Taklitçilik, Avrupa ve Rusya orduları karşısında mağlup olduğumuz günlerden itibaren boy gösterdi. Top tüfek, muharebe taktikleri derken devam etti… Mimariye sıçradı: Ortaköy’deki Mecidiye Cami, Dolmabahçe ve Beylerbeyi hantal sarayları… Eş zamanlı olarak moda ve tefrişat biçimleri taklit ediliyordu. Bu tür taklitler, bir medeniyetin kaldırabileceği “şekli yanı ağır basan” taklitlerdi ama kültür alanında kendini gösterdiği günden beri iflah olmadık... Fikir sahipleri Fransız ve İngiliz siyaset sistemlerini içselleştirirken edebiyat mukallitleri yoluyla işbu taklitçilik tüm hücrelerimize işledi.
Kubbealtı Lügati ismiyle meşhur, Misalli Büyük Türkçe Sözlükte “taklit” kelimesine baktım. Sözlük, “belli birine veya bir şeye benzemeye çalışma” tanımını verdikten sonra, Kâtip Çelebi’nin kelimeyi nasıl kullandığını de örneklemiş: "Taklit ile taassup yolunda derde düşüp kuru kavgaya müptela oldular.”
Taklit Ticareti Mi?
Günümüzde taklitçilik yasal ticaretle desteklenen bir meslek haline geldi… Bunu nerden mi çıkarttım? Önceki akşam bir televizyon kanalında yeni başlayan “Ömer” dizisini seyrettim. Hikâye giderek tanıdık gelmeye başladı. Önce acaba bizim bildik “Oğlum Osman”, “Kızım Ayşe” gibi dindar genç, modern kadın hikâyelerinden birinden mi uyarlandı diye düşünürken hatırladım: Netfilix’te hala yayınlanmakta olan “Shtisel” isimli dizinin bir uyarlaması ile karşı karşıya olduğumu anladım. Shtisel dizisinde aşırı muhafazakâr bir Yahudi mezhebi olan Haderiliğe mensup bir gencin seçimleri üzerinden yaşanan çatışmalar anlatılıyor. Peki, bizim Ömer’in hikâyesini anlatmak için sinemamızın ve dizi sektörümüzün Shtisel gibi dizi hikâyelerine, yaklaşımlarına ihtiyacı var mı? Tabii yok ama taklitçilik sanırım bugünkü dünya koşullarında yasal bir üretim tarzına dönüştürülmüş…
İnternette arama motoruna, “Yabancı filmlerden uyarlanan Türk dizileri” yazdığınızda uzun yıllar boyunca aziz halkımızın teveccühüyle reyting rekorları kıran onlarca dizinin, “uyarlama” yani taklit, yani imitasyon olduğunu anlıyorsunuz zaten.
Din ve Dolar İlişkisi
Modernleşme maceramızı başkalarını hikâyeleri üzerinden anlatmaya hiç ihtiyacımız olmadığı halde neden dizi ve filmlerimiz başkalarının eserlerini taklit ederek imitasyon ürünler pazarlıyorlar dersiniz? Çünkü bu sadece bir yaratıcılık sorunu değil. Bir pazarlama sorunu! Fast Food zincirleri gibi film üretme-türetme zincirleri iş başında. İki parça ekmek arasına etimsi bir nesne koyarak milyonlarca dolar kazanılıyorsa, bir dizinin içine de “din”imsi bir konu konularak milyonlarca dolar kazanılabilir…
Oysa Türklerin modernleşme ile imtihanına ait ilk eserleri veren Recaizade Mahmut Ekrem (Araba Sevdası) ve Ömer Seyfettin (Efruz Bey) gibi yazarlarımız, şekli yozlaşmayı dile getirirken Peyami Safa gibi yazarlarımız da “ruhi deformasyonu” bizim dilimizde anlatmışlardı!
İşte büyük sorun da burada başlıyor. Bir Peyami Safa eserini, mesela Yalnızız veya Fatih Harbiye’yi aynen alıp tekrar tekrar sinemaya uyarlayalım demiyorum! Diyorum ki, çok yakın bir tarihe kadar fikir ve sanat erbabımız, tekniği ödünç alarak kendi hayatımızdan yola çıkıp kendi hayatımızı sanat eseri haline getiriyorlardı. Şimdi ne oldu da bu Batı karşısında tüm yelkenleri suya indirdiniz?
Doğu Batı Sentezi
Peyami Safa, Doğu Batı Sentezi isimliyle kitaplaştırılan makalelerinin birinde, A. Toynbee’nin Batı uygarlığı dışında/karşısında kalan dünyanın iki davranış gösterdiğini, birinin tam teslimiyet yani maymunluk (Herodyanizm), diğerinin ise iflah olmaz bir mutaassıplık (Zelotizm) olduğunu ifade ettiğini söyleyerek, İngiliz kibriyle tarih felsefesi yapan düşünüre şu cevabı verir:
“Besbelli ki İngiliz tarihçisi yabancı bir medeniyete karşı eski medeni bir milletin verebileceği üçüncü bir cevabı hiç düşünmemiş. Bir yabancı medeniyeti ya toptan reddetmek veya toptan benimsemek gibi iki tepkinin dışında üçüncü bir şık daha vardır ki o da bu milletin yabancı bir medeniyetle kendi milli ve dini geleneklerini uzlaştıran ahenkli bir sentez yapabilmesidir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder