Hayati Durmaz Hocam iş hayatının stresinden bunalıp uykusu kaçtığı bazı akşamlar üşenmeden kahve içmeye gelir… Hayati Hocam hiç üşenmez evet ama asıl mesele onun bu kıtalar arası (!) zorlu yolculuğu değil, orta yaşı devirmiş iki eski arkadaşın oturup sohbet edecek bir mekân bulamamasıdır. Yabancı isimli bir yığın “cafe”nin tamamen yabacı kahve pişirme tarzıyla adlandırılmış menüsünün yanına bir de yabancı adlarla dolu tatlı listesi gelir… Bu çok sıkıcı ve üzücü olabiliyor. Bir sürü caf caflı yabancı isim arasından kafanızda bir şekil ve tat hayali oluşmadığı/ oluşamadığı için kalkıp vitrine bakıyor, garsonunuz aklı aşında bir servis elemanı ise bu tatlılar hakkında bilgi alıyorsunuz…
Özenti batıcılığımızın hayat hakkı verdiği bu tür cafelere takılmak zorunda kaldıkça aklıma İstanbul’un muhteşem muhallebicileri geliyor. Koşuyolu’nda bunlardan bir tanesi vardı ve şimdi o kapandı. Yerine “dünya mutfağı” menülü bir başka mekân açıldı. Gerçi adı hala Türkçe, elemanları hala bizim mahallenin çocukları ama kahve ve tatlı barlarında dünya mutfağı adına yok yok ancak iş bizim mutfağa gelimce işte o yok! “Dünyadan var bizden yok” ilkesi ülkemizin en ücra kasabalarında uygulanan bir tarz oldu: Zannedesin 7 yıldızlı bir otel… Bir garip özenti, şişinme… Bak bak bak, şişinmeye bak: dünya mutfağı!
Arkadaş, ben sizden Amerikan bilmem nesini, Avusturya çöreğini, Alman pastasını, İtalyan pizzasını en iyi yaptırmanızı beklemiyorum… Bize hakiki keşkül yapın, yanına da kallavi köpüklü bir sade kahve yapın yeter! Eğer hakkı ile yapabilirseniz zaten atalarınızdan tevarüs eden bu ikilinin ne kadar “dünya mutfağı” ürünü olduğunu anlayacaksınız! Yeter ki hakkıyla yapın ve sunun…
Ben kendi adıma cafe kültüründen çok bunalmış haldeyim. Geçmişe dönmek mümkün değil biliyorum ama asırlarca bu coğrafyada yaşamışlığımızdan süzülerek birer değer haline gelen kültür mirasımızı ihya edebilmek mümkün… Mesela adı Kahvehane olan ama içinde fosur fosur sigara içilmeyen, kağıt, taş ve tavla oynanmayan, kitap kıraat edilebilen, sohbet fısıltılarının orta şekerli kahve kokularına karıştığı mekanları canlandırabiliriz…
Mesela böyle bir mekânda, asıl adı Bimen Derkasparyan olan, Bimen Şen’in “Firkatin aldı bütün neşve-yi tâbım bu gece” mısraı ile başlayan şarkısı dökülebilir ortama… Mesela dikkatli bir dinleyici şarkının güftesini merak edebilir. Sohbet döner dolaşır sözlerinin bir Osmanlı Yahudi’sine, Avram Naum’a ait olduğu öğrenilir. Güftenin baş harflerinin akrostiş olduğu, “Fatma” ismine tekabül ettiği anlaşılabilir…
(F)irkatin aldı bütün neşve-yi tâbım bu gece - (A)ğlamaktan yine zehroldu şarabım bu gece - (T)aştı peymane-yi gam, kalmadı şekvaya mecal - (M)ihverimde dolaşır leşker-i enduhi melâl - (H)ep senin aşkın ile böyle harabım bu gece… (Fatma kelimesi Arap harfleri ile yazıldığında sondaki (he=güzel he!), (a) okunduğu için (İsmet Paşa’nın Türkiyâ demesini hatırlayın!) akrostiş olduğu apaçık ortaya çıkar.)
Dünya mutfağı satan bir mekânda Bimen Şen dinleyemezsiniz. Onun içinde böyle bir konu açılmaz, sohbet de hiçbir vakit “bize ait olana” gelmez! Atalarımızı nasıl 72 milleti bir araya getirip birlikte yaşattığı konusu mevzuu bahis edilemez! Oysa oturup kahve içeceğimiz, hasbihal edeceğimiz yerler gönül dostlarını yarattığı atmosferler olmalı. Sadece yeme içmenin değil aynı zamanda kültür ve ruh şifamızı bulduğumuz karşı mekânlar olmalı.
Bu Yazı 29 Ocak 2023 tarihli Yeni Çağ gazetesinde yayınlanmıştır.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/dunya-mutfagi-ve-biz-623802h.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder