Hayat denilen mucizenin şahitleriyiz. Mucizeyle özdeşleşip, onun akışıyla bir olabilmenin şartı var: sevgi. Sevgi olmadığı zaman kişi, kendi gerçeğinden sıyrılarak “şey”leşiyor.
Çünkü sevgi başlangıçtır, bir tazelenmedir, ben varım demenin, varoluşunu sürdürebilmenin hem fizik hem metafizik yüzüdür. Sevgi tıpkı matematik gibidir: zihnimizin yarattığı bu düşence formunu “şeylere” uyguladığımızda elimize varlığa ilişkin doğrular geçer. Hem de “bir”den başka rakam olmamasına rağmen!
Sevginin görünürde bin bir yüzü, bin bir tarifi, bin bir gerçekliği vardır ama hep aynı mükemmel sonucu verir: huzur.
Peki, mutsuz bir sona evirilen sevgiler yok mudur? Elbette vardır ama bu problemin yanlış çözülmesinden kaynaklanır. Eğer siz sevgiyi, insan zekâsının ulaştığı en mükemmel düşünce formu olan matematik gibi kendi kanunları içinde yaşar ve çözerseniz geriye bir tek sonuç kalır: huzur.
Kendisiyle tanışmadım ama “çağdaş bir derviş” ile muhafazakâr bir Anadolu kasabasından gelen genç bir öğlenci arasında şöyle bir diyalog geçtiği anlatılırdı öğrencilik yıllarımda.
“Derviş: Evlat, hiç âşık oldun mu?
“Öğrenci: Olmadım!
“Derviş: Şimdi git, âşık ol, ondan sonra gel bana!”
Aktardığım konuşma bir kurgu değil, gerçekten yaşanmış, konuşulmuş. Bana anlattıklarında oldukça etkilenmiştim.
-Git ve âşık ol!
O zaman verdiğim anlam bu günde değişmedi. O da şu: Git ve âşık ol yani yaşamaya başla. Yani evrendeki mucizenin bilinçli tanıklarından biri ol! Bu mucizenin özünü yapan “oluşa” katıl...
Bu yüzden, sevgi her an bir tazelenmedir. Evrensel akışa uyum sağlamasının biricik yoludur. Evrendeki gizli ritmi, içten içe söylenen şarkıyı, gerçekleşecek ümitleri hep ona borçluyuz!
***
Sevgi dilini yitirmiş toplumlar, yani hayatı artık “her gün ihsan edilmiş bir mucize gibi yaşamayı unutmuş” toplumlar matematik de bilmezler. Kendilerine, başkalarına, geçmişlerine, geleceklerine ve sorunlarına bakışları ölçüsüzdür.
Kantarın topuzu kaymış, kitabın şirazesi dağılmış sosyal bir yapının içinde bağıra çağıra birbirlerine “fil tarif ederler”.
Kelime hazineleri daralmıştır. Bu yüzden aşırı el kol hareketleri yaparak konuşurlar. En çok da parmak sallamayı severler.
Bazıları parmaklarını yumruk yapıp işaret parmaklarının orta eklemiyle, “tak, tak, yak” masaya veya herhangi bir tahtaya vurarak cılız fikirlerini tasdik ettirmek için şiddet eğilimlerini dışa vururlar.
Bir kısmi, “Nah bu sözümü şuraya yaz, dediğimiz çıkacak” şeklinde yüksekten atarlar. Söylediği laf da “totoloji” sınıfında bir laftır. Mesela “Yağmur yağacak” gibi!
Yağmur elbette yağar! Ama “nereye, ne zaman, ne kadar, sağanak mı, çisil çisil mi, bardaktan boşanırcasına mı yağacak?” diye sorduğunuzda dananın kuyruğu kopar… Ne haddinize sorgulamak? “Tamam efendim, peki efendim, emredin devletlu hazretleri” denmeyi bekleyenlerden oluşur bu tür toplumlar.
Sevginin yuvası kalbimiz, bu tür zorbalıklara, dayatmalara katlanamaz. Hiç durmadan atarak bizi hayatın sevgiyle dolu ritmin yönlendirir.
***
Einstein’ın, meşhur ve sık sık alıntılanan bir sözü vardır. Ben onun baş tarafını çok severim ama gerisini hep kendim tamamlarım. Şöyle; “Hayatı ya her gün yeni bir mucizeye şahit olarak yaşarsınız” ya da hayat sizi manda tersi gibi yere yapıştırır!
Ben sevgiden, sevgi sözcüklerinden, parmak sallamadan konuşmaktan ve hayatı her gün yeniden ihsan edilen bir mucize olarak yaşamaktan yanayım…
Kalplerimizin fatihi Fuzulî ne demiş: “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim* bir kıyl ü kaal imiş ancak!"
**********
GÜNÜN SÖZÜ
“Baştan ayağa aşk, hep aşk, başka bir şey değiliz.”
Mevlâna
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder