26 Nisan 2012 Perşembe

Antonio Banderas'lı Kara Altın: Arap Baharı’nın “Cemaziyelevvel”ini Anlatıyor!

Gülün Adı ve Tibet’te Yedi Yıl filmlerinin yönetmeni Jean Jacques Annaud bu sefer 20. ve 21. yüzyılın “kritik hammaddesi” petrolü ve Arapları anlatıyor… Hikâye çok tanıdık olduğu için bir an, “Bu senaryoda neden Osmanlı yok?” gibi anokronik bir soru akla getiriyor... Çünkü II. Abdülhamit Han’a rağmen “Büyük Oyun”u kazanan Batı Emperyalizmi, Lawrence gibi tüm dünyanın tanıdığı simalar vasıtasıyla Arap kabilelerini Selefi bir din anlayışı ve ortak menfaat etrafında birleştirmişti… Çünkü Araplar, petrol için birbirleriyle mevzi muharebeler yaparken asıl “harp”, Osmanlı Devleti ile Batı Emperyalizmi arasında cereyan ediyordu. Bu görmezden gelme yaklaşımını bir yana koyup filme dönersek bile söylenecek çok şey var: Yer altında gizlenen hazineden habersiz, çorak topraklar için savaşan iki kabile reisinin kişilikleri ve dünya algıları, reis çocukları arasında yaşanacak aşk, düşmanlık ve cinayetler, “sadakatleri kumlar kadar kaypak Arap kabileleri”nin yâlellileri arasında ustalıkla perdeye yansıtılıyor.

Kara Altın, Hans Ruesch’un “South of the Heart”  adlı kitabından uyarlama: Annaud'nun, Osmanlı'nın tarihe karışmasından bir çeyrek yüzyıl sonrasını anlatan  filmi ise özetle şöyle... 

Çölde iki rakip kabile savaşır. Zafer kazanan Hobeika Emiri Nesib’in (Antonio Banderas) dayattığı şartları, rakibi Salmaah Sultanı Amar (Mark Strong) kabul eder. Nesib, Sarı Kuşak adı verilen çöl üzerinde hak iddia etmeyecek, buna karşılık Amar, iki oğlunu rehin olarak verecektir. Amar’ın oğulları Salih (Akin Gazi) ve Auda (Tahar Rahim) iki genç adam olur. Savaşçı Salih, esaretten kaçarak baba evine dönmek istemekte buna karşılık Auda kendini kitaplara ve Nesib’in kızı Leyla’ya (Leyla Mecnun hikâyesine gönderme) adamış görünmektedir...

Hayat çölde binlerce yıl öncesinde olduğu gibi akıp giderken bir zamanlar Avrupa’dan Amerika’ya göçerek Kızılderililerin hayatını sonsuza kadar değiştiren Beyaz Adam bu sefer Amerikalı olarak Arabistan çöllerine ayak basar! Beyaz Adam çölün altında milyonlarca varil petrol olduğu bilgisiyle, bir gelenekçi, hayat, insan ve aşkın maddi değerlerle ölçülemeyeceğine inanmış; bir erkeğin başına gelebilecek en iyi şeyin aşk olduğunu fark etmiş ve gerçek anlamda dindar olan Salmaah Sultanı Amar’ı ziyaret eder. Arapları sonsuza kadar kirletecek ve değiştirecek olduğuna inandığı petrolden ve kâfir diye nitelediği Batılılardan hazzetmeyen Amar, teklifi geri çevirir… 

Beyaz Adam daha sonra rakibi Nesib’i ziyaret eder. Görünüşte İslam’ın tüm şartlarını yerine getiren ama ahlaki özünü hiç anlamamış ve asla anlayamayacak olan Nesib, Batı’dan 100 yıl geri kaldıklarını ve bu mesafeyi kapatmaları gerektiğini de vurgulayarak işbirliği yapar. Çöl petrol kuyularıyla yırtılır, Kara Altın yeryüzüne çıkartılır, Nesib zenginleşmeye, güçlenmeye, silahlanmaya başlar.

Petrol çıkartılan bölge, Amar ve Nesib’in tarafsızlaştırdıkları Sarı Kuşak’tır. Nesib bu yüzden rakibine bir barış heyeti gönderir ancak Amar dini ve ahlaki gerekçelerle reddeder. Nesib tarafından 15 yıl boyunca rehin tutulan oğullarından Salih kaçmaya çalışırken yakalanır ve katledilir. Bu emanete hıyanet ve tabii savaş ilanı demektir. Nesib, durumu kurtarmak için kızı Prenses Leyla (Freida Pinto) ile Amar’ın küçük oğlu Auda’yı evlendirir. Onu babasına elçi olarak gönderir. 

Auda, İslam’ın Asr-ı Sadet’te yaşandığı gibi yaşanmasını şart koşan ve her yeniliği bid'at sayan gelenekten uzakta, her tür bilgiye açık bir kütüphanede yetiştiği için babası Amar ve çevresindeki dünyadan habersiz kabile önderleri ile sert tartışmalara girer. Bu tartışma Batı Uygarlığı karşısında yenilen bütün diğer Müslümanların  hemen hemen her hanesinde, okulunda, kütüphanesinde, bürokrasisinde yapılan tartışmaların aynıdır. Ki bu tartışmalar, günümüzde sıkça kullanılan "Medniyetler Çatışması" kavramını mucidi Arnold Toynbee’nin "Zealot ve Herodian kıskacı" dediği durumu işaret etmektedir. 

Çağını, “İslam akla büyük önem verir. Bu özellik garbı (batıyı) anlamada kolaylık sağlar. İslam özgür irade dinidir.diyen Cemaleddin Efgani ile öğrencisi Muhammed Abdu ve “Alalım Garb’ın ilmini alalım sanatını / Sonra verelim mesaiye son hızını diyen Mehmet Akif gibi algılayan Auda, sonunda babasının güvenini kazanır… Amar’ın “Petrol kuyuları ve batılı, Sarı Kuşağa yerleştiğinde artık başkalarına dönüşeceğiz” sözlerine rağmen, Araplar için petrolün desteklediği yeni bir gelecek inşa etme savaşına girişir...

Destansı, egzotik ve buna rağmen geçekle bağını (Suud ailesinin Arabistan'ı kurması) inkar etmeyen bu filmi tabii ki hayranlıkla değil, dikkatle seyrettim. Jean Jack Annaud, ayrıntılarda çok titiz davranmış: Arapların İslamiyet algısı ve yaşama şeklinin bir kere bile yanlış aktarılmaması için azami çaba sarf etmiş. Üstelik, abdest alma, teyemmüm, evlilik ritüeli, bir kadının boşanmasını isteyen babasına "Hayır!" diyebileceğinin vurgulanması, ölmek üzere olan pozitivist bir Müslüman’a İslamın telkin biçimi gibi çok önemli dini ayrıntıların altı çizilmiş. 

Hobeika Emiri Nesib’i canlandıran Antonio Banderas ve Salmaah Sultanı Amar’ı canlandıran Mark Strong’un pek az denenmiş bu iki karakteri çoğu oyuncuyu kıskandıracak kadar iyi oynadıklarını vurgulamalıyım. Mesela Ömer Şerif [Lawrence of Arabia'da (1962) Şerif Ali]  eğer filmi izlerse bilhassa gelenekçi kabile reisi Amar'ı oynayan Mark Strong'un oyunculuğunu kıskanacaktır... Antonio Banderas'ın bir Arap kabile reisinden çok Shakespeare'in oyunlarındaki (Arapların kuzeni) Yahudi tipleri andıran bir performans sergilemesi de çok konuşulabilir...

Aksiyonu, İslamiyete ve İslam kültürüne, edebiyatına göndermeleri, kum deryasının kavurucu yoksulluğunda kara çarşaflar içinden taze bir tomurcuk gibi çıkan kadınların göz alıcılığını, çöl ve susuzluğun ne demek olduğunu vurgulayan sahneleri (Arapların neden deve sidiğini mekruh saydıklarını filmin bazı sahnelerini görünce anladım) ve birkaç finaliyle Kara Altın'ın Türk seyircilerin hoşuna gideceğini söyleyebilirim… 
***
Cemaziyelevvelini bilmek:  Hicri takvime göre Kameri aylardan birinin adı olan Cemaziyülevvel’in halk arasındaki deyimleşmiş kullanımıdır. Bir kişinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklarını dile getirmek demektir.
Bir de hikâyesi vardır...
Osmanlılar arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Şimdiki gibi dosyalama düzeninin olmadığı o dönemde devlet dairelerinde bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken belgeler bir torbaya doldurarak korunurdu.
Arşive kaldırılan belgelerin birbirine karışmamasının ve arandığı zaman kolay bulunabilmesinin sağlanması için torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın adı yazılır, bundan sonra torbalar mahzene indirilip, orada sıraya konulurdu.
Yıllardan birinde cemaziyülevvel ayına ait belgelerin bir sandığa konulup, sandığın kapağı mühürlenerek belgelerin başka bir yere götürülmesi gerekmiş. Arşivde görevli dar gelirli bir memur, istenilen belgeyi sandığa boşalttıktan sonra boş torbayı alıp evine götürmüş. Bir süre sonra da yoksulluk nedeniyle bu torbadan kendine bir iç çamaşırı diktirmiş, onu giymeye başlamış.
Torbanın üzerindeki saf bezir işi mürekkep, çamaşırın birkaç kez yıkanmasına rağmen çıkmamış ve torbanın üzerindeki cemaziyülevvel yazısı, iç çamaşırın arka bölümünde olduğu gibi kalmış. Bir gün işyerindeki öteki memur arkadaşları, onun iç çamaşırının arka bölümündeki bu cemaziyülevvel yazısını görmüşler ama nezaketen belli etmemişler.
Bu dar gelirli memur, ilerideki yıllarda işinde daha yüksek makamlara yükselmiş. Artık kadife astarlı samur kürkler, mücevher işlemeli kaftanlar giyer olmuş. Eski arkadaşlarını küçümsemeye başlamış. Bir gün adamın geçmişini bilmeyen biri, onun başarılarından söz edilirken, eski arkadaşları hemen söze karışmış ve "Siz onun bugünkü durumuna bakmayın biz onun cemâziyelevvelini biliriz." Demişler. 
( http://www.uludagsozluk.com/k/cemaziyelevvel ) dan düzenleyerek...
***
Suudi Arabistan tarihi
Arap Yarımadasının büyük bölümünde binlerce yıl boyunca göçebe kabile yaşamı sürdürüldü. Hz. Muhammed'in 571'de Mekke'de doğması, dünya tarihinde yeni bir çağ başlattı. Arabistan'ın önemini artırd. Emevi sülalesinin, Şam'ı başkent yapmasıyla, İslâm dünyasının ağırlık merkezi Suriye'ye kaydı (692). Arap Yarımadası 16. yüzyıldan I. Dünya Savaşı'na kadar, Osmanlı yönetiminde kaldı. 1730'larda ortaya çıkan Vehhabi hareketi 1745'te Suud ailesi tarafından benimsendi.
1902'de Kuveyt'te sürgünde bulunan Abdülaziz bin Suud, Riyad'a dönerek yeniden siyasal birlik arayışlarına başlar. Aynı yıllarda Osmanlı devleti bu fiili durum karşisında bir çözüm olarak Abdülaziz'in babası Abdurrahman'ı Riyad kaymakamı olarak tayin eder. Balkan savaşının sürdüğü sıralarda Osmanlı askerlerinin bölgede azaltılmasını fırsat bilen Necit emîri ve vahhabi imamı olan [Abdülaziz b Suud], idari merkez olan Hasa/Ahsa'yı ele geçirir (1913).
1921-1926 arasında Ha'il, Mekke, Cidde ve Asir'i ele geçirerek topraklarını genişletti ve 1926'da Hicaz kralı, 1932'de Suudi Arabistan kralı ilan edildi. Aynı yıl Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devlet Türkiye Cumhuriyeti, ilk kutlama mesajını çeken kişi de Gazi Mustafa Kemal oldu.
1936'da ilk petrol yatağının bulunduğu, ama II. Dünya Savaşı'na kadar ciddi bir kuyu açma çalışması yapılmayan ülkede, Abdülaziz El Suud'un ölümünden (1953) sonra, yerine geçen oğlu Suud bin Abdül Aziz, 1964'te Suudi aile meclisinin kararıyla tahttan indirildi ve yerine kardeşi Faysal bin Abdül Aziz geçirildi (2 Kasım 1964).
Ülkeyi modernleştirme girişimlerine başlayan Faysal bin Abdül Aziz'in 1975'te yeğenlerinden biri tarafından öldürülmesinden sonra, yerine geçen kardeşi Halid bin Abdül Aziz, 1979 Mısır-İsrail Barış Antlaşması'na şiddetle karşı çıkmakla birlikte, Arap-İsrail anlaşmazlığında ılımlı bir siyaset izledi, Halid bin Abdül Aziz'in 1982'de ölmesiyle yerine Fahd bin Abdül Aziz geçti.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Suudi_Arabistan
***
Bid'ad: Hz. Muhammed'in vefatından sonra ortaya çıkan maddi ve manevi her yenilik, fikir vb. için kullanılan kelimedir.
***
Mekruh: İslamiyete göre hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder