Kış Uykusu, Aydın (Haluk Bilginer) isimli eski bir
tiyatrocunun babadan kalma mülkünde kurduğu hayatı, bu hayatın kırılganlığını ve
geleceğe dair kurguları irdeliyor. Aydın’ın, kız kardeşi Necla (Demet Akbağ)
ile eşi Nihal (Melisa Sözen) başta olmak üzere çevresindekilerle ilişkileri
-resepsiyonisti, kâhyası ve şoförü Hidayet, gelip giden turistler, aracının
camını kıran İlyas, babası İsmail, amcası cami imamı Hamdi vb.- mesafeli ve
soğuktur. Aydın, bu insanlarla gerçek anlamda iletişim kurmaz, hatta gözlerine
bile bakmaz. O, bir rüya âleminden gerçeğin buzdan çölüne düşmüş, bu düşüşten
arta kalan ‘halet-i ruhiye’ üstüne yapışıp kalmış donuk biridir. Mütearifeleri, oryantasyonu kaybolmuş, sevgisini ifade edebilme gücünü
yitirdiği için aşksızlıktan bütün hassasiyetleri kavrulmuştur. İmam Hamdi’nin yeğeni İlyas’ın bir icra meselesi sonucu, taş atarak araç camını kırmasının şokuyla kiracılarını bile yeni yeni tanımaya başlayan Aydın, bu
topraklarda doğmuş ve tevarüs yoluyla mülkün başına geçmiş olmasına rağmen onlardan
biri değil, “bir tas su içinde bir damla zeytinyağı” gibidir! Yapayalnızdır... Peyami
Safa, Matmazel Noraliya'nın Koltuğu romanında, başkarakteri Ferit’in içinde
bulunduğu acıklı durumu vurgularken yaklaşık olarak şöyle der: “Bir insanın mahkûm
olabileceği en kötü ceza yalnızlık ve köksüzlüktür”.
Tiyatro repliklerini aratmayacak tiradı aktarmamın sebebi, Aydın’ın ruh dünyasıyla bağlantı kurabilmek olduğu kadar ve Aydın'ın ailesiyle yaptığı
konuşmalardaki dolambaçlara sahip olmasıdır. Aynı zamanda NBC’nın filmindeki
uzun konuşmaları anlayabilmek için iyi bir örnek oluşudur.
NBC, uzun yıllar susturduğu ve bizim görmediğimiz bir şeyler
görüyor gibi uzaklara, çok uzaklara bakan karakterleri çöpe atarak sürekli
konuşan ama kitabi konuşan, ama geçmişin tozunu toprağını ayağa kaldıran bir
öfkeyle konuşan; gelin görümce didişmelerinde açıkça söylenemediği için dudak
bükmelerle, göz devirmelerle, kaş kaldırmalarla konuşan; kinayeli konuşan,
imalı konuşan; metaforlarla konuşan; hayretle konuşan, en yakınından gelen acı
laflar üzerine derinden kırılarak konuşan; eşi ile mücadele etmek için bütün
güzel huylarını değiştirip yerine ondan ödünç aldığı maske ve zırhları takınıp kabalaşarak konuşan, nobranlaşan ve intikam için konuşan; zenginliğinin, geride kalmış şöhretinin, mahalli
gazetelerde yazdığı okunmayan önemli (!) makalelerinin içeriği hakkında konuşan,
temel ahlaki erdemlerden “iyilik” üzerine geyik yaparken, kötüyü bile iyi hale
getirmek için, “iyilik yaparak kötüyü, iyileştirelim” abuklaması üzerine konuşan,
Hazreti İsa’nın öğretisinin günümüz pasif direnişlerinin temeli olduğunu, hatta
aynı metafizik kaynaktan beslenen bütün semavi kelamların özünü oluşturan bu
öğretinin kaynaklarına teğet bile geçmeden konuşan; yanlış anlayanlara, doğrudan, saçmalamayın dememek için lafı dolaştırıp, döndürüp konuşan... konuşan,
konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan,
konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan,
konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan
konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan
konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan,
konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan ...
Bütün bu
bitmez tükenmez konuşmaları yapan karakterler arasında ağzını açmayan, susan,
öfkeyle bakan tek kişi vardır: İlyas! O, ya taş atacak kadar çocukça bir cesarete yahut nefret ettiği Aydın’ın elini öpmektense Shakespeare
kahramanları gibi isteri krizi geçirerek düşüp bayılmaya meyyaldir... Ki, İlyas’ın el öpmektense bayılmasının
kötüleri iyileştirmek için daha fazla iyi olmak geyiğinin ardından
gerçekleşmesi, yarın içinden ne çıkacağı, nasıl uzayacağı, nasıl bir çizgiye
dönüşeceği meçhul kocaman bir noktadır!
Cemil Meriç, aydınları suçlayan keskin bir yargıya varır:
"Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet
hepimizin eseri, hepimizin yani aydınların". NBC, Cemil Meriç okumuş mudur, okumuşsa
Meriç’in bu cümlesinden haberdar mıdır? Bilmiyorum ama bu ciddi ithamın, NBC’nın
başkarakteri Aydın ile bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Cemil Meriç gibi, Nobel Edebiyat ödüllü Orhan Pamuk, Sessiz Ev romanında,
aydınlara iki sert yumruk çakarak, “aydınların Türk tarihi ve Türk edebiyatı
konusunda ciddi bilgisizliklerini” vurgular...
Ahmet Hamdi Tanpınar ise ilginç benzetme yapar: “Tanzimat
ile açılan pencereden bakan Osmanlı münevveri, Batı karşısında göbeğini kaşıyan
şaşkın bir adama benzer”. Nuri Bilge Ceylan’nın başkarakteri Aydın’ı, Hotel Otello’nun
penceresinden, parçalanan cipinin camından, çevreye, bu çevrede yaşayan
insanlara, göbeğini kaşıyarak değilse bile başını kaşıyarak aynı hayret, aynı
şaşkınlıkla bakar. Tanzimat
aydını Batı karşısında şaşırmıştır ama artık süreç tersine dönmüştür: Aydın,
kendi toplumunu tanıyamamaktadır. Onların davranışlarını, yaşam biçimlerini,
algılarını, çaresizliklerini içselleştirmek şöyle dursun, bir zamanlar muhtemelen
(12 Eylül 1980 öncesi diyebiliriz) hayallerindeki halk adına “toplumcu kurtuluş
söylemleri” döktürerek tiyatro yaptığı halktan iğrenmektedir (imam
Hamdi’nin çorap kokusu meselesi).
Yeniden Meriç’e dönersek: dünya görüşünü doğrudan
öğrenemediğimiz ama hissettirildiği kadarı ile tanıyabildiğimiz Aydın’ın hali bir
yönüyle şu anlatacaklarıma benzemektedir. Cemil Meriç komünist örgüt üyesi
iddiası ile yargılandığı mahkemede, “Ben sosyalistim!” diye haykırdığını yazar
ve şöyle der: “Sosyalistim! Diye bağırdığımda bir tek işçinin elini sıkmış değildim!”
Aydın, hayatında ilk defa halkından biri ile el teması kuracakken, yani
sözde İlyas onun elini öpecekken kolunu yukarı kaldırır ve çocuğun öpmesini
bekler ama çocuk isteri krizi geçirerek bayılır. Böylesine masumane beşeri bir
temas, bu defa bir çocuğun nefreti ile kesilmiş olsa da, Aydın, eşi ile ayrı
yatmaktadır; eşine günaydın deyip demediği bile meçhuldür, eşini öptüğü bir kere
gösterilemeyen bir yalnızlık içindedir.
İletişimsizlik çukurunda
yaşayan bu donuk adamın kökenlerine baktığımızda, onun bir zamanlar muhalif
entelektüeller arasında yer almış olabileceğini varsayıyoruz. Çünkü Aydın,
klasik ifadesi ile bir münevver (aydın) değil bir entelektüeldir. (...) Asılında kimliğinde gizli olan
bir başka şey vardır. Onu buyurgan, halktan uzak yapan bir şey... Çünkü NBC’nın
öyküsü birkaç kat kabuğu olan, soydukça yeni bir kabukla karşılaştığımız ama
etli kısmı rayihalı bir meyvedir. Yenen etli kısımdan sonra sert bir kabuk ve
nihayet meyvenin özünü, genlerini içinde taşıyan bir acı çekirdek vardır ki,
bana göre Kış Uykusu filminin öyküsü; şimdi ile, şu an ile, güncel sorunlarla ilgili
görünse de çekirdekteki acı fikir, “Dönüşen aydın”ın üzerindeki laneti (uykuyu) ve bunu kaldırıp kaldıramama sorunsalı üzerinde düğümleniyor.
Kış Uykusu’nun birinci katmanı uçsuz bucaksız, kar sesinin
duyulabileceği kadar ıssız bir bozkır panoramasıdır. Bu panaromada ova boyunca koşuşturan yılkı
atları, yılkı atlarının kement atılıp acımasızca yakalanmaları (Çehov’un at
hırsızlarını yargılamak bana değil mahkemelere düşer aforizmasını akıldan
tutunuz), kar altında uzaktan görünen ama sanki yaşayan bir yer değil bir
ressamın tablosunda donmuş kalmış gibi görünen çok kederli isimlere sahip
(mesela Garip Köyü) köyler... Hatta biraz abartırsak, “Gitmesek de,
kalmasak da; O köy bizim köyümüzdür”, tekerlemesini her mırıldandığımızda daha garipleşen ve bizden daha uzaklaşan köyler... Sanki bütün kâinatta
yapayalnız kalmışız ve sanki "evrende başka bir ruh yok", duygusu uyandıran bu
tabii çevrede, eciş bücüş kayalar içinde küçük bir kandil gibi ipileyip duran
bir ışık vardır...
İkinci katman:
İşte o ipileyip duran şey Hotel Otello’nun fiziki varlığıdır. İçinde
yaşayanların fasit daireye dönüşmüş ve sonsuza kadar tekrarlanacakmış sıkıntısı
veren hayatları yavaş yavaş bize açılır. Kendini ele vermeye başlar.
Üçüncü ve etli kısım:
Filmin görselliği, oyuncuların aşkın performansları; Aydın’ın odasının -belki
de dünya sinemasında ikonografik bir ayrıcalık kazanacak- dekoru, dış dünya, yılkı
atının yakalandığı sahnedeki sinemasal tat, İlyas’ın çocukça bir düşmanlıkla
attığı bakışı; Nihal’in, Nuri İyem portrelerinden fırlamış gibi insanın içine
işleyen kocaman gözleri ve duru yüzü; Demet Akbağ’ın yorgun, kırgın kimsesiz
kadın karakter Necla’yı biraz sonra iyilik yapabilmek için sonsuza dek
hayatımızdan çıkacak duygusunu veren oyunu; İmam Hamdi’nin on kilometre yolu
merhamet dilenmek içtin yaya yürüyerek gelip tekrar yürüyerek gidecek olmasında
tebellür eden ve izleyicide pişkinlik hissi uyandırmasına rağmen aslında bütün
yoksul, çaresiz, ümitsiz insanların yüzüne yapışıp kalmış ama aslında altında
bir öfke, bir kin, bir “Yeter Allahım!” çığlığı barındıran meskeli yüzü; hayatını
yoksulluğun acımasız çarkının berhava ettiğini ve daha da edeceğini bildiği ve bu sondan kurtuluş
olmadığı kafasına dank ettiği için haytalığı tercih etmiş, Allah'ın vermediklerini insanlardan almaya tenezzül etmeyecek gizli bir gurur
edinmiş İsmail’in (Nejat İşler) öfkeyle seğiren unutulmayacak yüzü... Zengin, kibirli ama ayakta uyuyan
patronuna sürekli kazık atmak için küçük hesaplar yapa yapa gittikçe küçülen
varlığını mini minnacık ifadelerle ortaya koyan Hidayet (Ayberk Pekcan); gerçek karakteri netleşmeyen, içten pazarlıklı olması kuvvetle muhtemel, hayatını başkaları için ertelediğini iddia eden taşra öğretmeni Levent'i (Nadir Sarıbacak) ve al benden de o kadar diyen, hayatının nasıl geçip gittiğini anlayamayan mirasyedi Suavi'yi (Tamer Levent) inandırıcı kılan oyunculukları...
Ve Aydın! Herkesin mülkü olanı temlik ederek servet biriktirenlerin nasıl birer zalim olduğunu sözde en çok bilmesi gereken bu adam, babasının servetiyle birlikte tevarüs ettiği kuvvetle muhtemel hakkaniyetsizliği, çelişkili düşünceleri ve yukarıda bahsettiğim pek çok karakter bileşenini donuk yüzünde, kesik kesik konuşmasında bize yaşatan Aydın yani Haluk Bilginer!
(...)
Bütün bu karakterler, biraz sonra perdeden çıkarak yanımıza yöremize oturacak ve biz sinema salonunda o karakterlerle ilânihaye sohbet edecekmişiz veya bizi hakemliğe davet edeceklermiş duygusu uyandırışları... İşte Kış Uykusu meyvesinin etli kısmının zihnimizin damağında nefis bir lezzet bırakmasını sağlayan bu karakter ve bu karakterlere can veren iyi oyunculardır...
Şimdi sıra çekirdeğin kabuğunu kırmaya geldi...
Ve Aydın! Herkesin mülkü olanı temlik ederek servet biriktirenlerin nasıl birer zalim olduğunu sözde en çok bilmesi gereken bu adam, babasının servetiyle birlikte tevarüs ettiği kuvvetle muhtemel hakkaniyetsizliği, çelişkili düşünceleri ve yukarıda bahsettiğim pek çok karakter bileşenini donuk yüzünde, kesik kesik konuşmasında bize yaşatan Aydın yani Haluk Bilginer!
(...)
Bütün bu karakterler, biraz sonra perdeden çıkarak yanımıza yöremize oturacak ve biz sinema salonunda o karakterlerle ilânihaye sohbet edecekmişiz veya bizi hakemliğe davet edeceklermiş duygusu uyandırışları... İşte Kış Uykusu meyvesinin etli kısmının zihnimizin damağında nefis bir lezzet bırakmasını sağlayan bu karakter ve bu karakterlere can veren iyi oyunculardır...
Şimdi sıra çekirdeğin kabuğunu kırmaya geldi...
Ve Çekirdek: Otello ismi, aklı başında her seyircilerin anladığı gibi otele göstermelik
biçimde verilmiş değil. Doğrudan Shakespeare’in Otello’sunun içreğine bir
gönderme sağlıyor. Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu:
Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi”( * ) isimli uzun ve dikkatle okunması
gereken makalesinden esinlenerek söylersek; NBC’nın herhangi diğer bir Shakespeare
oyunundan değil, “in”e isim vermek için neden Otello oyununu seçtiğini ve bunu
tamamen bilinçli yaptığını anlayabiliriz: Türkçeye Burç İdem Dinçel tarafından çevrilen makalede, söz konusu oyunun alt
metinlerinin “dönüşmek” ve “lanetlenmek” olduğu vurgulanır.
Otello oyunu, ırkçılık, ötekileştirme, dini zorbalık, yaşam
tarzının (dini) dönüştürülmesi gibi bugün Türkiye’de "Beyaz Türkler"in, 12 Eylül
sonrası yenilmiş, dağılmış ve dışlanmış sağlı sollu aydınların, liberallerin çok kaygı duyduğu sosyal ve siyasi değişim ve
dönüşümün tarihi bir İngiliz versiyonunu anlatmaktadır. Bugüne kadar neredeyse
apolitik bir kimlik olarak tarif edilen Nuri Bilge Ceylan da ülkesinde yaşanan, kimi zaman
ciddi kalkışmalara sebep olan –ki ödülünü bu isyancılara da adadı- değişim ve
dönüşümü görmezden gelemeyecekti. “Her şey mistik başlar
siyasi biter” diyen Charles Peguy aforizmasına dayanarak, Kış Uykusu’nu “uyanın!” çığlığı sayabilir
miyiz? Emin değilim ama Otello’daki dini dönüştürmenin Türkiye versiyonunun hem
günümüzde ve hem de tarihte ilginç tecrübelerle yaşandığını, -Dönmelerin hala
ciddi bir sosyal, ekonomik, siyasi ve entelektüel kol olarak varlığını
sürdürdüğü malumdur- biliyoruz ama yönetmenin bu tarihsel olgulara gönderme yapmış
olabileceğini kesinlikle varsayabilir miyiz? İşte onu bilemiyorum!
Kış Uykusu'nun çekirdeği çok acı ama Norman Davies’in “Bazen
sorun, ilacın, hastalıktan da kötü olmasıdır” hükmünden yola çıkarak
söylersek, bazı filmler, büyük hazlar ve tatlar verseler bile amaçları tat
vermek olmayabilir... Üstelik ana fikirleri çok acı olup, çok acıtabilir!
-------------
( * ) Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi makalesinden bir kaç bölüm:
"Othello, kendisini üreten kültür gibi, dönüştürmenin çeşitli mecazlarını - Hıristiyan’dan Türk’e, bakireden fahişeye, iyiden kötüye, zarif bir erdemliden kara bir lânetliye dönüşme- bir arada bulundurur. Bu dönüştürme biçimleri, İngiliz Protestanlığı bakış açısından retorik bir benzerlikle birleştirilmiştir lakin bunlar salt mecazi birer benzerlik değildirler: Ten rengi, Roma Kilisesi ve Türk, hepsinin Şeytanın amaçlarına ulaşabilmesi için kullandığı maddi ifadeler olduğuna inanılırdı. İslam’a (ya da Roma Katolikliği’ne) dönüştürme, cinsel bir tecavüz yahut manevi bir fahişelik olarak düşünülmüş ve Prostestanlık da Papa veya Peygamber tarafından bastan çıkarılmış herkes için aynı kararı -ebedi lanet- vermiştir."
***
"Batı Avrupalıların İslam ve Türkler karsısındaki endişesinin bir kısmını, Tanrının gazabıyla yükselen muhteşem güçlerinin aynı şekilde kitlesel bir imha biçiminde bir cezaya çarptırılacaklarına ilişkin görüşleri oluşturmaktaydı. Kellet’a göre aynı yazgı hainler için de geçerlidir: “İsa’ya bağlı kalmayarak, inancınızı bırakarak, vaftiz olurken ettiğin yemini inkar ederek, Türklüğü seçerek, cenneti sattınız, sanat cehenneme döndü ve tek bir bilinç alabildi,
dehşetli korku."
***
"Türk’e dönen vaftiz edilmiş Mağripli Othello, doğru yoldan tekrar günaha döndüğü için “iki kere lanetlenmiştir.” İslam İmparatorluğu’na karşı bir Haçlı Seferi’ne komuta etmesi için gönderilir, “Türk’e döner” ve içteki düşman haline gelir. Venedik Devleti’ni “karalamış”, Avrupalıların korkunç hayali olan İslami Öteki’ye dönüşmüştür: Othello çirkin bir klişe olmuştur. “Venedik’in soylu Mağriplisi” olan kimliği, kara bir şeytan kimliğine dönerken çözülmekte ve “zalim Mağripli ya da Türk”ün en kötü özelliklerini -kıskançlık, merhametsizlik, inançsızlık, kanunsuzluk ve ümitsizlik- sergilemektedir: Bu feci kimlikle yüzleşen, “korkunç ve iğrenç bir iş” (5.2.202) yapan Othello kendi cezasını verir ve kendisini -dönüsmüş olduğu Türk’ü- öldürerek lanetler."
-------------
( * ) Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi makalesinden bir kaç bölüm:
"Othello, kendisini üreten kültür gibi, dönüştürmenin çeşitli mecazlarını - Hıristiyan’dan Türk’e, bakireden fahişeye, iyiden kötüye, zarif bir erdemliden kara bir lânetliye dönüşme- bir arada bulundurur. Bu dönüştürme biçimleri, İngiliz Protestanlığı bakış açısından retorik bir benzerlikle birleştirilmiştir lakin bunlar salt mecazi birer benzerlik değildirler: Ten rengi, Roma Kilisesi ve Türk, hepsinin Şeytanın amaçlarına ulaşabilmesi için kullandığı maddi ifadeler olduğuna inanılırdı. İslam’a (ya da Roma Katolikliği’ne) dönüştürme, cinsel bir tecavüz yahut manevi bir fahişelik olarak düşünülmüş ve Prostestanlık da Papa veya Peygamber tarafından bastan çıkarılmış herkes için aynı kararı -ebedi lanet- vermiştir."
***
"Batı Avrupalıların İslam ve Türkler karsısındaki endişesinin bir kısmını, Tanrının gazabıyla yükselen muhteşem güçlerinin aynı şekilde kitlesel bir imha biçiminde bir cezaya çarptırılacaklarına ilişkin görüşleri oluşturmaktaydı. Kellet’a göre aynı yazgı hainler için de geçerlidir: “İsa’ya bağlı kalmayarak, inancınızı bırakarak, vaftiz olurken ettiğin yemini inkar ederek, Türklüğü seçerek, cenneti sattınız, sanat cehenneme döndü ve tek bir bilinç alabildi,
dehşetli korku."
***
"Türk’e dönen vaftiz edilmiş Mağripli Othello, doğru yoldan tekrar günaha döndüğü için “iki kere lanetlenmiştir.” İslam İmparatorluğu’na karşı bir Haçlı Seferi’ne komuta etmesi için gönderilir, “Türk’e döner” ve içteki düşman haline gelir. Venedik Devleti’ni “karalamış”, Avrupalıların korkunç hayali olan İslami Öteki’ye dönüşmüştür: Othello çirkin bir klişe olmuştur. “Venedik’in soylu Mağriplisi” olan kimliği, kara bir şeytan kimliğine dönerken çözülmekte ve “zalim Mağripli ya da Türk”ün en kötü özelliklerini -kıskançlık, merhametsizlik, inançsızlık, kanunsuzluk ve ümitsizlik- sergilemektedir: Bu feci kimlikle yüzleşen, “korkunç ve iğrenç bir iş” (5.2.202) yapan Othello kendi cezasını verir ve kendisini -dönüsmüş olduğu Türk’ü- öldürerek lanetler."
ALTYAZI
Sadece şiirin büyük üstatlarından değil büyük bir medeniyet ve
kültür yorumcusu olarak zirvedeki yerini asla bırakmayacak gibi görünen ve bir sıfatı da "Eve Dönen Adam" olan Yahya
Kemal Beyatlı’dan bir gazel ile yazıyı bitiriyorum:
KAR MÛSIKÎLERİ
-Varşova 1927
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi
yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk
almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!--------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder