2 Eylül 2012 Pazar

İSTANBUL EVDE YOK!

Bayram dönüşünü Gelibolu’dan İstanbul’a doğru yaptığınızda hayal kırıklığına uğruyorsunuz. “Bu bizim bildiğimiz, Osmanlı’dan tevarüs eden İstanbul mu, akıl almaz bir sözde çağdaşlaşma aptallığıyla beton yığınları haline dönüştürülen herhangi bir yer mi?” diye düşünüyorsunuz... Bilhassa Altınşehir denen eski gecekondu bölgesinden geçerken, “İstanbul Evde Yok” röportajını yaptığı 1990’lı yıllarda bir tabiat aşığının bana söylediklerini hüzünle hatırladım. “Buraları bir cennet gibiydi. Sadece Altınşehir’in endemik toplamı neredeyse İngiltere endemik toplamına eşti. Gitti hepsi…” Gözleri yaşarıyordu bunları söylerken… Sonra rahmetli Çelik Gürsoy ile yaptığım röportajı hatırladım. "İstanbul Bir Gezegendi" başlığı onun sözlerinden çıkmıştı. Onun da gözleri yaşlıydı… “Bugünkü İstanbul ile çocukluğunuzun İstanbul'u arasında bir mukayese yapar mısınız?” soruma cevabı şuydu: “Aradaki fark o kadar fazla ki. Başka bir semt değil, başka bir şehir değil, başka bir ülke değil, eski İstanbul bir başka gezegendi desem olur mu?"

Rahmetli Gülersoy ile daha sonra şöyle bir sohbetiniz olmuştu:

-İstanbul'un zevkine ne zaman varmaya başladınız?
"Bir dönem annemle baş başa kaldık. Mahzun bir hayatımız oldu. Gözyaşı, keder, elem. Fakat 1939'da evlenen ablamın kocası eğlenceyi seven bir insandı. O, bizi o gamdan çekip çıkardı. Ve İstanbul'un tadını almaya başladım. Kışın tiyatrolara gittik. Beyoğlu'nun sanat hayatına girdik. Gezmeyi sevdiği için Boğaz'a Adalar'a, plajlara gittik. İstanbul o zaman sakin ve zevkle gezilen bir yerdi...."


-Eski İstanbul'a dair hatırladığınız başka neler var?
"Beşiktaş Çarşısı'nı hatırlıyorum. Buraları Yıldız Sarayı'nın yapılmasından sonra mamur hale gelmiştir. Çünkü hanedan nerede oturuyorsa orası mamur hale gelişmiştir. Topkapı Sarayı'nda otururken tarihi yarımada, Yıldız Sarayı'nda otururken de Beşiktaş ve civarı.
Meselâ Teşvikiye semti; adı üstünde. Cami yaptırılmış, karakol yaptırılmış yani insanların burada oturulması "teşvik" edilmiş. Abdülhamit Yıldız'a geçince Serencebey ve Yıldız semtleri parlamış. Benim çocukluğumda oturduğum mahallenin adı Yenimahalle'ydi. Cumhuriyetle o düzen çökmüştü. Ricali devletin kimisi sürülmüş, kimisi imtiyazlarını kaybetmiş, fakat fiziki çerçeve duruyordu. İçi boşalmıştı ama büyük bahçeler, büyük konaklar, saraylar duruyordu. Seraskerin Sarayı benim çocukluğumun geçtiği bahçenin karşısındaydı. O çerçeve duruyordu. Şimdi yok! Beşiktaş bugünkü Yıldız Teknik Üniversitesi'ne gelince bitiyordu."

-İlk gecekondu nasıl ve nerede yapıldı?
 "Türkiye kabuğunu kırmaya başladı dış ilişkiler gelişti. Amerika'yla ilişkiler ilerledikçe çeşitli yardımlar gelmeye başladı. Bir takım sandıklar da gelmişti. Şimdiki turuncu deprem sandığı gibi; o boyda bir sandık. Bundan bir tane getirildi, Yıldız'ın dış kısmına çayırlık alana kuruldu. Üstünde de tokalaşan iki elin resmi vardı. Bir adam o kutunun içinden tuğla ördü, uyduruk bir şey yaptı. Sonra kutuyu kaldırdı ortaya bir şey çıktı ama halk ona ne diyeceğini bilemedi. Eve benzemiyordu ki. Herkes birbirine orada bir şeyler yapılıyor gidin görün diyordu. Ev dediğimiz kavramın dışına çıkılmıştı. Kulübe bile değildi. İşte benim bildiğim ilk gecekondu budur."
 -İlk gecekondu mahallesi?
"Fahrettin Kerim Gökay zamanında Bulgaristan'dan göçmenler geldiğinde, o üretici insanları tüketici yaptılar. Götürdüler, Taşlıtarla denilen yere yerleştirdiler. Haliç'in üzerinde, bugünkü Gaziosmanpaşa semtinin ilk nüvesi... O kadar da alelacele binalar yaptılar ki, bir tekme vuruyordunuz bahçe duvarı yıkılıyordu. Çünkü müteahhit çimentoya toprak katıyordu. İstanbul'un ilk gecekondu mahallesi de Taşlıtarla'da kurulan mahalledir."



DOĞU GİTTİ, BATI GELMEDİ

-Türkiye'nin ve insanımızın dramı nereden kaynaklanıyor?
"Türkiye'deki asıl dram toplumun bileşiminin değişmesi. Sadece Türkiye'de değil, Batı'nın etkisiyle bütün Doğu dünyası son yüzyılda içten içe değişti. Ancak bu değişim tamamlanmadı. Doğu medeniyeti ve kültürü yavaş gerileyerek kaybolurken Batı da tam manasıyla gelmedi. Batı'nın gelişi tabii ki kolay değil. Rönesans'tan geçen yüzyıla kadarki süreç çok uzun bir zamandır. Peki Doğu neydi? Genel çizgileriyle Doğu, hatırdı, gönüldü, yardımseverlikti, sofrasını paylaşmaktı, özveriydi. Afganistan'daki insan da böyleydi, Niğde'deki insan da böyleydi. Gece kapısını çaldığınızda sizi Tanrı misafiri olarak kabul ediyordu. Sofrasını açıyor, mümkün olduğunca bir yatak açıyordu.

Batı'da bunlar yok. Ama Batı'da da kurallar var, kurumlar var. Nereye ne yapacaksınız, hangi ölçüde yapacaksınız, hangi şartlarda yapacaksınız, bunlar kurallara bağlı. Şimdi size fiziksel bir örnek vereyim. Alman Melling, Cihangir semtinin resmini çizmiş. Orası bir yamaçtır, yapıları da o devirde ahşaptır. O resimde hiçbir ev arkadakinin manzarasını kapatmaz. Bu binaların böyle yapılacağını emreden hiçbir kanun, kural yok. Belediye yok. Ama evler birbirinin manzarasını kesmez. İşte Doğu bu. Ama Batı'nın belediyesi var 1200'lerden beri. Kuralları var. Sıkıysa başka türlü yapsın. Evet... Osmanlı gitti, Batılı gelmedi."

TARİHİ HALKA AÇTI

-Tarihi binaları insanların kullanımına açma fikri nasıl doğdu?
"1961'den itibaren Avrupa gezilerine başladım. O zaman avukattım, hukukçuydum, kendi cebimden geziler yaptım. Oradaki dünyayı gördüm, aklım başımdan gitti. Tabiatla uyumlu yapı biçimlenmeleri nasıl olur, onlara sanat nasıl katılır gördüm ve hayran kaldım, aşık oldum. İstanbul'a döndüğümde, hayâl kırıklığına uğruyordum. 1960'lı ve 70'li yıllar İstanbul'un yağma dönemidir. Köşkler sökülüyor, yalılar sökülüyor, inanmazsınız onların antika eşyaları Üsküdar bit pazarına ve Galata Kulesi'nin altındaki bit pazarına yağıyordu. Batı ise tüm dengeleri ve geçmişini muhafaza ediyordu. Nüfus dengesi yerindeydi. Biz 15 milyondan 45-50 milyonlara çıkmıştık. Bunları görüyordum. Artan nüfusumuz her şeyi kemiriyordu. Ekonomiyi kemiriyor, tarihi kemiriyor, sanatı kemiriyordu. Bunu görüyordum.

İLK ESERİ MALTA KÖŞKÜ

"Bu çelişki ruhumda fırtınalar doğurdu. "Neden onlar böyle, biz böyleyiz?" diye soruyordum. 1971'de bir para kaynağı buldum. Bunu icat etme şerefi bana aittir. Yurtdışında oturan Türklerin gelişlerinde arabalar için bir prim vermeleri... Oradan gelen parayla bir takım tarihi eserleri kurtarmaya, halka kazandırmaya çalıştım. İlk eserimiz Yıldız Parkı'ndaki Malta Köşkü'dür. O bir ilktir ve sosyolojik bir anlamı var. Tarihi binalar daha evvel de onarılmıştı ama hep resmî amaçla; hastane, kışla, okul yapmak için. Halkın rekreasyon (eğlenme, dinlenme) ihtiyacı için, kültür ihtiyacı için günlük kullanımı için bu şekilde açılması olayı ilk defa Malta Köşkü'yle başladı. Türkiye'de de ilk, İstanbul'da da ilktir. Hem tarihi eseri görüp, hem de bir köşesinde oturup dinlenirken bir dilim pasta yemek, bir yudum kahve içmek suretiyle rahatlamak, o atmosferi teneffüs etmek... Benim Türkiye'ye kazandırdığım bir tarzdır.
Bu röportj ilk defa “İstanbul Bir Gezegendi!” adıyla Dünden Bugüne Tercüman’da yayınlandı. (11.07.2003, 17.sf.)

http://www.gulersoy.net/index.php?cmd=ViewNews&nid=50

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder