Atilla Dorsay, Gecenin kanatları eleştirisinde Serdar Akar için "Elveda Serdar Akar" demişti. Bunun üzerine Haber Türk Cumartesi ekine bir röportaj veren Serdar Akar, Atilla Dorsay için "Sinema tarihini bilmeyen cahil" manasına gelen sözler sarfetmiş. Akar, bu konuda fena halde yanılıyor, çünkü sinema tarihi konusunda Dorsay'ın, bırakın bunca yıllık müktesebatını,
-en azından- bir sözlük yazarı olarak pek çok kişiden fazla bilgisi ve görgüsü vardır...***
Dorsay, NTV'de cevaben "Gecenin Kanatları hakkında bütün sinema yazarları kötü yazdı sadece ben değil ki!" diyerek işe biz sinema yazarlarını da karıştırmış. Ki işte sadece bu sebepten meseleye müdahil oluyorum. Atilla Dorsay da yanılıyor. Çünkü Gecenin Kanatları hakkında diğer sinema yazalranının aksine kötü yazmadım. Filmi çözümlemeye çalıştım... (Keşke biraz arkadaşlarının yazılarını okusa!)
***
Ama önce bakın Dorsay ne demiş onu aktarayım.
Medya Tava: http://bit.ly/53wK66 den iktibastır.)
"Hepimiz filmi olumsuz anlamda eleştirdik. Bu Türkiye’de nadir olan bir şeydir. Çok daha kötü filmler bile biz eleştirmenlerin farklı görüşleriyle karşılaşır. Gecenin Kanatları bu açıdan talihsiz bir film oldu. Hiç kimse o filmi ufak bir biçimde de savunmadı tabii filmin birçok hatası var ama ona kıyasla o kadar daha kötü filmler var ki sanki o filme karşı biraz haksız bir konum oldu. Hele benim ‘Elveda Serdar Akar’ deyip artık onun hiç sinema yapmamasına dair yargım da itiraf ediyorum biraz aşırı olmuş olabilir. Yani hiçbir yönetmene ‘kardeşim sen çek git artık film yapma deme hakkımız yok’. Üstelik Serdar Akar benim tanıdığım sevdiğim bir insan. Ben sert tepkilere karşı şerbetliyim. Yani bu tür tepkiler yapımcılardan geldiği zaman çok bozuluyorum. Yapımcı sonuç olarak sadece bir tüccardır. O filme para koymuş bir insandır. Nitekim beni ‘Emret Komutanım’ filmi dolayısıyla yazdığım yazı sebebiyle para cezasına mahkum ettirmek için mahkemeye başvuran, bunu da beceren filmin yapımıcısıydı. Yönetmeni değildi. Yönetmenler sanatçıdır. Onlar duyarlı insanlardır. Ben yönetmenlerden gelen hiçbir tepkiye kızmıyorum. Ki benim kişiliğime onuruma bulaşmasın. Sevgili Serdar öyle bir laf ediyor ki bu arkadaş cahil, sinema tarihinden haberi yok diyor. Yani kimse kusura bakmasın ama ben de biraz kendimi öveyim. Herhalde Türkiye’de sinema tarihinden haberi olan 3-5 kişi varsa onlardan biri de benim. Yani o kadar hayatımın büyük bir bölümünü adadım ki. Sinemayı geçmişiyle, tarihiyle, bütün filmleriyle tanımaya, öğrenmeye. Serdar’ın bunu söylemeye hakkı yok. Ama dediğim gibi ben ona hoşgörüyle bakıyorum. Dönsün yine filmler yapsın, iyi şeyler yapmaya çalışsın."
***
İşte benim Gecenin kanatları ile ilgili eleştiri yazım:
"Yeni Yeşilçam ve Yaşamsevicilik!
Serdar Akar’ın yönettiği Gece’nin Kanatları benim "Yeni Yeşilçam" diyerek kavramlaştırdığım yeni bir sinema zihniyetinin ürünü. Senaryoyu yazan Mahsun Kırmızıgül bundan önce yazıp yönettiği iki filmde bu ekole dâhil olmuştu. Serdar Akar da dizilerden sonra, Kurtlar Vadisi Irak ve Gecenin Kanatları ile ekole dâhil oldu.
12 Eylül Darbesi’den sonra neredeyse tamamen ölen iki büyük sinema akımı, Yeşilçam ve Devrimci Sinema, bir müddet sonra toparlanmaya başladıysa da çok sürmedi. 19. Yüzyıldan kalan Marksizm ve tamamen kopyacılığa dayanan Yeşilçam, artık televizyon ve internetin önünde doğmuş, süt içmiş, emeklemiş yeni nesle hitap etmez oldu. İşte bu iki akım, yanlarına, depolitize televizyon çocuklarını alarak "Yeni Yeşilçam"ı yarattı.
Gecenin Kanatları kelimenin tam manasıyla "Yeni Yeşilçam" ürünü bir filmdir. Hikâyenin ekseni Alev Alatlı’nın intelijansiyaya hediye ettiği iki kavrama, "biofil, nekrofil" kavramlarının çatışmasına dayandırılarak kurulmuştur. "Yeni Yeşilçam" sineması ve sinemacılarının, Devrimci Sinema ekolünden gelip, kamerasını, beynini, öfkesini, ruhundaki tüm isyanları bu sinemaya ve "ölü sevciliğe" tapan devrimciliğe çeviren Sinan Çetin ile uzaktan yakından alakası yoktur (belki ondan etkilenmek dışında).
Prenses bir hesaplaşma filmiydi. Gecenin Kanatları ise siyasi ve toplumsal içerikli bir ticari sinema yani "Yeni Yeşilçam" örneğidir. Politik sinema gibi algılanamaz ve bu bağlamda bir eleştiriye tabi tutulamaz. Ama Prenses politik sinemamızın en önemli filmlerinden biridir. Hatta bir dönemi kapatıp, bir dönemi açmıştır. Sinan arkadaşım olduğu için kıyak geçtiğimi sananlar, www.kilimfilim.com’daki (http://bit.ly/ 6GpQLr) habere bakabilirler...
Şimdi "Yeni Yeşilçam" kavramına bir daha bakalım. Geleneksel Yeşilçam sineması bir taklit sinemasıydı ama o dönemlerde böyle bir yapılanmayı seyirciler daha en baştan ve farkına varmadan kabul etmişlerdi. Ticari sinema taklit yoluyla ülkemize hem modern yaşam biçimlerinin oluşturduğu kültür formlarını taşıdı, hem sinema tekniklerinin öğrenmesini sağladı. Daha sonra gelen nesiller içinde Devrimci Sinema Marksizm eksenli dünya görüşüne sahip yönetmenlerin filmlerini taklit etti. Ancak Devrimci Sinema, Sovyetlerin çöküşü ile tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çöktü. Televizyon döneminin başlamasıyla TV filmleri ve dizileri furyası ile yeni bir yapımcı, yönetmen ve oyuncu kuşağı yetişti ki, bu da taklitle ve intihale dayalı bir zanaat dalı olarak bugünlere kadar geldi. İşte TV’nin yetiştirdiği kuşak ile geleneksel Yeşilçam zihniyetinin birleşmesinden doğan bir sinema çıktı ortaya: "Yeni Yeşilçam". Örnek verecek olursak 2000’den sonra yapılan tüm ticari filmleri, komedi (GORA, AROG, Maskeli Beşler) romantik komedi (Aşk Geliyorum Demez), dram (Güneşi Gördüm, Beyaz Melek), macera (Kurtlar Vadisi Irak), korku (Dabbe vs.) türleri tamamen bu ekolün ürünü olarak vasıflandırılabilir. Mahsun Kırmızıgül’ün yazıp yönettiği iki film de bu sinemanın en tipik örneklerindendir.
Mahsun Kırmızıgül’ün senaryosunu sinemaya aktaran Serdar Akar, tipik bir "kavramsal sinema"(*) yönetmeni olduğu halde. Kurtlar Vadisi Irak'tan sonra bu filmde de senaryoya sadık kalarak ikinci "Yeni Yeşilçam" filmini çekmiş oldu.
Filmin senaryosundaki en büyük zaaf, Mahsun’un hiç bilmediğini sandığım 1980 öncesi Devrimci gelenek ve jargonunu kullanması. Basındaki 68 kuşağı yetiştirmesi gazetecilerin onu adeta taşa tutması da sanırım bu yüzden. Buna karşılık, bir kapıcı ve oğlunun geleneksel aile içindeki ilişkisi, evin küçük kızına duyulan sevgi... Ve toplamda “yaşam sever” bir mesaj taşıması takdir edilecek yanlarıydı…
Buna karşılık bazı oyuncu seçimleri isabetsizdi: Türkü söylerken bülbül gibi şakıyan Yavuz Bingöl’ün konuşma özürlü olduğunu kim bilebilirdi? En son Neşeli Hayat’ta harikalar yaratan Cezmi Baskın’ın atlet koçu olarak sahada görünmesi hiç inandırıcı değildi. Ancak rolüne tam oturan oyuncular da vardı: Filmin en hoşuma giden yanı Erkan Petekkaya ve Beren Saat’ın hiç ummadığım kadar iyi oyun çıkartmaları oldu. Hem Petekkaya, hem Beren Saat belli ki canlandıracakları roller için iyi gözlem yapıp çalışmışlar. Zaten Beren Saat’in oynadığı ilk filmde, Zeliha Berksoy gibi bir devin karşısında ezilmediğini yazmıştım. Beren Yeni Yeşilçam’ın belki de en önemli kadın sanatçılarından biri olacak.
------------------------------------------------------
(*) Kavramsal sinema ile ne kastettiğimi kısaca şöyle açıklayabilirim: Görsel malzeme kullanarak felsefe yapan, minimalist sinemanın imkânlarından faydalanan, bir geleneği olmayan sinema anlayışı. "
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder