6 Haziran 2012 Çarşamba

Prometheus ya da ete kemiğe büründüm, insan diye göründüm

Kült bir bilim kurgu-gerilim sinema eserine dönüşen Alien (Yaratık, 1979) filminden bu yana 30 yıl geçti. Buncu zamanda sinema teknolojisi değişip geliştiği gibi yönetmen Ridley Scott da fikri bir evrim geçirmiş olmalı. Usta yönetmen, Kingdom of Heaven (Cennetin Kırallığı, 2005) gibi fikir namusu sahibi olduğunu gösteren olgunlukta filmlere imza attıktan sonra nihayet “varlık problemi”ni tartıştığı mükemmel bir seyirlik olan Prometheus (2012) ile geri döndü. Nitekim Scott, yeni filmini yapmasına sebep olan saikleri şöyle açıklıyor: “Alien’dan sonra bende kalan şey, arkasında yatan gizemdi. Kimdi o? Nerdendi? Misyonu neydi? Onun türü nasıl bir teknolojiye hâkimdi? Bu türden soruların daha da büyük fikirlere sıçrayacağını düşündüm.”


Yönetmenin filminde işlediği düşünce dünyasının analizine geçmeden önce  Prometheus filminin görsel bir şaheser olduğunu vurgulamalıyım. Tüm dijital ve visual efektler çok başarılıydı. Üstelik film boyunca kullanılan renklerin uzayın metalik gri ve siyahını andırır tonlardan seçilmesi, evrendeki eksi bilmem kaç ısı sabitesini hissedip üşümemize sebep oluyordu. Bu arada yaratıcılarımızken düşmanlarımıza  dönüşen dev insanımsıların (genetik yapımız tıpa tıp aynıdır film bağlamında) gemisi  küçük bir parçası kırılmış dev bir halka gibidir. Bu geminin kaptan köşkünün şekline dikkat çekmek gerek. Dünyaya milyonlarca canavar (alien) taşıyan bu kargo gemisindeki kaptanın koltuğu ve önünde oturduğu kumanda merkezinin birleşik dev bir fallus biçiminde olması çok ilginçti... Diğer yandan filmi seyredilebilir kılan üç önemli oyuncunun katkısını vurgulamak lazım. Geçek hayatta cıvıl cıvıl bir kadın olan  (İnanmayan bu linke tıklayabilir
http://video.milliyet.com.tr/video-izle/Charlize-Theron-un-ilginc-Turkiye-anisi-VKt25xRJslHm.html )    Charlize Theron'un bir buz dağı kadar mesafeli ve ürkütücü oyunu bunların başında geliyordu... 

Filmin hikayesini ve felsefi bağlamını yeniden okumayı denemeye devam edersek: Ridley Scott, sorularıyla, Batı felsefesi geleneğinde ana kol olup “varoluşu” inceleyen “metafizik” alana giriyor. Bu evrenin nasıl var olduğu, kişioğlunun uçsuz bucaksız evrende nasıl, neden, ne için yaratıldığını soran her insan için yeteri kadar beyin kamaştırıcı sorulardan yola çıkmış, kışkırtıcı bir film diye düşünmeden edemiyorsunuz. Oysa Ridley Scott, kışkırtıcılık yapmak yerine “metafizik” alanın ağırbaşlılığına uygun davranıyor ancak varlık problemini popüler biçimde algılayan ve yorumlayan masalımsı yorumlardan yola çıkıyor:

Erich Von Däniken’in Türkçe’ye de çevrilmiş eserlerini astronomi yerine astrolojiyi tercih eden, hayatına akılla değil fallarla (kahve, iskambil vs.) yön veren, hatta gazetedeki uydurulmuş fallara bakıp gününün iyi geçip geçmeyeceğine karar veren tüm toplumlardaki insanlar “inanarak” okumuşlardır. Bir zamanlar Türkiye’yi sallayan bu kitaplardan bazılarını hatırlamakta fayda var… Tanrıların Arabaları (Erinnerungen an die Zukunft / Chariots of the Gods?, 1968) Sfenks'in Gözleri Nil'in Kıyısındaki Eski Ülkeye Yöneltilmiş Yeni Sorular (Die Augen der Sphinx / The Eyes of the Sphinx, 1989), Tanrıların Ayak İzleri (Prophet der Vergangenheit / Signs of the Gods, 1979), Yıldızlara Dönüş, (Zurück zu den Sternen / Return to the Stars/Gods from Outer Space, 1969), Tanrıların Geldiği Gün M.Ö. 11 Ağustos 3114 (Der Tag an dem die Götter kamen, 1984), Sonsuzluğun İşaretleri Nazca'nın Mesajı (Zeichen für die Ewigkeit – das Rätsel Nazca / The Return of the Gods - Evidence of Extraterrestrial Visitations, 1997), Tanrıların Esrarı / Efsanelerin Çağdaş Bir Yorumu (Die Götter waren Astronauten, 2001). Bu sıralamayı yaptıktan sonra Erich Von Däniken’in kitaplarını birer “New Age” saçmalığı olarak karalamadığını ancak çok abarttığını itiraf ettiğini belirtmekte yarar var.  

Buradan baktığımızda Scott’ın filminin senaryosunu yazarken, ilk kitabını 1968’lerde yayınlayan Däniken’in kimi yaklaşımlarından yararlanmış olduğunu söyleyebiliriz. Prometheus filminin giriş bölümündeki uçan daireden inen devasa bir yaratığın bir tür genetik ilaç içerek kendini muhtemelen Afrika’daki bir şelalede sulara karıştırması ve dünyadaki yaşamı başlatması… 2080’li yıllarda Kuzey kutbuna yakın bir adada 35-40 bin yıllık mağara resimlerinin bulunması… Resimlerdeki insanların devasalığı, birbirinden farklı antik kültürlerde bulunan çizimlerin aynı “altılı yıldız kümesi”ni işaret etmesi… İki bilim adamı tarafından bu çizimlerin birer davetiye kabul edilmesi gibi pek çok şey maalesef Däniken’i hatırlatıyor.

Fakat yönetmenin falcılık, aşırı duygusallık, dini bağnazlık ve kapitalizm eleştirisinde İngiliz soğukkanlılığını koruyarak filmini kafa ütülemeden anlatması; hatta resimler akarken seyircinin perdede yapılan tartışmalara katılma, reddetme veya soru sorma imkânı veren görsel ziyafetle süslenmiş planları hayranlık uyandırıyor. Pek çok üç boyutlu film gibi (Avatar hariç) baş ağrıtmıyor, insanı gürültü ve kavga sahnelerinin vahşiliği ile ezmiyor.

Scott usta belki eklektik bir uzay filmi çekmiş (Alien’in çoğu sahnelerin tekrar, hikâyesini Carl Sagan gibi ciddi bir yazarın kaleme aldığı ve Robert Zemeckis’in yönettiği Contact (Mesaj, 1997) filminde baba Ted (David Morse) ile öksüz kızı Eleanor Arroway (Jodie Foster) arasındaki dini, duygusal ve inanç-inançsızlık bağı, yanlış hatırlamıyorsam Stephen Sommers’ın yönettiği The Mummy (Mumya’nın, 1999) kum fırtınası sahnesi, Paul W.S. Anderson’ın 1997 yapımı Event Horozion = Ufuk Faciası’ndaki ‘seni kendi korkuların öldürür’ yaklaşımı gibi). Tabii burada Alien dahil pek çok benzer filmin atası "The Thing from Another World" (Christian Nyby, 1951 ve ikinci çevrimi "The Thing", John Carpenter, 1982) Türkiye'de gösterildiği isimle Şey'i unutmamak lazım... 


Tüm bu diğer etkiler veya etkilenmeler çağrışımlarına rağmen Prometheus, tuhaf bir biçimde kendi kimliğini buluyor. Buradaki ustalık, yönetmenin, yukarıda bahsetmeye çalıştığım gibi, Erich Von Däniken-vari New Age abartmalara kapılmadan, metafizik problemlerle ciddi biçimde ilgilenen Carl Sagan’a doğru bir dönüş yapması şeklinde açıklanabilir… 


Ayn Rand, metafizik alanı Aristo’nun tanımı ile “kendiliğinden oluş” biçiminde açıklar ki, yönetmen Scott, filminde insan ırkını, uzaylıların genetik tohumları sulara ekerek var ettiğini kabul etse bile, filmin başarılı kadın kahramanı Elizabeth Shaw'a (Noomi Rapace) şu sözleri söyletir: “Bizi uzaylılar yaptı tamam ama onları kim yaptı?” Bu durumda denklem şöyle devam eder: İnsanı uzaylı yarattı, uzaylıyı kim yarattı, x yarattı; x’i kim yarattı, w yarattı, onu kim yarattı! (…) Elbette mantık da, matematik de böyle bir gidişi doğru bulmaz. Bu noktadan sonra insan şu iki yargıya varır: Bir: Tanrı ezelden beri vardır ve tüm âlemi o yaratmıştır! İki: Varlık kendi kendini yarattı…

Prometheus’un yönetmeni Ridley Scott burada tıpkı hikayesini Carl Sagan’ın yazdığı Contact filmindeki gibi, iki ihtimalin ortasında durarak filmin hikâyesinde baştan beri var olan inanç ve inançsızlık arasındaki dengeyi korur: Elizabeth; “Özür dilerim baba” veya “Çok üzgünüm baba!” sözlerini tekrarlayarak imanından şüpheye düşer ama buna rağmen bir android olan David’in çıkarttığı annesinden kalan haçı yeniden boynuna geçirerek uzayın derinliklerine, kendilerini var eden uzaylıların geldiği yere doğru ilk sebebi aramaya gider. Üstelik android (yapay zekâlı ruhsuz insan/ programlanmış insanımsı makine) David’in, “Neden hala ısrar ediyorsun ve onların geldiği yere gidiyorsun, anlayamıyorum?” sorusuna da Elizabeth, “İşte bu bizi insan yapan şey” gibi bir cevap vererek bu dengeyi pekiştirir. 

Evet! Gerçekten insan nedir? Neden var ve varlığı(nı) idrak ediyor? Bu evrendeki görevi nedir? Bir gün bütün bilmediği soruların cevabını kesin olarak bulabilecek midir? Elbette Yunus Emre’nin, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” dizeleriyle ifade ettiği bir kültürden geldiğimiz için ne Erich Von Däniken, ne Carl Sagan ve ne de Ridley Scott gibi varlığımızın niceliği ve niteliğini uzayda veya evrenin derinliklerinde değil, “Bir ben vardır bende, benden içeri” sehl-i mümteni söyleyişiyle anlıyoruz… 

Biliyoruz ki; gerçek basit, dolaysız ve ezelden bildiğimiz şeydir! Ve biliyoruz ki, bilim bize gerçeğin sadece kabuğunu verir. Gerçeğin özü bizatihi bizleriz…


Ve işte bu bağlamda Hz. Ali şiiri:


"Derman sende, fakat senin haberin yok; 
derdin senden fakat sen görmüyorsun.
Kendini küçük bir beden sanıyorsun; 
oysa ki koskoca âlem, dürülmüş içinde senin.
Öylesine apaçık, apaydın bir kitapsın ki, 
gizli şeyler, onun harfleriyle meydana çıkmada.
Dışarıya bir ihtiyacın yok senin; gönlünde yazılmış yazılar, 
her şeyden haber verir sana."


(Abdülbaki Gölpınarlı: İmam Ali Buyruğu; Nehc'ül-Belaga ve Divan'dan Seçmeler; Ankara - Emek basım yayım evi, s. 240 - 249


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder