21 Temmuz 2012 Cumartesi

Yasak Aşk'ın (A Royal Affair) Tarih ve Sinema Algısı ve Dayanılmaz Aymazlık Üzerine

Osmanlı Sarayı’nın kadınlarını ve erkeklerini yazan kimi tarih paparazzileri, Sultan İbrahim’in “deliliğini”, Hurrem Haseki’nin “desiseciliğini”, 4. Murat’ın “alkolikliğini” ve daha pek çok dedikoduyu bizlere yıllarca tarih diye yutturmaya çalıştı. Matbaanın Türkiye’ye 300 yıl sonra gelmesinin bütün bir devletin akıbetine mal olduğu, bütün bir milletin cahil bırakıldığı ve bilimin gelişmediği argümanının “yanlışlanabileceğini” akıllarına hiç getirmeden okul kitaplarına yazdılar… Buna karşılık Batı aydınları, Aydınlanma’nın etkisiyle dedikoduyu, teşbihle fikir yürütmeyi, masallara inanmayı, bilimsel bir disiplin haline sokmaya çalıştıkları tarihten ve hatta sanatlardan bile uzak tutmak için çaba gösterdiler:

Tarihle sanatın el ele tutuşup hayat verdiği filmlerden biri saydığım, Berlin Film Festivali’nde (62.) En İyi Senaryo ve Erkek Oyuncu dallarında Gümüş Ayı alan “Yasak Aşk / A Royal Affair”, 18. Yüzyılda Danimarka Sarayı’nda yaşanan aşk skandalı ile Avrupa tarihini değiştiren devrim sürecini anlatıyor. Ejderha Dövmeli Kız’ın senaristi Nikolaj Arcel’in yönettiği “Yasak Aşk’ı, Bodil Steensen-Leth’in hikâyesinden Rasmus Heisterberg senaryolaştırmış. Film sadece görülmeye değer değil aynı zamanda üzerinde bir hayli düşünmeye değecek kadar sağlıklı ve sağlam bir metne de sahip.

Doğuştan havai ve aklen dengesiz olan Kral VII. Christian (Mikkel Boe Følsgaard), kral olduktan sonra dokunulmazlığın verdiği güvenle gittikçe tuhaf davranmaya başlar. Annesinin ona İngiltere Sarayı’ndan ısmarladığı kraliçeyi karşılarken tanıdığımız bu adam, bu andan itibaren ne kadar basit ve satıhta yaşayan biri olduğunu belli ettiği gibi ilk geceden itibaren eşinin kendinden soğumasını sağlar. Sinir buhranları artan krala yol göstermesi için birebir görüşmeyle özel doktor olarak tayin edilen Doktor Struensee (Mads Mikkelsen) aslında saltanat düşmanı, idealist ve Aydınlanmacı fikirleri olan bir kişidir. Doktorun radikal hayat görüşü, Kral’ı etkiler ve kraliyet bürokratlarının itirazlarına rağmen aldığı kararlarda ona danışır. İhmal ettiği, aşağıladığı Kraliçe Caroline Mathilde (Alicia Vikander) ile doktor arasındaki fikri beraberlik giderek duygusal ve bir noktadan sonra fiziki bir ilişkiye dönüşür. Film 18. Yüzyıl entelektüel hayatını, sömürgeci kralları ve meclislerini, saray entrikalarını, halkın durumunu sözün kısası dönemini en gerçekçi bir biçimde anlatmaktadır.

Kral VII. Christian’dan, 80-100 yıl sonra saltanat süren 32. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildikten sonra, 4 Haziran 1876 yılında sarayında damarları kesilmiş bulunması, bir sanat eserine konu olmak şöyle dursun, sürekli siyasi bir çekişme ve dedikodu mevzuu olmaktan öte geçememiştir. Hem de en fasit, en kısır ve en galizinden…

Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa’nın “Türk İmparatorluğu”, Osmanlı’nın resmi nitelemesiyle “Devlet-i Aliyye” (Yüce Devlet) dediği devletin sınırları 11 milyon 827 bin 170 kilometrekare ve 64 milyon 343 bin nüfusu ile dünyanın beşinci büyük devleti idi.  Nüfusu bir milyonu aşan şehirler içinde İstanbul beşinci büyük kent, dünyanın en uzun demir yolu ağına sahip devletlere arasında Türkiye 9.; telgraf hatlarının uzunluğu bakımından 5. idi. Babası II. Mahmut’un temelini attığı, kardeşi Abdülmecid’in sürdürdüğü  “modern devlet”, askeri ve sivil kurumları ile Abdülaziz döneminde devam ediyordu. Tanzimat-ı Hayriye ilan edilmiş, tüm Osmanlı tebaası eşit sayılmış, mal müsaderesi ve tahttan indirme (hal) yasaklanmıştı. Sultan Abdülaziz Türk donanmasını dünyanın ikinci büyük donanması haline getirmişti. Hatta bundan ürken İngiltere, İstanbul Büyükelçisi vasıtası ile sadrazama, “Bu donama Rusya’ya karşı ise onu bir hayli geçtiniz. Ama eğer İngiltere’ye karşı ise bizimle baş edemezsiniz.” diyerek aba altında sopa göstermişti. Ordu Almana ve Amerikan malı silahları ile donatılmıştı...


Şura-yı Devlet kurularak “kuvvetler ayrılığı” prensibi getirilmişti. Dünyanın ilk metrosu Tünel açılmış, yeni asker üniformaları hazırlanmış, ilk defa posta pulu kullanılmış, sahillere deniz fenerleri inşa edilmiş, bugünkü Sayıştay ve Danıştay seviyesinde kurumlar oluşturulmuş, lise ve sanayi okulları açılmış, orman, madencilik ve tıp okulları açılmış, itfaiye teşkilâtı kurulmuştu. Bu modernleşme çabaları yanında Avrupayı ilk ziyaret eden Türk Hakanı olan Abdülaziz, tıpkı Danimarka kralı Kral VII. Christian gibi masuniyetin arkasına sığınıp delilik mi etmişti? Hayır. Yapılan işlerden habersiz miydi? Hayır! Aşırı muhafazakâr bir paşayı dinledikten sonra şöyle dediği söylerin:Atalarım sizin gibilerin söylediklerini yapsaydı, şimdi Konya’da koyun otlatıyor olurduk!

Aynı Padişah,  Şura-yı Devlet’in açılışında verdiği nutukta neler söylemiştir:Teşkilat-ı Cedide (yeni düzenleme), kuvve-i icraiyyenin (hükümetin), kuvve-i adliye (yargı), diniyye ve teşrîiyye (yasama) tefriki (ayrılığı) esasına müsteniddir (dayanmaktadır)”.

Bu sözleriyle yalnız yargının değil, din işlerinin de icradan ayrılacağını işaret ediyordu… Eh artık tarihimize üçüncü sınıf bir Oryantalist ve tarihi şahsiyetlerin iç çamaşırlarını araştıran tarih paparazzileri gibi değil adam gibi bakmanın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.

Üstelik Abdülaziz Han’ın trajedik hayatına bir film borçlu olduğunu savunuyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder