59 uncu Antalya Altın Portakal Film Festival ulusal bölümünde on film yarıştı. Filmlerin birkaçı Kültür Bakanlığı destekliydi. Sinema Genel Müdürlüğü desteği olmasa festivallerde yarışacak yeterli film bulabilir miyiz kuşkulu! Üstelik devletçe desteklenen filmlerin içerik olarak tamamen özgür bırakılmış olduğuna şahit oluyoruz… İzlediğim yapımlardan çoğunun, Türk toplum yapısına bakışına katılmıyorum ama özellikle ikisi “bana rağmen ödülü hak ediyor” dedirtecek cinstendi:) Bir film, dayandığı temel fikir ne olursa olsun, söylemek istediğinden çok nasıl söylediği bağlamında sinema eseri olarak bizde etki bırakıyor.
Anlatılır ya:
Dilencinin biri kaldırıma oturmuş avaz avaz şarkı söylüyormuş. Oradan geçen
adam dilencinin okuyuşundan rahatsız olmuş. Çıkartıp bir altın lira vermiş.
Dilenci şaşkın şaşkın sormuş: Çok mu beğendin beyim? Adamcağız esefle cevap
vermiş: O çil altını sana bir daha şarkı söyleme diye verdim. Çek git başka
işle uğraş… Kısacası, sanat eserini sanat eseri yapan anlattığı hikâyeden çok,
anlatma biçimidir, demek bizi biçimci yapar mı bilmiyorum ama üslup sanatın bel
kemiğidir, bundan eminim.
Kapandan Kurtulamamak
59 uncu Altın Portakal ulusal yarışma bölümünde seyrettiğim bazı filmler bana dejavu yaşattı. Yeni nesil sinemacıların ortak özelliği, Türk sinemasını, kasabaya hapsetmek olmuştu. “Kasaba saplantısı”nın devam ettiği belli oldu. Anadolu coğrafyasının çeşitli bölgelerinde çekilen kasaba filmlerinde, batı bölgelerimiz ve Orta Anadolu bölgemizden yansıyan hikâyelerde kesif bir karamsarlık, karakterlerin iflah olmaz kötücül varlığı, yayılan ağır kokuya(!) rağmen toplumun toptan kendi pisliğinin üstünde yaşamaya devam etmesi anlatılırken geriye kalanlarda “acımasız coğrafya, faşist/ceberrut devlet, mutlu azınlık veya eşraf zorbalığı, mazlum birey” filmleri güzellemeleri yapılagelir.
59 uncu Festivalde de farklı yönetmenlerin tezgâhından çıkan kasaba filmleri, sanki
birileri onlara bazı kodlar vermiş de bunların yer aldığı hikâyeler yazıp çekin
demiş gibi aynı kodları içeriyordu. Mesela “domuz”, mesela “avcı” mesela
“obruk” / “orbuk”, mesela kasabaya dışarıdan gelen “yabancı/öteki”, mesela “cinsiyetçilik”,
“cinsel ayrımcılık”, “homofobi” gibi…
Ama aslında bu kodlar sanatçının ontolojik tercihiyle de ilgili temel bir durumdur
ve asıl önemli olan bu felsefî tercihtir.
Yaşar Kemal’in Tenekesi
59 uncu Festival’de
yarışan Emin Alper’in “metafor, teşbih ve göndermeler matruşkası” olan filmi Kurak Günler’i izlerken doğrudan Yaşar Kemal’in 1954 yılında yazdığı Teneke romanını
hatırladım. (Teneke romanında kasabaya gelen genç kaymakam Fikret’i içki
âleminde kumpasa düşürüp adını rüşvetçiye çıkartan yozlaşmış eşraf, onu sürgün
ettirir. Kaymakam kasabayı terk ederken, ardından iplere teneke dizerek
“kuyruğuna teneke bağladık, gönderdik” havası yaratılır. Yani onu it yerine
koyarlar!) Alper’in Kurak Günler filminde genç bir savcı kasabaya gelir, kasaba
eşrafının oğlunun kanunsuzluklarını soruşturduğu sırada “oturak âleminde”
kumpasa düşürülür vb. vb. Unutmadan: 1954 Türkiye’si ile 2020’ler Türkiye’si
arasında muazzam değişim Alper’in senaryosuna da yansımış.
Aslında bu sadece
iki hikâyenin benzeşmesinden biraz daha fazla bir şey: Kara Bibik ile köyde başlayan,
Köy Enstitüleri nesli romancılar tarafından sürdürülen ve sosyal değişmeyle daha
sonra kasaba dramlarına evirilen gerçekçi roman sinemacılarımızı da ciddi
şekilde etkilemiştir. Bu türden çok fazla filme sahibiz. Üstelik “kasaba
kapanı” izleğindeki filmler sadece yeni sinemacıların değil, yerli ve yabancı
film festivaller jürilerinin de çok beğendiği bir tema olageldi…Aslında daha net ve sert bir ifadeyle söylemek gerekirse, yönetmenlerimiz hâlâ "vurun kahpeye" filmi çekmeye devam ediyor...
Anahtar Kelime: Orbuk
Eli yüzü
düzgün bir diğer film, Özcan Alper’in Karanlık Gece filmiydi. Bu sefer bir dağ
kasabasında, gençlerin yaptığı bir linç vakasını vicdan azabı ekseninde anlatan
bir hikâye anlatılıyor. Anahtar kelimesi “Orbuk” olan film zor tabiat
şartlarında çekilmiş iyi bir çalışmaydı. Sinema dili gittikçe gelişen Özcan
Alper’in “Kasaba Kapanı”ndan kurtulmasını sabırsızlıkla bekleyeceğiz.
Oda Tiyatrosu Oyuncuları
İsmet
Kurtuluş ve Kaan Arıcı’nın yönettiği LCV filmi bir tiyatro metninin peliküle
aktarılması ama üç oyuncunun, Ushan Çakır, Melisa Şenolsun ve Cem Yiğit
Üzümoğlu’nun zevkle izlendiği bir film olmuş. Bu arada, Onur Ünlü festivalde
yarışan filminin adını bilerek mi Bomboş koymuş yoksa fimin bomboş olduğunu
bildiği için mi çözemedim! Ne kara, ne komik, ne de festivallik bir filimdi…
59. Antalya Altın Portakal Film Festivali etkinlikleri kapsamında Antalya Spor Salonunda halkla buluşan Metin Akpınar, seyircilerinin sorularını tek tek cevapladı. Bu sorulardan birinden yola çıkarak, Batı kültür hegemonyası üzerinde durdu. Akpınar, Türklerin Viyana’yı iki kere kuşattığını, bu kuşatmanın aslında “Katolik sınırı” aşma denemesi olduğunu vurguladı. Daha sonra konuşmasını tarih felsefesine girmekten kurtardı ve espriyi patlattı: “Eğer Katolik sınırı aşsaydık Beethoven nişaburek makamında beste yapar, Michael Jackson da hicaz okurdu!”
* * *
GÜNÜN SÖZÜ
Zor diyorsun. Zor olacak ki, imtihan olsun.
MEVLANA
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/59-altin-portakal-ve-kasaba-kapani-585459h.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder