SAYFALAR

28 Eylül 2007 Cuma

Takva Filmi Oscar Aday Adayı Gösterilmeli miydi?

DOĞRUSUNU söylemek gerekirse, o jüride olsaydım, bazı sinema yazarı arkadaşlarımın yazdığı gibi ben de Takva filminin Oscar’a aday adayı gösterilmesi için oy kullanmazdım. Çünkü bu filmin dili her ne kadar yetki bir dil gibi görünüyorsa da hikâyedeki derinlik, anlatımdaki ustalık yine bazı sinema yazarı arkadaşlarımın buyurduğu gibi “Batı zekâsına” göre değildi...

Nitekim bu “Batılı zekâ” lafı bana pek ilginç geldi. Doğulu zekâ sıfırı buldu, Batılı zekâ nükleer silahları diyebilir miyiz? Doğulu zekâ kendilerini Kudüs’te kıtır kıtır kesen Batılı zekâ Haçlıları bir tekine el değmeden serbest bıraktı! Doğulu zekâ “bir tek tanrı” inancına ima etti, Batılı zekâ bunu Baba Oğul ve Ruhül Kudüs olarak üçe böldü. Hz. İsa’ya Tanrı’nın oğlu dedi. Doğulu zekâ medeniyeti hiçbir zaman insan ırkını barındıran ekolojik dengenin bozulması yönünde kullanmadı ama Batılı zekâ bugün içinde bulunduğumuz çevre felaketlerini hazırlayan, belki de insan ırkının sonunu getirecek olan teknolojiyi yarattı.

Böyle bir mukayese uzar gider. Buna nereden girdiğimi söyleyeyim. Takva filmi sinema yazarı Mehmet Açar’a göre Batılı bir zekâ ürünüymüş...

Böyle bir yaklaşımı ilk defa duyuyorum. Dense ki, Takva Batı kültürü ile yetişmiş ve bu İslama ve Müslümanlara ve Türk insanına kültür kodları ile bakan bir ekip tarafından çekilmiş... O zaman eh tamam derim... Birçok Batıcı yazarımız, fikir adamımız, sanatçımız gibi Takva ekibi de demek ki, Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan “Modernizm karşısında saf, sade Müslümanların” çıkmazlarını yuvarlayıvermişler. Oryantalist takılmışlar... Nitekim doğrusunu söylemek gerekirse ben Oscar aday adayı filmimizde böyle bir taraf olduğunu yazmıştım ki, bu da Takva’nın bazı sinema yazarı arkadaşların sandığı gibi  “derin bir zekâ” ürünü olmadığının göstergesidir. Ne demişler: Senin hikâyeni anlatıyorum, ne gülüyorsun?

İnsan kendi hikâyesini komik ve küçük düşmeden de anlatabilme zekâsını göstermeli değil midir? Peki, Oscar nasıl bir ödül? Daha önce de yazmıştım, biz Oscar’ı dünyanın en prestijli ticari ağı, sinema sektörü dağıttığı için gözümüzde büyütüyoruz. Oysa ki Oscar ödülü “vasatın büyük ödülü”dür. İşte o yazımdan bir bölüm:

Bir ödülün vasatlaştırılması
“Bir yönetmen ne yaparsa en iyi seçilir? İyi film yaparsa değil mi? Elbette. Yani bir yönetmenin En İyi Yönetmen olabilmesi için En İyi Film ödülünü mutlaka alması gerekir. Aksi takdirde ona verilen ödülün gerçekliği kalmaz. Peki bu yönetmenin filmini en iyi yapan, En İyi Yönetmen ödüllü bir yönetmene sahip olması mıdır? Bu nasıl bir soru diye sormayın. Birkaç yıldır hem Oscar ödüllerinde, hem Antalya ve İstanbul gibi Türkiye’de, Cannes, Venedik, Berlin gibi Avrupa’da yapılan festivallerde tuhaf bir “ortalama ödül” biçimi uygulanıyor…
Nasıl mı? Anlatmaya çalışayım:
Bir filmi en iyi yapan şeylerin başında onu başarılı bir yönetmenin yapması ilk şarttır ama senaryo, görüntü, kurgu, müzik ve oyuncuların performansı gibi pek çok sinema öğesinin yerli yerinde olması da lazımdır. Hatta makyaj, kostüm, çevre düzeni gibi öğeleri buna eklemek gerek…

Şimdi ödülü hak ettiğini geçen hafta yazdığım Martin Scorsese’nin yönettiği Köstebek’in durumuna bir göz atalım. Köstebek En İyi Film Ödülü’nü aldı ama erkek oyuncu, kadın oyuncu, yardımcı kadın ve erkek oyuncu, orijinal şarkı, kurgu, sanat yönetmenliği, makyaj, ses kurgusu, ses miksajı, kostüm, görüntü yönetmeni, görsel efekt ve müzik dallarındaki Oscar heykelciklerini başka başka filmlere kaptırdı…

Şimdi bütün bu unsurlar olmadan “Bir filmi en iyi yapan nedir?” diye tekrar soruyorum… Onun yönetmeninin En İyi Yönetmen ödülünü alması mı? Peki, o zaman bir yönetmen bütün bu saydığımız sinema enstrümanlarını bir film içinde bir araya getirip yönetmesi gereken oyuncuları vs. yönetemiyorsa nasıl En İyi Yönetmen olabiliyor?
Konuyu pek çok defa dile getirdim. Hatta pek çok yazımda Türkiye’de Türk sineması için verilen pek çok ödülün, cacığa tuz, nane, zeytinyağı ve zevke göre kırmızı yaprak biber serpilir gibi dağıtıldığı için bu bağlamda birkaç yazı yazmıştım…

Aynı şey dünyanın en prestijli ödülü sayılan Oscar’da ve Avrupa festivallerinde de yaşanıyor. Sonuç olarak ben kendime göre şöyle bir izah buldum… Bir filmi en iyi yapan şey, 3 bin küsur üyesi bulunan Oscar Akademisi’ne göre de, 7 ile 9 kişiden oluşan Avrupa tipi festival jürilerine göre de “vasattan”, yani ortalamadan geçiyor…
Çok ciddi bir sanat faaliyeti olarak görülen sinema eserleri ve onu yapanlara verilen ödüller ne yazık ki tıpkı istatistik ortalamalara göre benim gayri safi milli hasıladan aldığım yıllık gelir gibi ortalamaya indirgeniyor…
Son Oscar ödüllerinde umursanmadan sürdürülen de buydu. En İyi Kadın Oyuncu Helen Mirren, En İyi Erkek Oyuncu Forest Withaker, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Jennifer Hudson, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Alan Arkin ve diğer en iyiler başka başka filmlere giderken, Köstebek (The Departed) En İyi Film seçildi… Yönetmeni de

En İyi Yönetmen!
Bundan çıkan sonuç nedir derseniz? Oscar ödülleri sinema sanatının prensipleri yerine ticaretin prensiplerine göre mi dağıtılıyor? Galiba aynen öyle oluyor. En yüksek kaliteye sahip olanlar arasındaki eserlerin seçilip tasnif edildiği; hak ettiği sıralamaya oturtulduğu bir yarışma değil, diğerlerine izafeten “ortalama olarak en iyi” unsurların bir araya geldiği yapım En İyi Film, bunu yapan yönetmen de En İyi Yönetmen sayılıyor…
Bu yıl da gelecek yıllarda da Kodak Tiyatrosu’nun dev sahnesinde aynı oyunun sahneleneceğini ve “yıldızların” bu oyunu defalarca görmelerine rağmen yine alkışlayacaklarını, biz fanilerin de televizyonlarda bunu hayran hayran seyredeceğimizi garanti edebilirim.
coskuncokyigit@gmail.com


Bu yazı 28. 09. 2007 tarihinde Bizim Gazete'de yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder