29 Ekim 2009 Perşembe

Levent Semerci'nin Nefes filminin Sinematoğrafik Karakteri Yüksek

Filmi epeyce düşündükten sonra beni sarsan kanat şu oldu: Türkiye toprakları üzerinde tarihte var olmamış bir "sözde Kürdistan" kurmak isteyenlerin sivil kolları, bu emellerini pervasızca dile getirirken ana dili Türkçe olanların “vicdan” yapmalarını çok yadırgıyorum neye bağlayacağımı bilemiyorum…

Sinan Çetin’i ziyarete gittiğim bir gün iki sürprizle karşılaşmıştım. Beyoğlu Belediye Başkanı A. Misbah Demircan oradaydı. İkinci sürpriz ise gazeteci ağabeyi Yavuz Semerci ile Sinan’ı ziyarete gelen Levent Semerci idi. Yavuz Semerci’nin sinema ile ilgilenen kardeşi olduğunu bilmiyordum ama o gün orada Antalya dağlarında bir film çektiklerini öğrendim. Hatta Sinan Çetin, “Daha ne kadar film harcayacaksınız?” diye takılmıştı…




Filmi merakla bekledim. Antalya Film Festivali devam ederken 16 Ekim’de gösterime girdi. Döndükten sonra City’s Nişantaşı’ndaki bir ön gösterimin ardından filmi seyrettim. İlk izlenimim şöyleydi: Nefes İngilizce çekilseydi, Türk bayrağını olmasaydı, pek çok kimse bir Amerikan filmi olduğunu sanırdı… Bunda filmin sinematoğarfik standardının çok yüksek oluşu kadar, Türk askerinin tıpkı Amerikan askeri gibi giydirilmesi ve onlardan satın aldığımız silahları kullanmamızın yani şeklen Türk askeri ile Amerikan askerinin aynı görünmesinin payı var (NATO üyeliğini yüzünden olmalı). Ama bir şey daha var ki, filmin yapımcılarından Murat Akdilek’in tipik bir Amerikan sineması hayranı olması...


Kamera, 2365 metre yükseklikte Karabal Jandarma Karakolu’nda vatan hizmeti yapan 40 komando erinin yakın planlarına ve özel anlarına girdiğinde, biz, askerlerin konuşmalarından, iç dünyalarından, ruh hallerinden, hurafeleri İslam sanıp gözlerini belerterek inançlarından hüküm çıkarmaya çalışmalarından anlıyoruz ki bunlar Türk askeridir… Hikaye bu anlamda iyi çalışılmış…

Filmde aksayan, rahatsız eden yanlar var: Filmin baş kahramanı yüzbaşının, doktor kod adlı PKK’lı ile şehit düşen Orhan yüzünden kişisel bir çekişmeye girmesi… Böyle olayların gerçek hayatta yaşanmış veya yaşanıyor olması, bilhassa bu film bağlamında doğru bir hikaye ekseni takip edildiği anlamına gelmiyor. Neredeyse 25 yıldan beri devam eden, Türkiye topraklarında tarihte hiç olmamış bir sözde Kürdistan devleti yaratmak için kan döken PKK vahşeti asla belli olmuyor. Sanki bir tür Apocalypse Now izliyoruz! Bu bağlamda filmin öyküsü “Hadi canım sen de!” dedirtecek türden…

Finalde alçıdan Atatürk büstünün kırılmış olmasını, bir erin, doktoru öldüren komandonun bu kırık büstü kucaklayarak kaideye oturmasını nasıl anlamlandıracağımı bilemedim? Parçalanmış büstün dibinde pitoresk biçimde duran PKK’lı cesedinin çatışma sonu sahnesinde uzun süre görüntüde kalmasını anlamlandıramadım.

Filmin finalinde bayrağımızın ışıl ışıl, dalga dalga gönderde olması, vatanının seven, askerlerini kendi evladı ve kardeşi gibi gören, Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan kurucu atalara her zaman rahmet okuyan ve minnet duyan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi beni de etkiledi. Sadece bu sahne için bile Semerci, Akdilek ve tüm ekip tebrik edilir!

Son söz: Türkiye toprakları üzerinde tarihte var olmamış bir sözde Kürdistan kurmak isteyenlerin sivil kolları, pervasızca bu emellerini dile getirirken ana dili Türkçe olanların “vicdan” yapmalarını çok yadırgıyorum neye bağlayacağımı bilemiyorum…

Bu yazı 30 Ekim 2009'da Bizim Gazete'de yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder