29 Temmuz 2010 Perşembe

İSTANBUL BİR GEZEGENDİ

Geçmişte kalan İstanbul'a ağlamayı bir yana bırakarak kalan mirası kurtarmak için bir mücadele başlatan, ilklere imza atan bir öncüydü. Tarihî mekanları ilk defa halkın faydalanabilmesi için restore ettirip halka açan oydu."İstanbul şövalyesi, İstanbul aşığı ve İstanbul sevdalısı" gibi sevenleri tarafından takılan birçok lakabı vardı. Onu, 1986 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı olarak tanıdım. Tercüman Kültür Sanat Servisi muhabiri olarak görev yapıyordum. O günden bu güne kadar bir çok sohbetlerimiz oldu. Bu defa son konuşmayı yapacağımızı katiyen düşünmemiştim. Hatta Çelik Bey'den "Bir tema etrafından periyodik sohbetler yapma" sözü bile almıştım.





Fakat her fani gibi işte o da ebedî hayata intikal etti. Geride yaptıkları ile açtığı çığır kalacak. Çünkü o gerçekçi bir insandı. Çünkü sözde muhafazakârlar gibi sadece ah-vah etmedi... Yılmaz bir Atatürkçü ve Cumhuriyetçi olmasına rağmen bir takım 'aşırı devrimciler' gibi Osmanlı mirasını ret veya tahrip etmedi; tam tersine derin bir tarih perspektifine sahip modern bir Türk olarak İstanbul'a sahip çıkmayı bildi. Bazı uyanık tüccarlar yalı, köşk ve saraylardan arta kalan nadide eserleri satıp savarken o tam tersi bir zihniyetle bu eserleri yerinde tutabilecek bir ticari işletmeler kurma mantığı güttü.

İşte o son röportajdan bir bölümü:

-Sayın Gülersoy üç yaşında geldiğiniz İstanbul'un en güzel zamanlarını idrak edip yaşadınız. Bugünkü İstanbul ile çocukluğunuzun İstanbul'u arasında bir mukayese yapar mısınız?
"Aradaki fark o kadar fazla ki. Başka bir semt değil, başka bir şehir değil, başka bir ülke değil, eski İstanbul bir başka gezegendi desem olur mu!.."

-Bu gezegeni ne zaman algılamaya başladınız?
"İstanbul'a gelişimizden bir yıl sonra. Daha önce Kariye'de oturmuşuz ama hatırlamıyorum. Amcamın Sultan Selim'deki konağının imajı aklımda kaldı. İlk resim bu. Karşısında meşhur Hafız Sami oturuyor. Amcam da hafız. Hukukçu, tarih bilgini ama teberrüken, sevabına o da Kur'an okuyor, ezan okuyor. Bir de balkonu vardı, Haliç'i görürdü."
İstanbul bambaşkaydı. Her taraf yemyeşildi, amcamın konağı da Hafız Sami'nin konağı da bostanlar arasındaydı. Amcam bahçesinde siyah gül yetiştirmekle övünürdü. Böyle bir çerçeve, böyle bir resim, doğal, sakin, huzurlu ve asude. Tarihten gelen hoşgörülü bir İslâm'ı yaşarlardı. Asla yobaz değillerdi. Onlar İstanbul muhafazakârlıydı. Babamın babası Ünye müftüsü ve kadısıymış. Bütün sülale müftü ve kadı. Künyedeki adımız müftizade. Amcalarımın sesleri çok güzeldi. Sultanahmet Camii'ne belirli günlerde, gelecekleri önceden duyurularak gider teberrüken ezan okurlardı. Onları dinlemeye insanlar gelirlerdi. İbadet düzenindeki doğallığa bakın. Hoparlör falan yok."

-İstanbul'un zevkine ne zaman varmaya başladınız?
"Bir dönem annemle baş başa kaldık. Mahzun bir hayatımız oldu. Gözyaşı, keder, elem. Fakat 1939'da evlenen ablamın kocası eğlenceyi seven bir insandı. O, bizi o gamdan çekip çıkardı. Ve İstanbul'un tadını almaya başladım. Kışın tiyatrolara gittik. Beyoğlu'nun sanat hayatına girdik. Gezmeyi sevdiği için Boğaz'a Adalar'a, plajlara gittik. İstanbul o zaman sakin ve zevkle gezilen bir yerdi...."

-Eski İstanbul'a dair hatırladığınız başka neler var?
"Beşiktaş Çarşısı'nı hatırlıyorum. Buraları Yıldız Sarayı'nın yapılmasından sonra mamur hale gelmiştir. Çünkü hanedan nerede oturuyorsa orası mamur hale gelişmiştir. Topkapı Sarayı'nda otururken tarihi yarımada, Yıldız Sarayı'nda otururken de Beşiktaş ve civarı.
Meselâ Teşvikiye semti; adı üstünde. Cami yaptırılmış, karakol yaptırılmış yani insanların burada oturulması "teşvik" edilmiş. Abdülhamit Yıldız'a geçince Serencebey ve Yıldız semtleri parlamış. Benim çocukluğumda oturduğum mahallenin adı Yenimahalle'ydi. Cumhuriyetle o düzen çökmüştü. Ricali devletin kimisi sürülmüş, kimisi imtiyazlarını kaybetmiş, fakat fiziki çerçeve duruyordu. İçi boşalmıştı ama büyük bahçeler, büyük konaklar, saraylar duruyordu. Seraskerin Sarayı benim çocukluğumun geçtiği bahçenin karşısındaydı. O çerçeve duruyordu. Şimdi yok! Beşiktaş bugünkü Yıldız Teknik Üniversitesi'ne gelince bitiyordu."

İLK GECKONDU MAHALLESİ VE YEŞİL EV
-İlk gecekondu nasıl ve nerede yapıldı?
 "Türkiye kabuğunu kırmaya başladı dış ilişkiler gelişti. Amerika'yla ilişkiler ilerledikçe çeşitli yardımlar gelmeye başladı. Bir takım sandıklar da gelmişti. Şimdiki turuncu deprem sandığı gibi; o boyda bir sandık. Bundan bir tane getirildi, Yıldız'ın dış kısmına çayırlık alana kuruldu. Üstünde de tokalaşan iki elin resmi vardı. Bir adam o kutunun içinden tuğla ördü, uyduruk bir şey yaptı. Sonra kutuyu kaldırdı ortaya bir şey çıktı ama halk ona ne diyeceğini bilemedi. Eve benzemiyordu ki. Herkes birbirine orada bir şeyler yapılıyor gidin görün diyordu. Ev dediğimiz kavramın dışına çıkılmıştı. Kulübe bile değildi. İşte benim bildiğim ilk gecekondu budur."

 -İlk gecekondu mahallesi?
"Fahrettin Kerim Gökay zamanında Bulgaristan'dan göçmenler geldiğinde, o üretici insanları tüketici yaptılar. Götürdüler, Taşlıtarla denilen yere yerleştirdiler. Haliç'in üzerinde, bugünkü Gaziosmanpaşa semtinin ilk nüvesi... O kadar da alelacele binalar yaptılar ki, bir tekme vuruyordunuz bahçe duvarı yıkılıyordu. Çünkü müteahhit çimentoya toprak katıyordu. İstanbul'un ilk gecekondu mahallesi de Taşlıtarla'da kurulan mahalledir."

-Yeşil Ev'in adı da tartışılmıştı...
"Bizim yaptığımız restorasyon çalışmaları hayranlık yanında kıskançlıklara da yol açtı. Yeşil Ev'i yaptıktan sonra birileri dönemin İstanbul Valisi değerli dostum Nevzat Ayaz Bey'e İstanbul'da hiç yeşil boya kullanılmadığını söylemiş. Ben de kendisine, 'Olur mu Nevzat Bey, şarkısı var: Yanıyor mu Yeşil Köşk'ün lambası yar diye' dedim. Nevzat Bey ikna oldu. Ama bazıları asla ikna olmadı."

DOĞU GİTTİ, BATI GELMEDİ
-Türkiye'nin ve insanımızın dramı nereden kaynaklanıyor?
"Türkiye'deki asıl dram toplumun bileşiminin değişmesi. Sadece Türkiye'de değil, Batı'nın etkisiyle bütün Doğu dünyası son yüzyılda içten içe değişti. Ancak bu değişim tamamlanmadı. Doğu medeniyeti ve kültürü yavaş gerileyerek kaybolurken Batı da tam manasıyla gelmedi. Batı'nın gelişi tabii ki kolay değil. Rönesans'tan geçen yüzyıla kadarki süreç çok uzun bir zamandır. Peki Doğu neydi? Genel çizgileriyle Doğu, hatırdı, gönüldü, yardımseverlikti, sofrasını paylaşmaktı, özveriydi. Afganistan'daki insan da böyleydi, Niğde'deki insan da böyleydi. Gece kapısını çaldığınızda sizi Tanrı misafiri olarak kabul ediyordu. Sofrasını açıyor, mümkün olduğunca bir yatak açıyordu.
Batı'da bunlar yok. Ama Batı'da da kurallar var, kurumlar var. Nereye ne yapacaksınız, hangi ölçüde yapacaksınız, hangi şartlarda yapacaksınız, bunlar kurallara bağlı. Şimdi size fiziksel bir örnek vereyim. Alman Melling, Cihangir semtinin resmini çizmiş. Orası bir yamaçtır, yapıları da o devirde ahşaptır. O resimde hiçbir ev arkadakinin manzarasını kapatmaz. Bu binaların böyle yapılacağını emreden hiçbir kanun, kural yok. Belediye yok. Ama evler birbirinin manzarasını kesmez. İşte Doğu bu. Ama Batı'nın belediyesi var 1200'lerden beri. Kuralları var. Sıkıysa başka türlü yapsın. Evet... Osmanlı gitti, Batılı gelmedi."

TARİHİ HALKA AÇTI
-Tarihi binaları insanların kullanımına açma fikri nasıl doğdu?
"1961'den itibaren Avrupa gezilerine başladım. O zaman avukattım, hukukçuydum, kendi cebimden geziler yaptım. Oradaki dünyayı gördüm, aklım başımdan gitti. Tabiatla uyumlu yapı biçimlenmeleri nasıl olur, onlara sanat nasıl katılır gördüm ve hayran kaldım, aşık oldum. İstanbul'a döndüğümde, hayâl kırıklığına uğruyordum. 1960'lı ve 70'li yıllar İstanbul'un yağma dönemidir. Köşkler sökülüyor, yalılar sökülüyor, inanmazsınız onların antika eşyaları Üsküdar bit pazarına ve Galata Kulesi'nin altındaki bit pazarına yağıyordu. Batı ise tüm dengeleri ve geçmişini muhafaza ediyordu. Nüfus dengesi yerindeydi. Biz 15 milyondan 45-50 milyonlara çıkmıştık. Bunları görüyordum. Artan nüfusumuz her şeyi kemiriyordu. Ekonomiyi kemiriyor, tarihi kemiriyor, sanatı kemiriyordu. Bunu görüyordum.

İLK ESERİ MALTA KÖŞKÜ
"Bu çelişki ruhumda fırtınalar doğurdu. "Neden onlar böyle, biz böyleyiz?" diye soruyordum. 1971'de bir para kaynağı buldum. Bunu icat etme şerefi bana aittir. Yurtdışında oturan Türkler'in gelişlerinde arabalar için bir prim vermeleri... Oradan gelen parayla bir takım tarihi eserleri kurtarmaya, halka kazandırmaya çalıştım. İlk eserimiz Yıldız Parkı'ndaki Malta Köşkü'dür. O bir ilktir ve sosyolojik bir anlamı var. Tarihi binalar daha evvel de onarılmıştı ama hep resmî amaçla; hastane, kışla, okul yapmak için. Halkın rekreasyon ihtiyacı için, kültür ihtiyacı için günlük kullanımı için bu şekilde açılması olayı ilk defa Malta Köşkü'yle başladı. Türkiye'de de ilk, İstanbul'da da ilktir. Hem tarihi eseri görüp, hem de bir köşesinde oturup dinlenirken bir dilim pasta yemek, bir yudum kahve içmek suretiyle rahatlamak, o atmosferi teneffüs etmek... Benim Türkiye'ye kazandırdığım bir tarzdır.
Bunun üstüne ikinci bir ilke daha imza attım. Tarihî binalar onarılırdı ama o günkü eşya ile döşenirdi. Ben ilk defa bina hangi döneme aitse o dönemin eşyasıyla döşeme devrini başlattım. Daha sonra moda oldu. Hatta antika toplamak bile bundan sonra moda oldu. Daha önce antikanın müşterisi yoktu.

ccokyigit@tercumangazete.com
Coşkun Çokyiğit: “İstanbul Bir Gezegendi”. Dünden Bugüne Tercüman, 11.07.2003, 17.sf.

http://www.gulersoy.net/index.php?cmd=ViewNews&nid=50

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder