12 Kasım 2023 Pazar

TÜRK TARİHİ KADRAJA SIĞMAZ

Uzun bir aradan sonra İstanbul’a döndüm. İlk işim Atatürk filmini seyretmek oldu. Filmin, dijital platformdaki hikâyesini hemen herkes duyduğundan burada tekrarlamaya gerek yok ama hatırlamakta fayda var. Dizi formatında çekilen Atatürk filmi, yeniden kurgulanarak sinema salonlarından gösterilebilecek bir özete dönüştürüldü ki ben de bu versiyonu seyrettim. Doğrusunu söylemek gerekirse, Atatürk filminin kadrosu, teknik anlamda standart üstü bir yapıma imza atmış bulunuyor. Görüntüler, ses tasarımı, kostümler, mekânlar ve bir filmde olması gereken pek çok teknik, estetik unsur ve bunları tercih etme, sıralama biçimi ve nihayetinde paketlenişi düzgün olmuş. Ancak, bu kısaltılmış versiyonda bile hemen belli oluyor, Gazi’nin hayatına bakış bütün çabalamalara rağmen yine bir kronolojiyi aşamamış… Kahramanların hayatında bakışta her zaman yaşanan bu sorunu Türk sineması nasıl ve ne zaman çözecek bilemiyorum ama mutlaka çözülmesi gerekiyor. Çünkü sinema ile tarihî metinler, sinema ile edebi metinler, sinema ile tiyatro metinleri ve gerçeğin kendisi arasına mutlaka bir başka algının, “Bu bir filmdir. Başka sanatlardan beslense bile ne bunlardan biri ne de bunların toplamıdır!” şeklinde her setin girişine yazılması gerekir! *** Tarih filmi çekerken varlığını derinden hissettiren sorunlu alanlardan birisi de, tarihe yaklaşımımızın günümüz algısına, idrakine vurularak yorumlanmasıdır. Bir başka sorun, siyasi ve ideolojik bakışın dayatmasıyla yapılan tarihî vaka seçkisidir. Bir başka sorun aktüel siyasi mücadelenin taraflara dayattığı tercihlerdir. Bütün bu ve benzeri haller, sinema sanatına ait olmazsa olmazlarının önüne geçtiğinde elimizde çok güzel cümlelerle yazılmış romanlar, çok güzel görsellerle bezenmiş filmlerden başka bir şey kalmıyor. Türk sinemasının Türk tarihi ile ilgili diğer bir sorunu da rahmetli Metin Erksan’ın cümlelerinde saklıdır. Bir sohbetimiz esnasında heyecanla “Türk tarihi peliküle sığmaz Coşkun! Mohaç’ta kullanılan at sayısının kaç olduğunu biliyor musun? İki yüz elli bin!” demişti. Erksan’ın aslında anlatmak istediği ister genel olarak tarihimiz, isterse tarihî kişilikler için olsun, anlatılacak ve gösterilecek çok şeyin olduğuydu. İşte burada yine başa dönüyor ve film yaparken film yaptığımızı unutmamak gerektiğini vurgulayarak şunu da söylemek zorunda hissediyorum. Sadece Atatürk filmi bağlamında değil bütün sinemacılarımız için geçerli olan bir sorunlu alan var. O da “dünya görüşü” dediğimiz entelektüel zorunluluğun nadiren var olmasıdır. Türk aydını ve sanatçısının kümelendiği sözde “paradigmalar” hakkında uzun uzun yazacak değilim çünkü böyle bir hakikat ile ciddi biçimde karşılaşabilmiş değiliz… Söz gelimi Atatürk’ü çeken bir sinemacı solcu ise onu mesela Ziya Gökalp’sız bir bağlamda anlatırken eğer bir sağcı ise onun sadece “Gazi” ünvanını ön plana çıkartarak anlatmayı tercih ediyor ki tam olarak söylemek istediğim budur: Nerede kaldı “değerler dizisi”? Yok. Çünkü 19. Asırdan kalma ideolojik takıntılar devreye girer ve bir sanat eserine evirilmesi gereken ürün sağ veya sol yumruk olarak havaya kalkar. Hep söyledim, söylemeye de devam edeceğim. Türk kültürü bütüncül bir hamle yapmadan, bir Türk felsefesi (tefekkürü) oluşturmadan ne sinemada, ne diğer sanat dallarında dünya sinemasını ve sanatlarını etkileyecek prestijli eserler yaratabilmemiz mümkün değildir. Günün Sözü “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder