J. Edgar Hoover, “Amerikan rüyası”nı yaratan adam değildi elbette ama yarattığı kabuslarla bu rüyanın vazgeçilemez hale gelmesini, sürdürülebilmesini ve daha çok insan tarafından görülmek istenmesini yaratan adamdı diyebiliriz!
Bu yargıya nereden mi vardım? Şundan:
Ben hiçbir film hakkında gelen basın bültenini okumam ve defalarca yazdığım gibi sıradan bir vatandaş gibi salondan içeri girerirm. Film başladığı andan itibaren açtığım beyaz safyafının üzerine yazmaya başlar. Ortalama akıl sahibi her insan gibi, sayfanın yazımı bittiğinde işe yarayıp yaramadığına bakarım. Bazen yazılanları, resmledilenleri elbette anlamadığım olur ama sonuçta size sunulan şey, felsefenin “demir leblebi” teoremleri/meseleleri değildir; bir eğlencedir (entertaiment).
J. Edgar filminde bunu yine yaşadım. Duygu Kutlu’nun davetini takvimime sadece film diye işledim ve filmin ilerleyen dakikaları esnasında sık sık “fısıltı kritiği” yaptığımız Ömür Gedik, yönetmenin Clint Eastwood olduğunu söyledi.
…
J. Edgar, Million Dollar Baby ve Unforgiven-Affedilmeyen filmleri ile Oscar ödülü alan Clint Eastwood tarafından yönetilen ilginç bir yapım olmuş. Oscar’a iki defa (Inception ve The Aviator ile) aday olduğu halde bana göre hakkı yenilen oyuncu Leonardo DiCaprio ise kötü makyajına rağmen gerçekten kendini aştığı bir performasns sergiliyor. 21 Grams filmindeki oyunu ile Oscar’a aday gösterilen Naomi Watts ise aşık bir kadının sadakatini abideleştiren Hoover’ın sekreteri Helen Gandy’yi canlandırıyor.

Bugün J. Edgar Hovver zihniyetinde bir devlet kaldı mı diye soracak olursanız, size, İsrail ve Suriye hala “Hoover-vari yöntemlerle” idare ediliyor diyebilirim. Ama şunu unutmamak gerekir ki, ABD bilhassa 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler faciasından sonar bir kere daha Hoover’ın yöntemlerine doğur kaydı. Seyehat özgürlüğünden başlayarak pek çok özgürlüklere sınırlama getirildi. Terörizm bir yandan dış tehdit olarak algılanırken bir yandan da “acaba içte bilmediğimiz bir tehdit söz konusu mu?” şüphesi bütün gücüyle ortaya çıktı. Bunu, Hoover’ın şu anlama gelen sözleriyle açkalayabilirim: “Ben olmuş bitmiş suçların değil, olup bitecek suçların peşindeyim”.
Bu durumda hukuk nerede kalır? Nitekim Hoover, hayatı boyunca yanından ayırmadığı platonik aşkı, eşcinsel danışmanı Clyde Tolson'ın bütün uyarılarına rağmen yasaları işine geldiği gibi esneterek FBI’ı sözü geçen bir bir büro haline getirmeyi başarıyor. Aynı zamanda örgütlü siyasi suçlar ve mafya tipi sistematik suç işleyen örgütlere karşı o güne kadar akla bile gelmemiş taktikler geliştiriyor. Böylece bir istihbaratçı olarak, mesleğin tarihinde pek çok ilki gerçekleştiren kişi olarak öne çıkıyor.
Bütün bunları bize anlatan J. Edgar filmi, belgesel değil ama ahım şahım bir darama da değil. Filmi, ancak yukarıda bahsettiğim bağlamda bir çıkarım yaptığım için tavsiye edebilirim: Edgar modern-pozitivist devletin özüdür. D. Henry Thoreau gibi, “Size vergi vermem çünkü benden aldığınız paralarla vatandaşlarınızı öldüren silahlar alıyorsunuz” diyen bir Amerikalının tam tersi karakterde olan Edgar, daha fazla ödenek alıp daha sıkı kontrol edilen ve gerektiğinde öldüren bir devlet için hayatının sonuna kadar mürcadele etmiş biridir. İşin ilginci, yaptıklarına yüzde yüz inanıyor olmasıdır. Bunu nereden çıkarttın diyecek olursanız söyleyeyim: Takdir edilmeyi bekliyor da ondan!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder