27 Şubat 2011 Pazar

POĞAÇA

Yurdun giriş kapısı çamı şangırtı ile kırıldı. Soluğum kesilir gibi oldu. "Korktuğum başıma mı geliyor?" Diye düşündüm... Arkasından merdivenlerden gümbürtüler gelmeye başladı. Düzensiz ve özellikle hızlıca yere basılan tabanları çivili kundura ve postallardan çıkan sesler yüreğime oturdu. Ve işte o daha gırtlaktan çıkarken bir kurşun gibi insanın kulağına çakılan, beynine işleyen sesler:

- Poliiiissss! Kımıldama!.. Kıpırdamayın lan… Işık nereden açılıyor?

Gecenin karanlığında hırıltı ve hışırtı ve metal sesleri arasında lambanın açma kapama düğmesini arayan bir varlığın korkutucu sulieti…

-Çat!

Tavandaki karpuz lambanın ölgün sağrı ışığı yandığında üniversiteye yeni girmiş ve bu soğuk odanın sekiz ranzasındaki kirli yataklara büzüşmüş on altı kişi korudan battaniyelerin altına büzüşmüşlerdi: ana rahmi pozisyonunda… Ama bu halleri, deve kuşunun kafasını kuma gömmesinden farksızdı.  
Aynı kurşunî ses:

-Açın lan yüzünüzü. Atın lan battaniyeleri. Silahınız var mı lan. Atın lan, atın laaaaaaaaaaaan.


24 saat yol gelmiştim. Aralık ayının ortalarıydı. Üstümde kullanılmaktan süzgece dönmüş bir battaniye vardı. Altında ise yazın pişiren kışın bir dondurucunun zemini kadar soğuyabilen sünger bir döşek. Üstelik ranza cam kenarındaydı… Yorgunluk ve soğuktan titriyordum. Isıtmayan battaniyenin altında, “Bir battaniye daha olsa ne olurdu?” diye söylenirken aklım "baskını" kelimesine takılıp kalmıştı. Kendi kendime, “Şimdi bir de polis yurdu basıp bizi alıp götürürse yandığımız andır”, diyordum…


Evet, düşündüğüm başıma gelmişti…

Polisin korkutucu sesiyle yağdırdığı emre uymaktan başka yapacak bir şey yoktu. Yüzlerimiz sapsarıydı, sanki kanımız çekilmişti. On altımız birden aynı anda süzgeç gibi battaniyeleri ayaklarımızın ucuna kadara atıp yataklarımızdan doğrulduk. Nefes bile almıyorduk! Göz bebeklerimiz kirli ve zayıf ışığın altında korkudan kocaman kocaman olmuştu. 

Nispeten daha merhametli bir polis, nispeten daha yumuşak bir sesle emretti:

-Hemen giyinin ve battaniyelerinizi de katlayıp aşağıya…

Bütün diğer çocuklar kat kat giyindiler. Ben 24 saatlik yolculuk yapmış, valizimi 
açmamıştım bile. Yatarken çıkarttıklarımı giyip battaniyemi katladım, odanın dışındaki sıraya girdim. Bu arada uzun boylu elinde bir sten tabanca olan bir başka polis sordu:

-O ellerinizdekiler nedir?

Bizim sıranın en önündeki sarışın, zayıf Tekirdağlı cevap verdi:

-Abiler emretti efendim!

Bu çocuksu ifade hiçbir poliste hiçbir olumlu etki yapmadı.

Bir diğeri bağırdı:

-Bırakın onları yerlerine ve aşağıya inin…

Hepimiz içeri girdik, battaniyeleri koyduk. Biri önümüzde, diğeri arkamızda ellerinden sten tabancaları olan polislerin nezaretinde, tek sıra halinde merdivenlerden indik.
Dışarısı sisli ve soğuktu. Tesadüfen sağlam kalmış tek küt sokak lambalarının kirli sarı ışığında gece ve sokak korkunç görünüyordu. Uzun ve silik gölgeler birbirine karışıyor, polis telsizlerinden çıkan hışırtılar, kodlamalar ve emirlere ara sıra öfkeli biçimde söylenen “Mandallama lan” sesleri karışıyordu… 
Kırık dökük, kirli ve yırtık minderli polis araçlarına adeta tıkıldı ve yola koyulduk… Bir ekip yurdu hallaç pamuğu gibi atmak üzere geride kalmıştı. İçimden dua ediyordum:

-Allahım ne olur valizimin içindeki yiyeceklere dokunmasınlar!

Annem uzun süre dayanabilecek bulgur yiyecekleri yapmıştı. Valizin yarısı yiyecek, yarısı giysiden oluşuyordu ve o valiz benim hayatımın yarısı demekti…

Araçlar, gündüz göründüğünden çok farklı, karanlık camlarında neme lazımcı 
insanların gizlice bizi seyrettiğini düşündüğüm binalarla çevrili Türkçü Sokak’tan Kızılelma’ya, Millet Caddesi’ne, Aksaray’a ve Saraçhane’den sağa Eminönü’ne kıvrılarak Sirkeciye geldi. Burada eski ve heybetli bir binanın önünde indik.  


Sonradan adının Sansaryan Hanı olduğunu öğreneceğim İkinci Şube imiş. Yine tek sıra yapıldık ve içeri girdik... Kare binanın ortası bomboştu ve karanlık katlardan “miyavooooooo, miyavoooooo” nidalarını andıran çok acıklı bağırışmalar geliyordu. Balkonlara baktım kedi var mı diye!

Ortada kedi filan yoktu. Sadece kedilerin azdıkları zaman çıkarttıkları o korkunç miyavlamaları andıran sesler duyuluyordu. Yanımdaki bir “abiye” sordum:

-Bunlar nasıl kedi böyle? Ne biçim bağırıyorlar?

İşaret parmağıyla sus yaparak kulağıma eğildi ve:

-Bunlar kedi değil, işkenceden geçenlerin çığlıkları!

Bir an anlayamadım.  Çünkü “Bunlar kedi değil, işkenceden geçenlerin çığlıkları!” cümlesini o kadar tabii bir şeyden bahsediyormuş gibi söylemişti ki, bu yüzden ne demek istediğini, işin vahametini idrak edemedim...

Anladığımda kanımın çekildiğini sandım. Kulaklarım çınlamaya, bacaklarım titremeye başladı. Yorgunluğum, uykusuzluğum ve üşümemin üzerine bir de “işkence korkusu” binmişti. Oturacak bir yer bakındım yoktu. Hepimiz ayakta ve kare meydanın ortasında, kesime götürülen koyunlar gibi birbirimize sokuymuş bekliyorduk. Bu duyguya kapılmamak elde değildi çünkü miyavlamaların ardı arkası kesilmiyordu!

Üç saat kadar bekledikten sonra adının Ali olduğunu öğrendiğimiz bir polis geldi ve bizleri parmak izi almak üzere kare alandan başka bir bölüme götürdü. Burada çığlıklar daha az işitiliyordu…

Öğrendik ki, fotoğraflarımız çekilecek, parmak izlerimiz alınacakmış…
Ali çok akıllı ve insanı hemen kafa kola alan zeki biriydi. Parmaklarını önündeki iz kâğıdına bastırmak üzere, elini avucuna aldığı her çocuğu iki dakikada çözüyordu. Abilerin, sık sık yaptıkları tembiher boşa gidiyordu:

-Adınız soyadınız ve resmen kayıtlı bilgiler dışında sakın bir şey paylaşmayın polisle…

Fakat uyan kim? Bilhassa yeni gelen benim gibi çaylaklar, Ali’nin tezgâhına girdiğinde, sevgilisinin adından dün gece ne yediğine kadar her şeyi "kusuyorlardı". Gece yarısından sabaha kadar köpek muamelesine muhatap olup ardından işkence gören insanların çığlıklarını dinleyerek üç-dört saat ayakta bekleyen bir çocuk, sıcak bir ilgi karşısında nasıl çözülmezdi ki?

Zaten Ali’nin yaptığı test buydu. Selam kelamdan iki dakika sonra annesini ne kadar özlediğini, bu gece ne kadar korktuğunu, hemen ev tutup yurttan ayrılmayı düşündüğünü söyleyenlerin yeni ve masum olduğunu anlıyor ve onların fişine artı işareti koymuyordu… Sanırım…

Sıra bana geldiğinde polis Ali, daha sonra fotoğrafımın yapıştırılacağı fişe adımı soyadımı yazdıktan sonra nereli olduğumu sordu. Maraşlı olduğumu öğrenince gülerek:

-Hemşeriymişiz ulen! Dedi.

Hemen ardından da sordu:

-‘Ot’ var mı?”

Tütünün un haline getirilerek bir tür özel külle karıştırılmasından yapılan; alt dudak ile dişler arasına konulup nikotini kılcal damarlarca emilen ‘ot’ yasa dışı sayılmasına rağmen Maraş’ta hemen herkesin kullandığı bir tür tütündür. İyi bir ‘ot’ sigara ve tömbekiden daha tesirlidir. Nikotin kılcal damarlardan anında beyne ulaştığı için etkisi hızlı ve kimi zaman esriticidir… Cebimdeki plastik muhafazadaki ‘ot’u Polis Ali’ye verdim. Bir sigarayı parçalayarak nemli tütünü buna sardı ve dudağıyla alt dişlerinin arasına yerleştirdi. Bayağı iyi bir ‘ot’ olduğunu söyleyerek paketi cebine attı.

-Bu bende kalsın len, üstünde yakalarlarsa bunun yerine esrar koyup seni içeri tıkarlar dedi.

-Kurtuluşu yok mu?

-Yok. 

Polis Ali ile ilerleyen ahbaplığımız sırasında ben de onun ağzını aradım. Sansaryan Hanı’na neden getirildiğimizi öğrendim.

Gazetelerde boy boy fotoğrafları yayınlanmış battaniyelere sarılmış insan cesetlerini hatırlayıp hatırlamadığımı sordu.

-Evet, gazetede okudum!

-İşte o battaniyelerden birinde bir parmak izi bulunmuş. Hem o parmak izinin kime ait olduğunu araştırıyoruz hem de yurtlardaki battaniyelerin o battaniye ile uyup uymadığını araştırıyoruz…

İçim ferahlamış biraz rahatlamıştım ama yine de sesime acıklı bir hava katarak şöyle dedim:

-Ali Abi üzerimizdeki battaniyeler o kadar ince ve kötü ki, bir tane daha olsa yemin ederim bir cesede sarmak yerine bulan insan onu üstüne alıp sıcak ve rahat bir uyku çeker. Yakalanmayı bile göze alarak!


Gözlerini kısarak bana dikkatle baktı. Gülümsemeyle acıma arasında bir yüz ifadesi takınarak:

-Doğru söylüyon len! Dedi.

Parmak izi alma işlemi bittiğinde artık sabahın beşi olmuştu. Araçlara tekrar bindirilip Fatih’te bir emniyet birimine getirildik. Burada bir nezarethaneye konduk. Birbiriyle dalaşan birkaç adi suçlu, hemen karşı köşeye geçip sindiler. Çünkü o günlerde öğrencilerle, hele de grup halindeki öğrencilerle dalaşmayı kimsenin façası yemiyordu.

Duvardaki dökme demirden kalorifer peteği buz gibiydi. Herkes duvarlar boyunca yerlere çömeldi. Ben de uzun parkamı altıma çekip duvara yaslandım. Kapüşonu başıma geçirdim, fermuarı çekip oracıkta titreye titreye mesainin başlamasını beklemeye başladım.

Mesai başladığında tutanakları imzalayıp bırakacaklarını söylemelerine rağmen, ağır ağabeylerden biri şöyle dedi:

-Ne alaka, yurdu hallaç pamuğu gibi atıyorlardır şimdi. Arama bitmediği için bizi tutuyorlar. Bahanesi de ne bu: neymiş, Fatih bölgesinden alındığımız için bizi Fatih ekipler amirliği salarmış…

Valizim yeniden aklıma geldi ve içim “cızzz” etti. Anacığımın yaptığı içli köfteler, bezdirme köfteleri mutlaka talan edilmiştir, diye düşünüyordum.


Uykuyla uyanıklık arasında, sanki bir siren varmış gibi çınlayan “vıııııııııınnnnnnn” sesi, bedenimin içinden beynime ve kulaklarıma yürüyordu. Buna rağmen bir ara dalımışım. 


Hayal meyal bir ses duydum:

-Parkasının içine gömülmüş uyuyan şu çocuğa da verin!

Elime sıcacık ve mis gibi kokan bir şey tutuşturdular. Bunun yiyecek bir şey olduğunu biliyordum ama ne kokusunu duymuştum daha önce, ne tadını biliyordum ve ne de adını…

O kadar sıcaktı ki, elime verdikleri bu şeyle ısınmaya çalışıyordum. Bir yandan da artık açlıktan burkulmaya başlayan mideme indirmek istiyorum. Soğuk galip geldi ve yemekten vazgeçtim ve yanımda büzüşüp duran diğer çocuğa sordum:

-Bunun adın ne?


Gayet soğuk biçimde cevapladı:

-Poğaça.

Poğaçayı tuttuğum sağ elimi parkamdan içeri soktum. Soğuyana kadar kalbimin üstünde tuttum. Daha lisede iken ezberlediğim bir şiirini bir mısraını tekrar, tekrar mırıldanarak:

“Dayan kalbim, birazcık dana dayan…”
“Dayan kalbim, birazcık dana dayan…”
“Dayan kalbim, birazcık dana dayan…”

Poğaça soğuyana kadar bu dizeyi belki bin defa tekrarladım… Ve belki açlık veya belki seslerin giderek artması yüzünden sersemliğim geçmeye başladı. Poğaçadan bir diş ısırdım! Aman Allahım. O ne lezzet! O ne rayiha! O ne koku… Birkaç lokmadan bitirdim ve sordum:

-Başka yok mu?

Poğaça ben uyurken tükenmişti.

Bir kâğıt üzerinde sıralı 27 ismin arasında adımı aradım. Alfabetik değil, gelişigüzel yazılmış listede ismimi bulup karşısını imzaladım ve sokağa çıktım. Buz gibi hava bitkin bedenime iyi geldi ama hala açtım. İçlerinden birine nerede poğaça bulabileceğimi sordum.

Karşı kaldırımdaki üç tekerlekli, camekânlı el tezgâhını gösterdi ve

-Oradan aldırdık polislere, dedi.

Tezgahın başında hiç kimse yoktu. Diğer günlerin aksine bugün işi erken bitmiş olmalıydı poğaçacının. Bu kadar aç delikanlıya poğaça yetiştirememişti galiba.
Damağımda hayatım boyunca asla unutmadığım o poğaçanın tadı, yurdun yolunu tutum...

Akdeniz Caddesi’nden aşağı Vatan Caddesi’ne oradan Luna Park Gazinosu’nun solundan Oğuz Han’dan Millet Caddesi ve Fındıkzade Meydanı’ndan Kızılelma Caddesi’ne ve oradan da Türkçü Sokak’ta bulunan yurda doğru bir an evvel varmak için hızlı hızlı yürüyordum. Luna Park Gazinosu’nun önündeki poğaçacıyı gördüğümde sevincimden uçacak gibi oldum. Bir poğaça aldım elime ama buz gibiydi. Yağlı ve hışır hışırdı. Soğanımsı bir koku geliyordu…

Ağzıma bile götüremedim. Sükûtu hayale uğramış bir vaziyette yoluma devam ederken aklımdan geçen tek düşünce vardı:

“Anneciğimin hazırlayıp özenle yerleştirdiği yiyecekler hala duruyor muydu acaba?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder