SAYFALAR

17 Ocak 2010 Pazar

Sherlock Holmes'taki gizemleri Mason olsaydım bile açıklamazdım!



İngilizlerin her devirde iş yapan "kültür sanat karakterlerinden" Sherlock Holmes 2010 yılında seyrettiğim ilk iyi aksiyon filmli! Daha seninin başında olduğumuza göre bunun yanına pek çokları eklenebilir... Dünyanın ilk açılır kapanır köprüsü London Tower Bridge'ın Times nehrine kurulduğu yıllarda geçen öyküde, iki önemli akış var.

Bir tıpkı nehrin yüzey suları gibi akıp giden gündelik polisiye olaylar, diğeri yine dip akıntısı gibi, alttan alta akanlar... Filmde o dönemde İngiltere'de çok güçlü olan Masonluğa ilişkin göndermeler var. Bunların tümünü çözümleyebildiğimi ve sizlerle paylaşacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü Mason değilim ve bu gizemli işaretlerin çoğunun ne olduğunu bilmem. Üstelik eğer Mason olsaydım zaten açıklamazdım!

Önce biraz hikâyeden söz edelim:
Son Sherlock Holmes filmi, İngiltere’nin popüler “gizemci romanlardan” etkilenmiş hikâyesi ile karşımızda. Çünkü Londra üzerinde bu sefer adeta kara büyücülerin yarattığı fırtına bulutları dolaşıyor. Buna karşılık Holmes, aklın yolundan sapmayarak suçun tam kalbine inmeyi hedefliyor.

Daha filmin başında bir dizi "ayin" özelliği taşıyan cinayetlerin sonuncusunu bertaraf etmek için zamanla yarışan Holmes (Robert Downey Jr.) ile Watson (Jude Law), tam vaktinde yetişip kurbanı kurtarıyor ve Şeytanî katilin ipliğini pazara çıkartıyorlar.


Holmes, suçluları bulmak için nasıl “gösterge”lerden hareket ediyorsa kötüleri bertaraf ederken de aynı biçimde “gösterge"lerden yola çıkıyor. Dövüş anında kendi kendiyle konuşuyor: "Karaciğere bir yumruk çünkü alkolik, sol dize bir darbe çünkü sekiyor...” Dövüş Kulübü (Fight Club-1999) filminin kavga sahneleri benzeri, bir dizi ağır çekim (slow motion) yumruk, dirsek, tekme, kafa darbelerinin ardından aynı sahnenin normal zamanlamalı çekimini izliyoruz. Yönetmen böylece seyirci üzerinde iki defa etki yaratıyor. Kendi yorumu Holmes karakterinin daha ilk sahnede iki özelliğini birden seyircisine sunuyor. Biz artık biliyoruz ki, Holmes, sadece aklını kullanan bir İngiliz centilmeni (!) değil aynı zamanda en sağlam kavgacıları dövebilecek kadar iyi bir sokak serserisinden on kat daha üstün bir kavgacıdır.

İki kere tekrarlanan bu "göstergebilimsel kavga sahnesi"nden sonra İngiltere'de, o devirde, onlarcasının bulunduğunu tahmin ettiğim bir tersane dokunda yaşanan kavga sahnesi, filmin bağlamına oturmamış, aksiyon olsun diye çekilmiş göstermelik sahneydi! Üstelik bu kavganın tarafı olan dev yapılı kişi, James Bond filminden hepimizin hatırlayacağı dev yapılı gümüş dişli yarmanın bir kopyasıydı! Yani hem intihal, hem de filmin ana eksenine ters düşüş! Çok ayıp Guy Ritchie, çok ayıp!

Başa dönecek olursak. Şeytanî bir ayinde genç bir kadını kendi kendisine bıçaklatmak üzere yakalanan Lord Blackwood (Mark Strong), sözde karanlık güçlerle ilişkisi ile mahkûmları, gardiyanları dehşete düşürerek ölümün kendisine hiçbir şey yapamayacağı konusunda Holmes’a mesaj gönderiyor. Bu tür kuru gürültülere pabuç bırakmayan akılcı kahramanımız işini bitirmiş, odasına kapanmış, sağa sola kurşun atıp serkeşlik ederken o da ne? Blackwood mezarından büyülenmiş şahitler huzurunda çıkarak kaçıyor! Üstelik Watson’ın ölüm raporu vermesine rağmen. Londra Orta Çağa’da Avrupa’da sıkça yaşanan bir paniğe kapılıyor ki, değmeyin gitsin. Panikten Scotland Yard bile nasibini alıyor. Telaşa kapılmayan Holmes ise Ege’nin küçük zeytinleriyle yapacağı nefis kahvaltıyı bir bela gibi çıkıp gelen eski sevgilisi Irene Adler (Rachel McAdams) ile tartışıyor.

1890’ların fizikle metafiziğin, gerçekle gizemin, akılla gerçeküstünün at başı gittiği bir zamanda Holmes akla sımsıkı sarılarak hurafeci Lord Blackwood’u kesin yenilgiye uğratıyor, İngiltere’yi, Pozitivist akıl yürütmeyi, İngiltere Demokrasisi’ni ve Amerika’yı kurtarıyor!

Lord Blackwood’un babası ve etrafındaki güçlü insanların bir “tarikat” yöneticileri olmaları gibi, kötü çocuk Blackwood’un yeni inşa edilen London Tower Bridge’de bir zincire asılarak ölmesi doğrudan Masonik semboller, gizemler ve cezalandırma biçimlerini hatırlatıyor. Nitekim Baba III’de bir banker cebine tuğlalar konulmuş halde Londra’da aynı tarzda bir cinayete (Köprüde asılmış biçimde) kurban gitmiyor muydu?

Bütün bunları izleyicilerin kendisine bırakıyor ve şu soruyu sormadan edemiyorum: "Lord Blackwood, Amerikayı tekrar ele geçirmek ve yeni bir dünya yaratmak uğruna parlamentonun yarınısın öldürseydi, kendisini ne ilan edecekti? Kim onun bu zorbalığına boyun eğecekti? Kraliçe mi?"

Tarih okumalarımdan bildiğim kadarı ile İngiltere Kraliçesi’nin yaşadığı Buckingham Sarayı, Kraliyetin en iyi askerlerinden seçilen kocaman bir alay tarafından korunur. Yani Lord Blackwood’un Kraliçe’ye ulaşması asla mümkün değilken, senaristlerinizin, en aptal kişilerin bile böyle bir hesabı yapabileceğini neden göz önünde bulundurmadıklarını anlamak mümkün değil!


Filmi izledikten sonra Twitter’a yazdığım bir iki cümle de şöyle:
1. Kavgada bile "göstergeler"den yola çıkarak yumruk vuruyor. Sherlock Holmes bu sefer bir İngiliz centilmeni değil, obsesif bir serseri olarak yazılmış. Sanki Fight Club'dan fırlamış gibi bir hali var.

2.Holms'un müziği heyecan katmak, tempoyu arttırmak için kullanılmış ama arada Goran Bregovic çalıyor sandığım parçalar da vardı.

3.Bu Holmes'u sevsem mi sevmesem mi bir türlü karar veremedim. Obsesifliği ve sıkı yumruk vurması gerçi hoşuma gitti ama fazla dağınık buldum.

Bütün bu eleştirilerim, son Holmes'un iyi anlatılmış bir karakter, filmin kötü bir aksiyon olduğu, sizlere filmi tavsiye etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Tempolu müziği, tıkır tıkır işleyen "film zamanı", dinamik anlatımıyla  Holmes gerçekten heyecanla izleniyor. Dört üzerinden üç yıldızlı!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder