çetinkaya’nın çabasını takdir ettim. Yavuz’a sorduğu şu soru, kedi yavrusu sevimliliğindeki “festival gülü” gazetecilere, influencerlara, youtuberlere, fenomenlere girecek delik aratacak ve hasetten çatlatacak kadar ciddi ve doğru bir soru: “Bu tanımlamayı yapan bir yazar olarak, “enkaz” meselesine dönmek istiyorum. 60. yılda çok sıkıntılı bir süreç, bir sansür skandalı ve yapılamayan bir festival yaşandı. Üstelik bu olay, 1979’la kıyaslanamayacak ölçüde içsel nedenlerle gerçekleşti. O günlerde belediye yetkililerinin ricasıyla yaptığım bir brifingde, -bu ifadeyi bilinçle kullanıyorum- “organizatör” arkadaşa yeterince müdahil olmadıklarından yakındıklarını gözlemlemiştim. Sonra senin içinde bulunduğun dönem başladı. O kaotik ortamda zorluklar yaşadın mı?” Sinema Yazarları Derneği idareciliği yıllarından beri soğukkanlılığına tanık olduğum festival direktörü Deniz Yavuz ise aynı sağlamlıkta, ciddiyette cevap veriyor: “Tabii ki yaşadık. Bahsettiğiniz gibi onlarda da bir travma ve endişe vardı. Kültüre, sanata ve sinemaya müdahale etmek istemeyen, olaya sevgi çerçevesinde yaklaşan bir bürokrat kadrosu vardı orada. Hedefleri şehir ile insanlar arasında köprü kurmaktı ve temel ilke olarak işi profesyonellere bırakmak kararındaydılar. İşin o kısmında aksaklık olduğunda bu her tarafa sirayet ediyordu. Böyle anlarda bir filtre, ilaveten önlem alma mekanizması devreye giriyor. Bizler de “keşke yaşanmasaydı” dediğimiz bu sürecin ardından daha hassas davrandık ve zorlu koşullarda elimizden gelenin en iyisini ortaya koymaya çalıştık.” Çetinkaya diğer bir “açık sorunu” da gündeme getirerek “Gelelim SİYAD Jürisi’ne. Bu yılın Altın Portakal’ında geleneksel Sinema Yazarları Derneği Jürisi’ni görebilecek miyiz?” sualini yönetmiş. Deniz Yavuz geniş ve uzun cevaplar veriyor ama tabii bunlara aktarmam hem yer hem köşenin formatı bakımından mümkün değil. O yüzden yukarıdaki bağlantıya tıklayarak okuyabilirsiniz. Benim sonuç olarak söyleyeceğim daha önce de söylediğim gibi şudur: “Antalya’nın yeri her zaman bambaşkadır. Onu özel kılan sadece şehrin festival sayesinde bir cazibe merkezi olduktan sonra bir kraliçe edasıyla festivali himaye ediyor olması değil (Altın Portakal Antalyalılarındır), festivalin bizzat çelişki ve çalkantılarla dolu tarihçesi (Çetinkaya ve Yavuz tam da bunu konuşuyorlar) de özel kılıyor. Altın Portakal’ın bir hikâyesi var ve çok melodramatik.

FERZAN ÖZPETEK VE ELMASLAR

Bilmeyenler zanneder gökten indi yıldızlar Türk halk ozanlarını şiirlerini okuyup dinledikçe zaman içinde bu insanlara neden “Halk Aşığı” dendiğini daha iyi anladım. Âşık Paşa, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Âşık Ömer, Ercişli Emrah, Gevheri, Karacaoğlan, Kayıkçı Kul Mustafa, Kul Nesimi, Erzurumlu Emrah, Âşık Sümmani Âşık Seyrani, Dadaloğlu, Dertli, Ali Ekber Çiçek, Âşık Mahzuni Şerif, Âşık Reyhani, Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Musa Eroğlu, Ozan Ârif gibi bağlama eşliğinde halka sevgi sözcükleri fısıldayan insanlara halkın “âşık” demiş olabileceği fikri hiç de abartı değil. Bu âşıklar, hemen yanı başımızda birer yıldız gibi ışıldayan kadınları hiç usanmadan yüceltmişler yüzyıllar boyunca. Ya da en azından ete kemiğe bürünmüş yıldızları mistik öğreti yüklü şiirleri için derin ve çok katmanlı mecazlar olarak kullanmışlar. Yukarıdaki düşüncelerim, kendisi hakkında “Türk asıllı İtalyan yönetmen, bu defa anlatı çıtasını o kadar yukarı çekmiş ki etkilenmedim desem yalan olur. Bağlarından kopmadan açıklara doğru hamleler yapmaya çalışan, kimi zaman dalgaların vuruşuyla gözden kaybolan ve çıkamayacak hissi uyandıran, küçüklü büyüklü dramatik yüklerle ağırlaşmış sandalların nerdeyse ipinden kopacakmış gibi çalkalandığı bir ‘İtalyan limanından’ bir İtalyan sineması örneği” sözlerini sarf ettiğim Ferzan Özpetek’in Elmaslar filmini izlerken oluştu zihnimde. Titizlikle yazılmış Elmaslar senaryosunda kadınlar sadece mücevhere benzetilmiyor, onların yıldızlarla ilişkisi olduğu da söyleniyordu ki tam da burada, Anadolu’nun derin irfanından doğduğu ayan beyan ortada ve tam da halk âşığı sözü denecek şu mısralar düştü aklıma! “Sürmene çarşısına gelir oturur kızlar Bilmeyen de zanneder gökten indi yıldızlar” Kadınların bütün “gelenkli” kültürlerde çok ince sözler, şiirler, insanın ruhunu yakıp kavuran müzikler veya hemen şimdi şuracıkta yanımızda dedirtecek kadar gerçekçi heykeller ve resimlerle yüceltildiğini bilmeyenimiz yoktur. Özpetek de asırlarca sürüp giden “kadın edebiyatına” önce senaryosu, sonra da sineması ile katılmış. Teslim etmek gerekir ki, hem kendi samimiyeti hem de birlikte çalıştığı bütün o Elmaslar ekibinin yaptıkları işe inanışları seyirciye harfiyen yansıyor. Ferzan Özpetek Elmaslar filmiyle seyircilerine, kendi “varlık/varoluş” çizgisini eserine nezih ve üstadane biçimde katarak görsel işitsel bir şölen sunuyor!

4 Ekim 2025 Cumartesi

Gerçekten daha gerçekçi: Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another)

Savaş Üstüne Savaş, Amerika’nın barış ve esenlik ortamında çekilip kurgulanan, “gürültü, şiddet, inat, faşistlik, aldatma, hile, egemenlerin acımasızlığını katıksız halde ama kara komedi tarzında anlatan” bir Paul Thomas Anderson filmi. Seyredilirken akla Gazze’de bombalar altında, susuz ve aç, yeryüzünde görülebilecek en zor şartlarda büyüyen çocukları düşündürdüğünü ama aslında Gazze ve Filistinlilerle hiç ilgisi olmadığını söylemeliyim. Anderson, Savaş Üstüne Savaş’ı, Thomas Pynchon’ın “Vineland” romanından uyarlayarak peliküle aktarmış ki roman 1990 yılında yayınlanmış ve Türkçe baskısı da mevcut. Ben okumadım. Anderson’ın derdi, daha önce seyredebildiğim bazı filmlerinden edindiğim izlenime göre Amerika Birleşik Devletleri ve onun “derin, karanlık, ırkçı, faşist vahşi kapitalist elitleri” ile. Yönetmenin etikası ise “hakikat, aldatmaca, insanlaığın köleleşmeyi ve direnmeyi aynı bünyede taşıyan şahane ama çelişkili doğası” üzerine. Yanılıyor olabileceğimi şuraya not düşeyim. Adam bu satırları görüp kahkahalarla gülüp “Ne alaka?” da diyebilir. Biz sinema yazarları 365 gün film izleyip onlar hakkında ahkâm kesip değerlendirmeler yapıyoruz ama bu onların ne kadar umurunda? Bizi okuyorlar mı? Okuyorlarsa ne düşünüyorlar? Hiçbir etkileşim, bilgi alışverişi yok. Ziya Osman Saba’nın arkadaşı Tarancı’yı “Yaz Cahit yaz!” diye teşvik etmesi gibi bizi teşvik eden de yok! Fakat en kocamışımızdan en gencimize, seyrediyor ve yazıyoruz: Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another) filmi, zalimliğin her şekline karşı duruyor ama en çok Amerikan ırkçılarına öfkeli; “Ari”ci o ırkçılara göre aşağı ırktan sayılanların acımasızca dışlanmaları, direnmeleri halinde daha acımasız biçimde yok edilmelerini “sade gürültü”den ibaretmiş hissi uyandıran bir müzik, soluk aldırmayan bir kurgu, izleyiciyi içine alan harika görüntüler ve rollerini adeta öz derisini sıyırıp atıktan sonra senaryodaki karakterin derisini bürünmüş gibi canlandıran oyunculuklarla büyülüyor! Devrimcilikten ayyaşlığa evirilen ve hikâyenin “kara mizah” tarafını seyirciye ince ince hissettiren Ghetto Pat rolünde Leonardo DiCaprio, egemenlerin ırkçı “Noel Maceracıları Kulübü”ne girmek için öz çocuğunu öldüremeye karar verecek kadar gözü dönmüş faşist bir Amerikan subayı olan Steven J. Lockjaw karakterini muhteşem bir performansla yani derisini sıyırıp attıktan sonra rolüne bürünerek canlandıran Sean Penn, gözlerinin çekikliği sebebiyle “Ne latini canım? Bildiğin Kızılderili” diyerek onun için Latin oyuncu diyeneler itiraz ettiğim karate hocası Sensei Sergio St. Carlos rolünde Benicio del Toro ve Hollywood’un çok yüksek oyunculuk ortalamasının zirvesinde dolaşan pek çok oyuncu… Bunların arasına filmdeki akıbeti ile bize Gazze’de yaşayan ve kendiliğinden “direnişçi/savaşçı” olarak büyüyen Filistinli çocukları hatırlatan 16 yaşındaki Willa karakterini canlandıran Chase Infinit adlı oyuncuyu da eklemeden edemeyeceğim. Filmdeki direnişçi grup adı olan French 75’in ne olduğunu araştırdığımda, aslında bu adın New York adlı barda icat edilen “cin, şampanya, limon suyu ve şekerden yapılan bir kokteyl” olduğunu öğrendim. Fransızcada kısaca “soixante quinze” olarak bilinirmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında ilk şekli 1915 yılında Paris'teki New York Bar'da barmen Harry MacElhone tarafından yapılmış. Demek ki, saf ırkı savunan Amerikalı ırkçılar, her ırktan insanın bir arada olduğu French 75 direniş örgütünü kendileri gibi “katışıksız” değil melez olduğu için yok etmişler şeklinde bir “eğretileme” geliyor akla. Nitekim Steven J. Lockjaw (Sean Penn) zenci direnişçi kadın Perfidia Beverly Hills’ten (Teyana Taylor) olan kızı Willa’yı melez olduğu için öldürme kararı alıyor. Hikâyenin acıklı komikliğini en çok hissettiğimiz sahneler ise 16 yıl sonra Fren h 75 bakiyelerinin izini bulup yok etmeye çalışan Yüzbaşı Lockjaw ve ekibinin ölümcül baskını sırasında devrimciler arasında yaşanan “parola” tartışmasında ortaya çıkıyor! Alkol ve uyuşturucudan beyni yanmış eski devrimci Ghetto Pat parolayı hatırlamadığında neredeyse bizim “Kemal Sunal-Şener Şen” diyaloglarına dönüşen uzun ama burada komik ama acıtan diyaloglar dizisi dinliyoruz. Şöyle bitireyim: Televizyonlarda, sosyal medyada Doğu Türkistan ve Gazze’de yaşananları görüp adeta katatoni geçiren şizofrenler gibi hiç tepki vermeyenler bu filmi mutlaka izlesin. Çünkü onlar gerçeklere değil kurmacaya daha çok inanıyorlar. Böylece belki de dünyada neler olup bittiğini, egemenlerin muhaliflerini her 30 yılda bir yeniden yaratıp onları bir kere daha yok etmekten zevk alışlarını hatta bunu bir macera addetmelerini anlayabilirler.

27 Eylül 2025 Cumartesi

ALTIN KOZADA SEYİRCİ İZDİHAMI VARDI

Adana Altın Koza Film Festivali’nin ikinci günü İstanbul’un keyifsiz havasından Adana’nın fön makinesinden çıkmış kadar yakıcı sıcağına dalmak eski günleri hatırlattı. Şakirpaşa Havalimanında İstanbul uçağını çelenklerle karşılayan ve herkese karanfiller-güller uzatan o şenlikli kalabalık sıcağı unutturur, farklı bir insan karakteriyle muhatap olacağınızı daha o saniye hissettirirdi. O zamanlar Türk sinemasının büyük oyuncularından birkaçı da kafilenin içinde olduğundan bu karşılama eski tabiri ile “alâyişe*” dönüşürdü. Hele Cüneyt Arkın veya Türkan Şoray topluluk arasındaysa değmeyin gitsin: Sinema seyircisinin iki yıldız oyuncuya olan şiddetli ve ısrarlı tutkusunu başka bir oyuncu için gösterdiğine şahit olamadım. Meselenin tabii bir de beraberce festival havasını tattığımız ama bugün artık çoğu hayatta olmayan duayenler tarafı vardı. Agâh Özgüç eşi Meliha Abla, Yılmaz Atadeniz, Yılmaz Köksal, Süleyman Turan gibi şimdi adını sıralamaya kalkarsam sayfada yer kalmayacak kadar çok insan festivallerde en az bir veya bazen birkaç grup oluşturarak şenlik günlerini daha özel, unutulmaz ve nevi şahsına münhasır kılarlardı. O zamanlar en yeni filmleri bir arada yarışırken seyretme imkânı yanında yapımcı, yaratımcı ekip ve oyuncuları ile muhatap olmak gibi bire bir ilişkiler, sinema aurasının günler boyu etrafınızı sarması çok büyük haz veriyordu. Attila İlhan’ın, her ne kadar başka bağlamı işaret eden bir şiiri olsa da şu dizeleri eski festivaller ile bugünküler arasındaki farkı benim uzun uzun yazmama gerek kalmadan anlatır zannımca: “şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız / o mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız / gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız / yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız / o mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız” 32. Altın Koza’ya dönersek, söylenecek en önemli şey festivalin babasız kalmış, yetimlik çeken bir çocuktan ziyade kafa tutan bir delikanlı edası ile yoluna devam etmeye çalıştığıdır. Nitekim tarihi boyunca da böyle bir rövanşçı festival olduğunu 25 Temmuz tarihli, “Altın Portakal mı, Altın Koza mı?” adlı yazımda şöyle belirtmiştim: “Ama mesela Adana da hikâyesi olan bir festival olmasına rağmen bu hikâye daha çok bir tür rövanş hikâyesini andırıyor...” Festivalde filmler eskiye nazaran daha küçük salonlarda gösterildi. Seyirci kuyrukları salon kapasitelerini çok aşıyordu. O sebeple bilet sırası tartışmaları, yerime oturdun kavgaları yaşandı. Seyirci ilgisinin üst düzeyde olması festival yöneticilerinin yüzünü güldürürken davetlilerin travması haline gelebiliyor: festivalde ilk filmi izlemeye gittiği akşam uzun kuyrukları görünce ürktüm. Adanalılar ile İstanbul’dan gelen festival gezginlerinin harman olduğu sıralardaki sabırsız seyircilerle muhatap olan gişedeki üç elemana acıdım. Çünkü yer kalmamış ama bilet kuyruğunda eksilme olmuyordu. Gerçi bir festival için “seyirci izdihamları” gururu verici olsa da biz gariban seyircileri için her defasında eziyetin dik alası oluyordu. Bütün festivalde yaşadığımız budur. En azından şehşr dışından gelen gazeteci ve sinema yazarı konuklar için ön gösterim benzeri, öncelikle konukların, en sonunda yer kalırsa başka izleyicilerin içeri alınacağı bir salon oluşturmak çok mu maliyetli ki, her zaman bu engelli koşu parkurunda sınanıyoruz? Nitekim Fadik Sevin Atasoy’un önceden aldığı bilet olmasaydı ben daha ilk seansta film izleyemeyecektim! Bütün bu yazdıklarımdan sinemamız için gösterilen ciddi çabanın tarafımdan hafife alındığı fikrinin çıkarılmasını istemem. Bu düşünceler sadece benim değil yurtiçi ve yurtdışından gelen pek çok konuğun da ortak fikridir. Ancak lafı doğrudan söylemek (yazmak) yine bana düştü! Çükü, gazeteci, yazarçizer takımı festivallere vesaire etkinliklere “akredite olabilmek” için sözde eleştiri adı altında kedi yavrusu sevimliliğinde tırmıklar atarak ama aynı zamanda kendilerini okşatmaktan keyif alıyor. Daha öce başka bir festivalde olduğu gibi bun festivalde de sözde bir skandal haberi yazmam için bana teklif getirdiler. Düşünün adım nasıl “korkusuz ve istediğini yazara” çıkmışsa… Ancak bu pusuya yatıp başkasını dolmuşa getirme tavırları artık çok bayatladı. Bir gazeteci nasıl olur da elindeki sözde bomba haberi başka gazeteciye verir? Yukarıda dediğim gibi düşman kazanmamak ve davetiyesiz kalmamak için. Neyse, açık ve net biçimde taşeron olmadığımı, sıkıysa kendilerinin yazıp gazetelerinde yayınlamalarını istedim. Hala bir ses yok! KUTU Altın Koza için yarışanlar Festivallerde filmleri yarıştırmanın pek çok mahsuru olduğunu bir kere daha yazayım: sanat eserlerini istatistik ortalamaya indirgeme anlamına gelen bir seçme şeklini mahzurlu bulmamak elde değil. Ama tabii ortada gerçek anlamda sanat eserlerinin bulunup bulunmadığı ayrıca tartışılabilir bir durum. Altın Koza için yarışan filmlerin bazıları İstanbul Film Festivali’nde daha önce gösterilmiş olduğundan bunları görmeye girmeden önce haklarında ister istemez “bilgi” sahibi oldum! Mesela adını vermeyeceği bir gazeteci arkadaş adını vermeyeceğim ama ödüle çok yakın sayılan bir filmi daha önceden görmüş ve dişlerini sıkarak filmin çok berbat hatta çöp tenekeli olduğunu söyledi. Tabii bu yargılara aldırmadan izlemeye devam ediyorum. Ancak ta ki Pelin Esmer’in O da bir şey mi (2025) filmini seyredene kadar sinemanı teknik standartlarını yerle yeksan eden biçare filmler karşınsıda nutkum tutuldu: Adını belirtmeyeceğim o filmlerdeki kamera, ışık, ses, kurgu gibi “görsel işitsel cümlenin” sağlam biçimde kurulması için şart olan yapı taşlarının çürüklüğü içimi kararttı. Pelin Esmer’in O da bir şey mi filminde ise “görsel işitsel cümle” elemanlarının çok sağlam olduğu hemen belli oluyordu. Esmer’in bu son filminde yaptığı işin ciddiyetini seyirciye hissettirmeyi becerdiğini de söyleyeyim. Bir kaç yan hikâyenin eksiği kalmamak koşuluyla anlatılması ise filmi bir saat elli dört dakika uzunluğunda bir zürafa boynuna çevirmiş! Kısacası eğer karmaşık tercihler karamboluna kurban gitmezse filmin Altın Koza’da da ödül alabileceğine dair bir kanaatim var!

ALTIN KOZALAR SAHİPLERİNİ BULDU

32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin kazananları açıklandı. Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda Pelin Esmer’in “O Da Bir Şey Mi” filmi En İyi Film seçilirken, Yılmaz Güney Ödülü de Orhan Eskiköy’ün “Ev” filmine verildi. En İyi Belgesel Ödülü, Sibel Karakurt’un “Eskisi Gibi” filmine giderken, Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda Türkiye’den Fırat Yücel’in “Happiness” filmi En İyi Film Ödülü'nü kazandı. Edebiyat Uyarlaması Uzun Metraj Senaryo Yarışması’nda ise En İyi Senaryo Ödülü, Pınar Arıkan’ın Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı romanından uyarladığı “Kesik Baş”a verildi. YARIŞMALAR & ÖDÜLLER Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması En İyi Film Ödülü (1.750.000 TL): O Da Bir Şey Mi (Pelin Esmer) Yılmaz Güney Ödülü (300.000 TL): Ev (Orhan Eskiköy) Kadir Beycioğlu Jüri Özel Ödülü (150.000 TL): Gündüz Apollon Gece Athena (Emine Yıldırım) Adana İzleyici Ödülü (150.000 TL): O Da Bir Şey Mi (Pelin Esmer) En İyi Yönetmen Ödülü (300.000 TL): Pelin Esmer (O Da Bir Şey Mi) En İyi Senaryo Ödülü (150.000 TL): Özkan Çelik, Cem Zeynel Kılıç (Perde) En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (100.000 TL): Bige Önal (Buradayım, İyiyim), Tülin Özen (Perde) En İyi Erkek Oyuncu Ödülü (100.000 TL): Nazmi Kırık (Uçan Köfteci) En İyi Müzik Ödülü (50.000 TL): Barış Diri (Gündüz Apollon Gece Athena) En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü (100.000 TL): Barbu Balasoiu (O Da Bir Şey Mi) En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü (100.000 TL): Elif Taşçıoğlu (O Da Bir Şey Mi) Ayhan Ergürsel En İyi Kurgu Ödülü (100.000 TL): Erhan Örs (Ev) Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (50.000 TL): Aslı Işık (Uçan Köfteci), Duygu Karaca (Perde) Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü (50.000 TL): Bedir Bedir (Perde) Türkan Şoray Umut veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü: Merve Asya Özgür (O da Bir Şey mi) Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü: Mazlum Sümer (Cinema Jazireh) SİYAD Cüneyt Cebenoyan En İyi Film Ödülü: O Da Bir Şey Mi (Pelin Esmer) Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Pelin Esmer (O Da Bir Şey Mi) Edebiyat Uyarlaması Uzun Metraj Senaryo Yarışması En İyi Senaryo Ödülü (150.000 TL): Kesik Baş - Pınar Arıkan (Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı romanından) Jüri Özel Ödülü (75.000 TL): Selvi - Orhan Eskiköy (Aynı adlı kendi öyküsünden) Belgesel Film Yarışması En İyi Belgesel Ödülü (300.000 TL): Eskisi Gibi (Sibel Karakurt) Jüri Özel Ödülü (100.000 TL): Kardeş Türküler ile 30 Yıl (Ayşe Çetinbaş, Çayan Demirel) Mansiyon Ödülü: Döngü (Bulut Renas Kaçan) Uluslararası Kısa Film Yarışması En İyi Film Ödülü (100.000 TL): Happiness (Fırat Yücel, Türkiye) Jüri Özel Ödülü (50.000 TL): Qaher (Nada Khalifa, Filistin) Ulusal Kısa Film Yarışması En İyi Film Ödülü (75.000.TL): Alis (Beril Tan) Jüri Özel Ödülü: İnziva (Saim Güveloğlu) Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması En İyi Belgesel Film (50.000 TL): Rengê Kevîr (Tuğba Yaşar) En İyi Canlandırma Film (50.000 TL): Aile Yemeği (Tuğçe Sönmez) En İyi Deneysel Film (50.000 TL): Mars (Atahan Yaman) En İyi Kurmaca Film (50.000 TL): Nepenthe (Meltem Naz Salduz, Uğur Yıldırım) Taff Pictures ve Fono Film Post-Prodüksiyon Ödülü: Aslında Herkes (Emre Cef Kamhi)