30 Eylül 2011 Cuma

Nuri Bilge Ceylan ile Bir Zamanlar "Tanrıların Vatanı" Anadolu'da

Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Türk sinema sektörü temsilcileri, filmi, Türkiye’nin Oscar adayı olarak Hollywood’a gönderdi. Medya, ta başından beri arkasında durdu. Seyirci ilgisi yapımcının gişede yüzünü güldüreceğe benziyor. Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği Bir Zamanlar Anadoluda filmi, sinema gündemimizi aşağı yukarı bir yıldan beri meşgul ediyor. Mart 2012’ye kadar konuşulacağa benzeyen film hakkında düşündüklerim...


Üniversitede, Tanrıların Vatanı Anadolu (C. W. Ceram) kitabını okurken içimi bürüyen “derin kasvet” beni bir kere daha yakaladı. Bu sefer kasvet, dayanılmaz hale gelmişti. Üstelik İstanbul’un göbeğinde bir sinema salonunda.

1900’lü yılların başında Türkiye’ye gelen oryantalist arkeologların dilinden Anadolu insanının duruşunu, oturuşunu, yemek yeme adabını, ibrikten dökülen su ile el yıkama sını her ayrıntısına kadar anlatan yazar C. W. Ceram, karanlık bir atmosfer çizer. İnsanların gözleri oyulmuş gibi duran evleri önünde, içleri boşaltılmış gibi sessizce ayakta durduğunu veya bir yere çömelip kaldığını, hiçbir merak ve heyecan duymadan Oryantalist kaşiflere kederli, kasvetli duruş ve yüzle baktıklarını anlatır… “Bu insanların içinde hiç mi ışık yok?” diye bağırmak istersiniz daralan ve patlayacak gibi olan göğüs kafesinizden dışarı boşalttığınız bir nefesle… İmparatorluğun asker deposu insanlarımızı düşünerek...

“Gerçekten hiç mi ışıltılı bir şey yoktur?”

Yazar bu insanların vergiler ve diğer mükellefiyetler altında ezildiğini, askere giden oğullarını, ağabeylerini, komşularını uzun yıllar boyunca beklemekten bitap düşüp artık ümitleri kesildiği için neredeyse birer keder ve kasvet zombisine dönüştüğünü bilir ama görmezden gelir, çünkü onun işi bu milleti içine düştüğü kasvet çukurunda tasvir etmektir. Çünkü onun parlatmak istediği şeyler sadece Oryantalist bilim adamlarının Osmanlı emniyetine rağmen Batı’ya kaçırdıkları arkeolojik hazinelerdir… Bu hırsızlıkları birer fetihmiş gibi göstermek değilse bile bir tür aklamadan geçirmektir…

Batılı’nın algısındaki ışıltı ise şöyledir: Yemek zamanı sofraya gelen nefis hamur tatlılarını ve 15. Yüzyıldan kalma üzerinde Kufi hat ile Kuran’dan ayetler hakkedilmiş mücevher değerindeki siniyi bir “ışıltı” olarak tasvir eder. Çünkü yiyecek ve maddi değeri çok yüksek “sanat eseri sini!”dünya nimetleri peşinde koşan Batılı’nın pragmatik algısı ile hemen fark edebileceği kadar hayatın şimdisine dairdir...

Filmdeki Muhtar’ın evinde de tıpkı C. W. Ceram’ın anlattığı gibi bir yer sofrası kurulur ama artık Türkiye’de elektrik olduğu ve el yıkamak için ibrik yerine “asri su” ve sabun kullanıldığı için kitaptakilerin aynı yaşanmaz! Köyde elektrikler kesildiğinde ışıltı ümidimiz tamamen yok olur ama işte idare lambası eşliğinde elinde bir çay tepsisi olan muhtarın kızı her şeyi değiştirir! Filmin kahramanları; savcı, komiser, polis memuru, jandarmalar, adli tabip, katil ve erketesi ile “erkek” olan, yol yorgunu, kirli, terli, ayakları muhtemelen feci şekilde kokan bu topluluk, genç kızın çay vermek için her birine tepsiyi uzatışında, çay ikram edişi sırasında yüzünü görür görmez donup kalırlar. Zombiler gider onların yerini içleri yaşamla dolu bir tek erkek alır: katil! Bu erkek ise ümitsizlik ve pişmanlıkla yaralıdır...

Bir Zamanlar Anadoluda filmi sadece bu sahne için çekilmiş olabilir mi? Bilmem!
Gündelik hayatında, oyuncularına benzer bir biçimde sanki sadece kendinin fark edebildiği çok kasvetli şeyler görüyormuş gibi uzaklara derin bir kederle bakan Nuri Bilge Ceylan’ın bu filmi neden yaptığını bir röportajcı sorsa da öğrensek…

Tanrıların Vatanı Anadolu kitabını muhtemelen okumamış olan ama milli kültür yerine Batı kültürünü içselleştirerek yetişmiş yeni sinemamızın yönetmenlerin algısı ile  Oryantalist algı, Anadolu toprağını ve Anadolu insanını tasvir ve tekdir konusunda örtüşüveriyor!

Bu durum filmin tanıtım teksti olarak gönderilen kasvetli üç beş satırdan ibaret metinde de kendini belli eder.

“Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her tepenin ardında yeni ve farklı bir şey çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar...”

Metin doğrudan Han Duvarları’nın şu dizelerini hatırlatıyor...

“Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, / Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar”... “Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, / Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!”

Ve son söz olarak diyorum ki, “yeni ve farklı bir şey” her zaman çıkar. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hikâyesi gibi! Yeter ki Türkiye’ye bakarken, festivallerin karanlık salonlarında tasarladığınız, hayallerinizde oluşturduğunuz, “analoji yoluyla yarattığınız Türkiye” ve oryantalist gözlükleri fırlatıp atın!

Bu yazı 30.09.2011 tarihinde TGC Bizim Gazete'de yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder