7 Nisan 2012 Cumartesi

Fetih 1453: mazrufu (ruhu) değil zarfı (şekli) anlatıyor…

Fetih 1453, çekimine başlandığı günden ilk gösterimine, vizyondaki ilk üç günündeki rekorlara ve şu ana kadar yaptığı hasılata kadar sürekli olarak gündem oluşturdu ve elbette kendinden söz ettirmeyi başardı. Şu satırları kaleme aldığım dakikalarda, 400 salonda 7'nci haftasını dolduran ve 6 milyonu aşkın kişi tarafından seyredilerek kırılması güç bir rekora imza atan Fetih 1453, Türk sineması, Türk tarihi, yönetmenin politik ve estetik duruşu, halkın sanata yönelik davranış biçimi gibi pek çok konuda söz söylemeye gerektiriyor…

Bunlardan ilki şudur: Sinema tüm politik ve estetik duruşunun yanında elbette entertainment (eğlence) sektörünün altın yumurtlayan tavuğudur! Bu çerçeveden baktığımızda Fetih 1453, Türk tarihinin dünyayı değiştiren bir bölümünü ele alıp sinema sanatının gereklerini yerine getirerek halkı eğlendirmek amacı ile çekilmiş ticari bir filmdir. Bu yaklaşımının doğruluğunu  gişede yaptığı hâsılat ile ispatlamaktadır… 

Başta Hollywood olmak üzere Çin, Hindistan, Japonya ve pek çok Batı Avrupa ülkesinin sinema sektörü böyle çalışmaktadır… Ülkemizdeki sinema salonlarında gösterilen filmlerin en çok hâsılat yapanları gişe için çekilmiş filmlerden oluşmaktadır. Türkiye'de, geçmiş veriler göre bir yıl boyunca çekilen 80–100 civarında yerli filme karşılık, yaklaşık 150 civarında ithal film gösterilmektedir. Alışveriş merkezlerindeki cep sinemaları işte bu türden ticari yapımlara yer vererek insanların sanat algılarını, kültür kalıplarını değiştirmekte, tüketim heveslisi tiplere dönüştürmektedir.

Sinemanın insanlar üzerindeki diğer etkilerinden biri estetik ve politik yönüdür. Fetih 1453 bu bağlamda ele alındığında estetik algısı ve dilinin tamamen ticari sinemanın algı ve kalıplarına tâbi olduğu görülür. Filmin, gişe başarıların imza atmış Hollywood yapımlarını örnek alındığı su götürmez bir gerçek: Bu tür filmler ister kurmaca, ister uyarlama, ister bilim kurgu olsun veya tarihi bir olaydan yola çıkarak çekilsin, muayyen kalıplar içinde kalır. Tıpkı konfeksiyon ürünleri gibi, tıpkı seri halde pizza, hamburger veya kızarmış tavuk üreten lokantalar zincirlerinin formülleri gibi… Sözün kısası, Fetih 1453 de market konseptinde üretilmiştir. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri defalarca denenmiş ve farklı filmlere uygulanmış başarılı kalıplardan oluşuyor. Mesela, tarihi gerçekliğe uymadığı halde baba travması, sevgisiz büyüme kalıpları gibi. Bunların yanında yine pek küçük yaşlarda gelecekte gerçekleştirilmek üzere konulan bir hedef, bu hedefin baş kahramanı, yardımcı karakterleri, hedefe giderken karşılaşan çözümü imkânsız gibi görünen güçlükler, mucizevî çözümler, harikuladelikler vs., vs…”Biz bu filmi seyrettik!” dedirtecek kadar tanıdık kalıplar. Adeta masal  cümleleri gibi: Bir varımış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde...

Burada durup tarihe, Fetih 1453 filminin yola çıktığı “geçmiş gerçekliğe” baktığımızda, İstanbul’un fethi hadisesinin aslında hiçbir sanat aracına muhtaç olmayacak kadar büyük bir hikâye olduğunu görürüz. Fatih Sultan Mehmet Han (Fetih'ten sonra Sezar yani imparator unvanı da eklenir) ve etrafındaki kutlu insanlar, tarih boyunca sömürgeci ve kahhar bir imparatorluk olmuş büyük Roma’nın bakiyesi Doğu Roma’nın başkentini çevreleyen surları yer ile yeksan ettiklerinde, günümüzde kullandığımız anlamda olmamakla birlikte o çağa göre bir “açık toplum” temeli atıyorlardı. Bunu yaparken, gerçek bir macera yaşıyorlardı. Tıpkı “gül”ün bizim güzel algımızdan bağımsız biçimde güzel oluşu gibi! 

Fetih olayı, günümüzdeki her türlü algıdan bağımsız, fevkalade bir olay, fevkalade bir macera, fevkalade bir fiziki ve zihni sıçramadır… Çağına rağmen, çağdaşlarına rağmen ve bugün postmodern bir biçimde her şeyi eğip büken, değiştirip dönüştüren sanat algısına rağmen!

Günümüz sinemasının estetik algısı, adeta gülü, güzeli ve kadını bir araya getirerek çeşitli mecazlar oluşturur gibi Fatih’i, fethi, kronolojik bilgiyi bir araya getirerek “sanal heyecan” yaratıyor. Aksoy ve ekibinin, yaşanmış, olup bitmiş bir hadiseyi yeni baştan kurgulamasının ilk akla getirdiği şey, “Bu sizin fetih algınız efendim! Herkesinki kendine!” şeklinde bir reddiyedir ki, bu yaklaşımım doğru bir yaklaşımdır. Çünkü fetih olayı, okyanuslar büyüklüğünde bir vakıadır ve onu yaşamamış olan her insan derya kenarında tasını doldurmaya çalışan bir fani olarak kalacaktır…

Fetih 1453’ün politik ve estetik duruşu bu genellemeden anlaşıldığı gibi olumlu görülebilecek bir duruş değildir ama şunu biliyoruz ki, Fetih 1453 filminin metni ve görsel malzemesi, sonuçta hakemli bir tarih dergisinde yayınlanan makale değildir. Türkoloji kongresinde sunulan ve bugüne kadar bilinmeyen bir belge etrafında fethi yeniden yorumlama girişimi de değildir. O halde neden olumlu bulmuyorum Fetih 1453’ün politik ve estetik duruşunu?

Birincisi, eğer Fetih 1453’deki İslamiyet ve Türklük ile ilgili görsel malzemeleri kaldırıp filmi İngilizce dilinde ve Konstantiniye, Bizans vs. gibi kelimeler geçmeden izleseniz bunun bir Türk filmi olduğunu söyleyebilmeniz mümkün değildir… Gökyüzünü karartan ok yağmurları, kalkanların oklara siper edilmesi, yürüyen kuleler, mancınıklar, surlardan dökülen kızgın yağlar, koçbaşları ile kapıların dövülmesi, yan karakterlerin karmaşık dramatik hayatları, cihat arifesinde bir gayrı meşru halvetler, düşmanın kötünün kötüsü biçiminde zayıf karakterler olarak aşağılanıp seyirciyi tava getirme taktikleri, zırh kuşanmalar ve çok başarılı olsa da sürek avında öfke patlaması veya birebir kılıç savaşları… Bunlar, 300 Spartalı, Ölümsüzler, Uçan Hançerler, Kralların Savaşı, Kahraman vs. gibi dünya sinemasında kullanılmış ve gişede başarılı olmuş kalıplardır. İşte bu bağlamda, Fetih 1453 bir yerli sinema örneği değildir.

Politik duruşa gelince: Türkler Müslüman olup Orta Doğu coğrafyasında, bir merhamet, bağışlama ve esenleme dini olan İslamiyet adına Fars ve Arap aşağılamalarına maruz kaldıklarında, o güne kadar insanlığın biriktirdiği tüm dünyevi ve dini bilimler konusunda büyük çaba göstermiş bir millettir. Askerlik ve savaşçılık konularındaki büyük deha, kabiliyet ve cesaretleri, o güne kadar mahalle kavgaları çapında cereyan eden savaşların meydanlara taşmasına sebep olmuştur. Çinli bilgeler, onların oyun oynar gibi geliştirdikleri savaşma teknikleri ve yenilmezliklerini kırabilmek için Savaş Sanatı (Lao Tzu) kitapları yazmak durumunda kalmışlardır. Tüm bu savaşçılıklarına, kahramanlıklarına rağmen Orta Çağda mümkün dünyaların en mükemmel bilgileri ve ilimleri sayılan bilim kapısı önünde saygıyla selam durmaya başlamışlardır. Divan-ı Lütgat'it-Türk, Kutadgu Bilig, Muhakemet'ül- Lugateyn vb. kitaplar bu yüzden yazılıyor, Türkistan’da yaşayan Türk boylarından kopan göğsü lekesiz ve saf bir imanla dolu gencecik çocuklar Bağdat, Basra, Kufe, Şam vs. gibi binlerce yıl boyunca artık kirli bir akvaryuma dönüşmüş Mezopotamya topraklarına ilim okumaya geliyorlardı… Hatta kadim Orta Doğu milletlerinin kültürünü o kadar önemli sanıyorlardı ki, yok olup gitmek üzere olan İran kültürünü, Sultan Gazneli Mahmut, Şehname'in yazılması için döktüğü altınlarla yeniden diriltiyordu… Karahanlı’lardan Gazneli’lere, Gazneli’lerden Selçuklu’ya ve nihayet Osmanlı’ya kadar bütün Türk idarecileri, hakanlar, hanlar, yabgular, beyler, varlık sahibi ağalar hep ilimin peşinden koşuyorlardı… İlk resmi medreseyi (Üniversiteyi) Selçuklu Sultanları yaptırıyorlardı…

İşte Fatih Sultan Mehmet de, Fetih 1453’de gösterildiği gibi babasız büyümenin travması ile İstanbul’u alma saplantısını hayata geçiren bir Hakan değil, bilgi ve hikmet peşinde koşan bir Hakandı (ki filmde bir kere bile ona Han diye seslenilmez). Bu yüzdendir ki, başında daima ulemalara mahsus olan sarıkla dolaşırdı. Bu yüzdendir ki, Mirzaların sarayından ‘Timur Rönesansı’nın yarım kalmasını fırsat bilerek âlim ve sanatkar talep ederdi. Bu yüzdendir ki, İstanbul’u fethettiği zaman bir bebek suratı okşamaktan çok daha fazlasını yapmıştı: Askerlerine, “Tüm şehir sizin Aya Sofya (Yüce Hikmet) benim. Dokunanın kellesi gider!” ihtarını çekmişti… 

Bu yüzdendir ki, Doğu Roma’dan kalan bilge kişileri şehirde tutmak için çok çabalamıştı. Bu yüzdendir ki, ilk işi Sahn-ı Seman Medreseleri’ni yaptırmak olmuştu.  Bu yüzdenedir ki, savaş onun için arızî, ikincil bir şeydi. Asıl olan, “Hakanî, Sultanî, Emperyal geleneklerini” birleştirerek dünyanın tüm idari, akli, siyasi ve bilimsel birikimini bir araya getirmeyi hayal ediyordu…


(...)

Politik ve estetik duruşu pek çok bakımdan tenkit edilecek bu filmin hiç mi iyi tarafı yok diye sorulabilir. Ki bu konuda şunu söyleyebilirim:

Bu film,i Fatih Aksoy ürünüdür. O fetih denizinin sahilinde durmuş ve tasını doldurmuş… Tasında ne varsa bizlere sunduğu o. Zaten ürünün adından yukarıda sıraladığım şeyleri anlatmayacağı, anlatamayacağı belli değil mi? Filmin adı, Fatih değil, Fetih 1453! Yani Aksoy, ruhun değil aksiyonun peşinde… Mazruftan çok zarfı anlatıyor... Bu da bir şeydir diyebiliriz. Fatih Aksoy, en azından gişeyi yükseltti diyebiliriz. Türk aksiyon sinemasında bir devrimdir, diyebiliriz. Hatta filmin tüm zamanların en çok iş yapan filmi olarak sinema tarihine geçmesini hazmedemeyen sureta Türk ve Müslüman olan “Batının Yeniçerileri”nin hasetliğine bakıp filme sahip çıkacağımız bile akla gelir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder