8 Nisan 2010 Perşembe

Gerçeklik, Müdahale Edildiğinde Kaosa Dönüşür!

Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayı ödüllü Bal’ı gerçekten zor bir film. İzlemek sabır istiyor. Yönetmenin mecazlarını, istiarelerini, kapalı istiarelerini ve göndermelerini çözmek için bundan önceki iki filmini, Yumurta ve Süt’ü izlemiş olmak şart. Neyse ki önceden çekilmiş iki filmi seyrettiğim ve zaman içinde minimalist ve “kavramsal sinema” dillerine iyice alıştığım için, iki saat boyunca hiç sıkıntı çekmedim!

Filmin neredeyse tek planlık ilk sahnesi bize hem Yusuf’un babasının akıbetini hem de "hayatın nasıl pamuk ipliğine bağlı anlık bir özel durum/gerçeklik" olduğunu göstermesi bakımından dikkatle izlenmesi ve akılda tutulması gereken sahnedir. Çünkü daha sonra yönetmen seyircisini bu ana geri götürecektir!

Yusuf, sarp dağlar, akçaağaç, kayın, kestane, ıhlamur ve gürgen (...) gibi çok yüksek ağaçların oluşturduğu ormanlarla çevrili evleri ile okul arasında gidip gelirken annesi ve babasının sükûnet ve çaresizlik ile örülü hayatını paylaşır. Babası, yüksek ağaçlara yerleştirdiği kara kovanlardan bal toplamak için ömür tüketirken, yalnız annesi birkaç metrekare mutfağı ile çay bahçelerinde gündelikçilik yaparak vakit geçirir.

Yusuf okumayı sökmek ve kırmızı kurdeleyi yakasına takmak için gösterdiği gayreti, babası vasıtasıyla hayata karşı da gösterme çabasındadır. Babası onunla bir oyun gibi kısık sesle konuşur ki, bu, aralarında sanki hiç kimsenin öğrenmesini istemedikleri bir sırları varmış gibi hissettir. Mesela Yusuf, rüyasını babasına anlatmak istediği zaman, babası onu dizine oturtur ve "Yavaş sesle konuş, rüyalar öyle ulu orta anlatılmaz. Kulağıma söyle!" der... Ki bu aynı zamanda babanın dindar bir insan olduğuna ilişkin ilk ipucudur.

Üç kişilik yalnız hayatlarını daha çekilmez hale getirecek bir an gelir: Yusuf’un babası yakın çevrelerindeki kovanların "bal" ve "oğul" vermemesi üzerine tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Yusuf, bir kaç gün için giden babasının dönmemesi üzerine, çaresiz annesi ile konuşabildiği tek insan olan babasını beklemeye başlar… 

Babanın öykü içindeki zorlu yolculuğuna denk düşen bir şey vardır: Bu çok sade ve aynı zamanda çok az diyalogla anlatılan hikâyede, biz muhtemelen yönetmenin kendi çocukluğuna doğru çetin bir yolculuğa çıkarılıyoruz ama bunun farkına vardığımızda her şey olup bitmiş oluyor! Bir türlü okumayı sökemediği veya topluluk içinde okuyamadığı için kırmızı kurdeleyi yakasına takmamanın, gördüğü rüyaları kimseye anlatamamanın, etrafında akıp giden basit ama zorlu hayatı anlayamamanın sıkıntısı içinde ilginç bir deneyim yaşayan Yusuf'un hiç alışık olmadığımız dünyasına gireriz. Ve eşte tam o anda  yönetmen bize asıl ana fikrini (!) anlatır/gösterir... 
Yusuf bir gece içi su dolu bir leğene sureti yansıyan mehtaba bakar. Mehtap leğenin içinde o kadar gerçek ve cazip görünmektedir ki, onun avuçlarına almak ister. Ama su dalgaları ve mehtap yerine suyun yüzünde bir kargaşa hâkim olur. Sonra su durulur, mehtap yeniden görünür. Bu sefer onu daha iyi görebilmek için başını suya sokar ama nafiledir. Leğenin içindeki mehtap yok olur!

Kaplan'ın üç filminin bütün mesajı işte bu mecazî anlatımdadır. Gerçek gibi gördüğümüz şeyler aslında bir suretten ibarettir. Kendine has bir görüntüsü ve dengesi vardır. Biz ona müdahale ettiğimizde zaten bir görüntüden ibaret olan gerçeklik, tamamen kaybolur:  kaos’a  dönüşür!

Kaplan, sadece bu metaforla (kapalı istiare ile) değil, dindar kadınların “mukabele günü” ve burada okunan Muhammediye ile; bir yakınlarının Yusuf’un başını tutarak Felak Suresi'ni üç kere okutması ile; panayır yerinde eğlenen insanların arasında babanın aranması ile… İzleyicisine Yusuf'u Yusuf yapan arka planı veriyor...

Yönetmen tüm hikayesini Minimalist ve kavramsal sinema (görüntü ile felsefi anlam oluşturmayı kast ediyorum) dillerini kullanarak anlatıyor... Bu yüzden seyirciye tavsiyem şu: Filmi izlemeden önce Bal hakkındaki ciddi çözümleme denemelerini (Günlük gazete eleştirilerini/tanıtımlarını değil) okuyun ve öyle bilet alın!

1 yorum:

  1. Yazınızı zevkle, sindirerek okudum.
    Semih Kaplanoğlu'nun SÜT filmini Mersin'de ne yazık çok az bir izleyiciyle izlemiştim.Filmin ilk sahnesi çarpıcıydı.(Süt içirilerek kadının
    ağaca asılı bir halde içinden yılan çıkarılma sahnesi)Oyuncular rollerinde çok inandırıcıydılar.
    Yusuf'un yayınlanan ilk şiirine annesinin tepkisi
    ne güzel verilmişti.
    Yumurta'yı İstanbul'da izledim,görüntüler çok güzeldi.Kentte bir sahafta şarapla kitabın alınışı düşündürücüydü. Yusuf'la birlikte Anadolu'daki baba evine yolculuk yaptık adeta.
    Saadet Işıl Aksoy duru yalın güzelliğiyle rolüne
    nasıl da uyum sağlamıştı.
    Kaplanoğlu'nun filmlerine giderken herhalde
    yorgun ve sıkıntılı olmamak lazım.
    Her şeyi hazır bulmaya alışkın günümüz insanı
    İNSAN'ın bu kadar güzel anlatıldığı şiir gibi
    filmleri anlamakta zorlanıyor.
    BAL'ı da görebilmeyi çok isterdim...

    YanıtlaSil