Son yıllarda, birçok "Türkiye Sineması" ürünü, boyundan büyük ödüller ve övgüler alıyor. Türkiye Sineması’nın adı yeni duyulan yönetmenleri, minimalist, kavramsal ve belgesel-drama türünde filmler çekerek felsefe yapmak istiyor ama felsefeyi ve gerçekliğin ruhunu kameraya devrediyorlar… Diğer yandan dünyayı sömürerek zenginleşen ama uygarlıklarının sürdürülemeyeceğini fark eden Batılı politikacılar ve fikir babaları, Üçüncü Dünyadan yükselen büyük itiraz dalgasını bastırmak için fonlar ve ödüllerle destekledikleri felsefeler icat ederek orta yere bu yemleri bırakıveriyorlar…
Gezgin yaşayan insanların suyun mecrasını takip edişi gibi dünyanın pek çok yerindeki bu tür yeni sinemacılar aslında halk için değil, festivaller, fonlar ve ödüller için film çekiyorlar… Maalesef ülkemizde böyle bir gelenek eskiden beri sürüp gidiyor ama bugün isim değiştirmiş bulunuyor…
Aslı Özge’nin iyi montajlanmış ama iç montajdan mahrum filmi Köprüdekiler’i seyrederken aklımdan bunlar geçiyordu… Köprü metaforu ile büyük bir fikri anlatabileceğini düşünen yönetmen, filminin geri kalanını bir tür röportajcılıkla halletmiş. İki Dil Bir Bavul’da olduğu gibi amatör oyuncular veya hiçbir şeyden haberi olmayan insanlar kullanmış. Böylece gerçeklik duygusu etkisini en fazlaya çıkarmayı amaçlamış...
Sinemamızda giderek yaygınlaşan bu tür filmlerin en büyük vurucu gücü de bu oluyor. Geçmişte dramatik kurgular içinde anlatılmak istenen hikâyeler, Batılı seçkin sinemacıların hoşuna gitmemiş, Türkiye’deki arkadaşları bu tür eserlere, “Bunlar film değil, kilim!” yaftasını basmışlardı. Bu tarz film çekmenin diğer nedenlerinden bazıları yetenek, ekip, para ve dağıtım sorunlarıdır. Fakat tabii en önemlisi “sahicilik duygusu”nu uyandırmaları… Aslı Özge işte bu sahicilik duygusunu yakalamayı becermiş bulunuyor. Dramatik bir kurgu ile böyle bir atmosfer yaratmaya yetenekleri kafi miydi veya buna gücü var mıydı? Bilemiyorum.
Sinemamızda giderek yaygınlaşan bu tür filmlerin en büyük vurucu gücü de bu oluyor. Geçmişte dramatik kurgular içinde anlatılmak istenen hikâyeler, Batılı seçkin sinemacıların hoşuna gitmemiş, Türkiye’deki arkadaşları bu tür eserlere, “Bunlar film değil, kilim!” yaftasını basmışlardı. Bu tarz film çekmenin diğer nedenlerinden bazıları yetenek, ekip, para ve dağıtım sorunlarıdır. Fakat tabii en önemlisi “sahicilik duygusu”nu uyandırmaları… Aslı Özge işte bu sahicilik duygusunu yakalamayı becermiş bulunuyor. Dramatik bir kurgu ile böyle bir atmosfer yaratmaya yetenekleri kafi miydi veya buna gücü var mıydı? Bilemiyorum.
Anladığım o ki, Türkiye’de yaşanan, siyasi, sosyal, etik ve hukuki standart yoksunluğunu altının belgesel tarzda çizilmesi Batılı sinemacıların çok hoşuna gidiyor! İşte bu yüzden “Türkiye Sineması” kavramını icat edip etrafında toplanan, yüksek çözünürlük teknolojisine sahip kamera, yarı amatör ekip ile belgesel film çeken yeni sinemacılar, boylarından büyük ödüllerle avutuluyorlar…
ALT YAZI: Türkiye Sineması’nın tercihleri ve davranış kalıpları ve ürünleri bağlamında eleştirmem, Türkiye'nin güllük gülistanlık sorunsuz bir ülke olduğunu var saydığım anlamına gelmiyor. Tam aksine bu sorunların bir sanat ürünü haline getiriliş amaçlarındaki uygunsuzluğun altını çizmek istiyorum. Çünkü Aslı Özge de eninde sonunda, şu anda yaşananı, var olanı sonsuz kere izlenmesi için kamerasının hafızasına hapsetmesine rağmen bir seçim yapıyor. Mesela Türk bayraklarını bir milliyetçi kabarışın göstergesi olarak sık sık çerçeveye aldığı halde o bayraklara sarılı tabutları görmezden geliyor!
Ne demiştik başta?
Türkiye Sineması ile Türk Sineması demenin bir farkı var mı? Yoksa ikisi de mi aynı şey?
YanıtlaSil