29 Nisan 2011 Cuma

ENTEL KÖYÜN YARATICISI YÖNETMEN YÜKSEL AKSU: ARTIK STAND UP YAPMAYI DÜŞÜNÜYORUM

Ege'nin bağrında doğup büyümüş ve her aydın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi döneminin “tırpan”ından nasiplenmiş, hatta bu nasiplenmenin travmasını –bana göre- hâlâ üzerinden atamamış bir bıkkın sinemacı… Bıkkın, çünkü ilk filmi, Oscar Ödülleri’nde Türkiye’nin Yabancı Dilde En İyi Film Aday Adayı olmasına, pek çok festivalden ödülle dönmesine, Gerard Depardieu gibi oyunculuk yeteneği ve sinema bilgisi çok güçlü biri tarafından “İşte film böyle olur!” şeklinde övülmesine rağmen.... Hadi bunları bir yana bırakalım, Dondurmam Gaymak’ın iyi gişesi bile Yüksel Aksu’yu ikinci filmini çekebilmek için 9-10 kapı gezmekten kurtaramamış.

Zekâsı ve hatıraları ile baş etmekte güçlük çektiğini düşündüğüm bu çağdaş -ama Marksist- Nasrettin Hoca sonunda “Artık yeter, yoruldum!” dedi: Bafa Gölü’nün kenarında konuklarını ağırladığı lokantada, İkinci filminin tanıtım toplantısında! Ve ekledi: “Bundan sonra stand up yapmayı düşünüyorum!”
Bu hızlı girişten sonra, ne oluyor? Yazarımız neden bahsediyor? diyen okuyucularım olabilir diye başa döneyim.


Banu K. Zeytinoğlu İletişim’den gelen “Entelköy-Tepeköy” daveti birdenbire beni yıllar önceki bir Kırgızistan seyahatine götürdü. Türkiye’den Film Var isimli etkinlikteki konuklardan biri de Yüksel Aksu idi. Böyle küçük ekiplerin sık sık yaptığı gece yarısından sonra otel lobilerindeki “mavra toplantılarından” biriydi. Mihmandarımız “Ulaan” (Ulaan Bator'daki gibi kızıl anlamında) sabaha karşı saat 03;00 gibi “Aha men gettim!” diyerek bizi terk etti. Yüksel Aksu, Ulaan gittikten sonra açıldı…

Bir grup eski solcu ve anarşist ruhlu -ki burada anarşist Yüksel’in özellikle belirttiği gibi silahlı anarşist değil, daha çok her tür otoriteye karşı gelen anlamında- tedavülden kalkmış kişi, ekolojik tarım yapmak üzere Efeköy’e gelip toprak satın almak ister ve bu süreç işlerken köylüler ve enteller arasında bir tür çatışma yaşanır hale gelir. Aksu bu çatışmadan bir dram değil komedi çıkartıyor. İşte Kırgızistan’da bir sabaha karşı sohbetinde hikâyesini dinlerken gülmekten neredeyse yere yuvarlanacağım film tasarısının setindeydim!

Yüksel benim yıllar öncesinden, Ufuk Çizgisi isimli dergiyi çıkartırken tanıdığım Taha Altaylı ve Anadolu’nun Kayıp Şarkıları belgeselindeki ve Galata Film’deki ortağı Muharrem Kaymaz ile bir araya gelerek asıl adı Çınarcık olan Milas’a bağlı köye setini kurmuş bile… 


Oyuncuları Şahin Irmak, Ayşe Bosse, Emin Gürsoy, Recep Yener, Ayla Arslancan, Ümit Olcay, Hamit Demir, Engin Akın’ın, Nejat Yavaşoğulları bir kaç haftadır köy halkı ile birlikte yaşıyorlarmış. Yöre halkının davranışlarını, yaşama tarzlarını öğrenmek filmde de tabii bir oyun çıkartabilmek için. Çünkü Aksu, tıpkı ilk filminde olduğu gibi “Entelköy-Efeköy”de de birçok farklı rolde köy halkına rol verecek.

Epeydir İş Bankası reklâmlarında uçan bankacı olarak gördüğümüz Mehmet Ali Alabora’yı unutmamak lâzım. Alabora filmde bir tür koçluk veya oyun kuruculuğu yapıyormuş. “Tıpkı çocukların bir oyunu kurup bu oyuna hiç mızıkçılık yapmadan katılmaları ve bir kere oyuna girdikten sonra yaşadıklarını bir gerçek gibi algılamalarına benzer bir drama anlayışı…” diyor genç oyuncu… Gidip geliyormuş eski Çınarcık yeni Efe-Entel Köy’e…

Konuk ağırlama faslında da fevkalade performans gösterdi Aksu ve ekibi. Aksu, Taha Altaylı ve Muharrem Kaymaz’ın Banu Zeytinoğlu marifetiyle bizi ağırladığı Kapıkırı köyünde göle yüz, yüz elli metre mesafedeki Orhan Serçin'in işlettiği Agora Pension'da sunulan yemekler hem doğal hem de çok lezzetliydi. Sadece zeytin ve zeytinyağının nefasetini dile getirmek sanıyorum diğer gıdaların kalitesi hakkında fikir verir. Kendi ailesinin zeytinliği olan biri olarak diyebilirim ki, bugüne kadar yediğim en güzel Kalamata zeytini ve en güzel zeytinyağını Kapıkır köyünde yedim!


-------------------------
ALTYAZI: Eski Herakleia yerleşiminin üzerine kurulmuş Kapıkırı köyü civarındaki depremlerle telef olmuş harabeleri gezerken mihmandarımız iki şeyi övdü: biri Almanlar’ın arkeolojik bilgisiydi. Ki doğrudur Almanlar sadece Turuva’yı değil tüm bu bölgeyi de soyup soğana çevirdikleri için SIT alanları hakkında Türk köylüsünden ve “entelinden” çok daha fazlasını bilirler. İkincisi de Antik dönem mimarlarının depreme dayanıklı binalar yaptığı konusu ki, etrafa bakınca mihmandarın bu konuda 9,9 şiddetinde yanıldığı hemen belli oluyordu. Hem de bütün Ege ve Akdeniz sathında! 




Bu Yazı 29 Nisan 2011 Cama Tarihli TGC Bizizm Gazete'de Yayınlanmıştır!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder