29 Ekim 2012 Pazartesi

Çanakkale 1915'i Bütün Sinemaseverlere Tavsiye Ediyorum

Çanakkale 1915 filmi ile ilgili yazımı bekleyen okurlarımın sabırsızlığını anlıyorum. Filmi evet basın ön gösteriminde seyrettim ve bundan aylar önce de "merakla bekliyorum" diye haber yapmıştım... Bu da beni film hakkında mutlaka yazmaya zorlayan sebeplerden biridir. Zira Çanakkale, İstanbul'un Fethi, Malazgirt gibi kendiliğinden destanlaşan, efsaneleşen, içeriğinde film hikayelerinin ve görsel efektlerinin bile bize veremeyeceği mucizevî hadiselerin vuku bulduğu tarihi olayları anlatmak gerçekten çok zordur. 

Bunun örneklerini pek çok defa yaşadık. Türk ve dünya sinemasında önemli tarihi dönüm noktalarını anlatmak iddiasındaki filmler eleştirilere maruz kaldı. "Truva" veya İskender filmleri gibi dev bütçeli Hollywood işleri bile yuhalandı!

Bizde, "İstanbul Kanatlarımın Altında", "Abdülhamit Düşerken", "Kurtuluş", "Gelibolu (belgesel)" ve "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" filmleri yanında "Osmancık" gibi TV dizileri bu mealde epeyce tenkit edilmiştir. 


Çanakkale 1915'i merakla beklememin sebepleri arsında, tarihi vak'anın kendisinin bir karakter olarak sinemacının karşısına dikildiği hikayelerden olmasıdır. Yönetmen-yazar-şair, ya bu karaktere teslim olur onu birebir resmeder veya o karakterin etrafındaki daha küçük karakterlerden birini anlatırken büyük karakteri arka plana koyar. Yahut Mehmet Akif Ersoy'un Çanakkale Şehitleri ismiyle tanınan şiirinde yaptığı gibi onunu dini, milli, sosyal, tarihi ve politik arka planını bir potada eriterek, o gerçeği yaşayanların aziz hatırasını büyük bir sanat eseri olarak sanata ve tarihe kazandırır. 

Çanakkale 1915'in yazarı Turgut Özakman Bey, Çanakkale'yi bütün vahşeti, acıları ve muhteşemliği ile bir karakter olarak yazdığı için film ekibi onun yolundan sapmadan destanı resmetmeye çalışmış. Sinema, burada bir sanat olarak değil bir araç olarak kullanılıyor. Fakat şunu kabul etmek gerekiyor ki, Yeşim Sezgin ve ekibinin bu aracı kötü kullandığını söylemek mümkün değil. Sezgin ve ekibi, tüm oyuncular bu milli destanımızı kronolojik bir sırayla resmederken içlerinden gelen bütün samimiyeti ortaya dökmüşler. Bu samimiyet, naiflik filmi bir propaganda aracı olmaktan kurtarıyor. Onu sinema sanatını bir türü olan dramatik belgesele yaklaştırmaya yetiyor. 

Ama bu pırıl pırıl genç ekipten en azından;


Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 

gibi şairane ama "görsel bir şiir" de bekliyordum! Belki de yapmışlardır ama ben fark etmemişimdir!


Bu bağlamda film ekibinin tümünü kutluyorum. Onlara bu yolda nice yüksek sanat seviyesine erişmiş büyük filmler yapmaları için şans diliyorum. Ellerine sağlık. Emeklerine sağlık. 

MEHMET AKİF ERSOY'UN ÇANAKKALE YORUMU

Hepimizin bildiği gibi İstiklal Marşı'mızın şairi Mehmet Akif Ersoy, Asım şiirinin bir bölümünde "Çanakkale"yi anlatır. Sureta, savaşın vahşiliğini, emperyalizmin aşağılık emellerini, Türk ordusunun büyüklüğünü vurgulayan bir kahramanlık destanı yazar gibi görünse bile bu gerçeğin bir kısmıdır. Sonradan "Çanakkale Şehitleri"ne ismiyle destanlaşan bu şiir, Türk milletinin Haçlı Seferleri'nden beri Türkiye topraklarındaki büyük mücadelesinden, Kılıç Arslan'ın ilk Haçlı'ları bu topraklarda yok edişinden, emperyalizmin bütün Müslüman alemini esir edişine kadar çok önemli göndermeler yapar. Şair bir yerde bütün dindarlığına rağmen, Türk askerinin büyüklüğünü vurgulamak için şu beyti yazmaktan kendini alamaz:


'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 

....  ......  yine bir şey yaptım diyemem hatırana.

demekten kendini alamaz..

İşte Çanakkale 1915'te bu tarihi-dini-milli derinlik ile lirizm ve heyecana yükselememe sıkıntısını var. Bir şairin, "Anlat bana ecdadımı anlat / İstersen tarihe masal kat"  dediği gibi, Yeşim Sezgin ve ekibi, bugünün insanına artık masal gibi gelen Çanakkale gerçeklerinden bir kaçını filme koysalar ve tarihi arka planı biraz daha derinlikli verebilselerdi (mesela Çanakkale'de şehit olan askerlerin çoğu "şehit oğlu şehittir") daha güzel olurdu diye düşünüyorum. 


Mehmet Akif Ersoy'un Asım şiirinden 
Boğaz Harbi (Çanakkale) bölümü şöyledir. 

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde -gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı!"

Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşında, 
Avusturalya'yla berâber bakıyorsun: Kanada! 

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, 

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. 

Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... 

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. 

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! 

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman? 

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm. 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, 
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; 

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi; 
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi. 

Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek. 

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... 
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın. 

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 

"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; 

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 

Sen ki, son ehl-i sâlibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, 

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... 
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... 

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.


* Safahat, İfav, 7. Baskı, sayfa: 385, 386, 387


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder