28 Aralık 2008 Pazar

Türkler 1 Milyon Yıl Sonra Ne Yapacaklar?

CEM BEY'İN ARİF'İ HAKKINDA

A.R.O.G, Cem Yılmaz'ın ruhundaki çocuğu ortaya çıkartan son film olarak sinema tarihine geçti; hem de ilk haftasında en çok gişe hâsılatlı yapım olarak... Bundan önceki iki filmi birbirinden tür olarak farklı olduğu için “Acaba ne yapacak?” diye bekledim. GORA’da Arif’in arkasına saklanmasına rağmen ara sıra fark ettiğim çocuk, Hokkabaz’da babası ile hesaplaşıyordu. Ama bu defa artık kendini ele verdi. A.R.O.G, Cem Yılmaz’ın çocuk ruhunun “sobe yaptığı” bir eser olarak sinema tarihine geçti.
Sinemamızın en önemli “komik karakterleri” arasında Turist Ömer, Cilalı İbo, İnek Şaban gibi tipler bulunduğunu biliyoruz. GORA’lı / A.R.O.G’lu Arif, bu karakterler arasında kendine yer edindi. İşte Yılmaz’ın filmi, konusu, senaryosu, görselliği veya simenatoğrafik bütünlüğü ile sayılmasa bile kahramanı ile beyazperdenin malı oldu. Bundan sonra Kayseri ağzıyla konuşan (Ora Anadolu Türk Tipi anlamına geliyor sanırım), hayatını neredeyse Keloğlan’ın talihliliği ve saflığı üzerine kuran Arif, artık seyirci nazarında ölümsüzleşmiştir. Gişede rekor kırıp kırmaması önemli değildir. Hatta herhangi bir filmi yerlerde sürünse bile artık o meraklılarının (ki bunların sayısı milyonları buluyor) her zaman ve yeniden görmek isteyeceği bir yerli kahramandır...

Bir yazımda belirttiğim gibi, Cem Yılmaz, Sadri Alışık’ın peşi sıra yürüyor. Alışık, Turist Ömer karakteriyle tek lambalı radyo ve bir hafta sonra eline geçen gazetelerle dünyaya bağlanan Türk insanı adına Avrupa’da seyahat ediyordu (O yıllarda çok gezen mi, çok okuyan mı bilir? Suali hatırlarsanız pek modaydı!) Fakat Cem Yılmaz’ın yarattığı Arif bize daha fazlasını veriyor. Artık o sadece bir uzay yolcusu değil, geçmiş ve gelecek arasında mekik dokuyan bir kahraman olarak yerini sağlamlaştırıyor. Bu çerçeveden baktığımızda Arif, bir milyon yıl geriye gittiği gibi mesela bir sonraki filminde 1 milyon yıl ileri giderek
Türklerin gelecekteki halini de bize anlatabilir...

Yanılıyor muyum Cem Bey?


DELİLİĞE MEHDİYE

Çarşamba günü TÜRSAK’ın önemli sinema etkinliklerinden “Sinema Tarih Buluşması”nın basın toplantısı vardı. Epey bir zamandan beri TÜRSAK’ın etkinliklerinden davetiye gelmediği için bu vakıf mensupları ile bir hayli kavgalar ettim. Ama işte bu sefer mailimde davetleri vardı. Ve ben sağlık sebeplerinden dolayı gidemedim! Vay! Sen misin gidemeyen! Sıcak filminin galasında Sevinç Baloğlu hemen yüzüme vurdu bunu! “Hem davetiye gelmiyor dersin, hem de gönderdiğimiz halde gelmezsin!” El Hak, doğru! Daha Sonra Engin Yiğitgil ve eşi ile karşılaştık. Engin Bey, biraz daha makul davranarak sürekli sarı basın kartı almam dolayısı ile tebrik etti beni. Biraz da müstehzi idi. Ama ona Erasmus’un Deliliğe Medhiye’sindeki bir cümleyi hatırlattım: “İnsanların seni övmelerini bekleme. Kimseler senin meziyetlerinden bahsetmez. Bunun yerine sen kendini öv!” Hazret doğru söylemiş makamında gülüştük... Ha bu arada Sevinç Hanım için bir not düşmeliyim: Sevgili Baloğlu, gelseydim onur konuğunuza, tıpkı Antalya’da Peter O'Toole’e sorduğum türden sualler sorardım ki, bu da hoşunuza gitmezdi... Değil mi? İyi ki gelememişim!


KEŞKE ÜLKÜCÜLER DE BÖYLE FİLM YAPSA

Galası Beyoğlu Emek Sineması’nda yapılan Sonbahar, Özcan Alper’in ilk filmi ama hafazanallah her yerde ödüllendiriliyor... Aslında mesela Süt, Üç Maymun, Hayat Var, Pandora’nın Kutusu (bilhassa bu sonuncusuna Karadeniz’de çekildikleri için görsel malzeme olarak çok benziyor) türünde minimalist bir film. Ama Sonbahar’ı diğerlerinden farklı kılan açık biçimde bir terör örgütüne ve 2000’li yıllarda yaşanan cezaevi eylemleri ile ölüm orucu eylemlerine gönderme yapması ki, açıkça taraflı oluşu yüzünden uzun zaman evinden dışarı adım atmayan küskün “eski tüfekler” bile heyecanlanarak sinema salonlara doluştu! Peki, Özcan Alper’in filmi mesela Güney’in övüle övüle göklere çıkartılan ama aslında filmden çok “kilim”e benzeyen filmlerinden kötü mü? Ne münasebet tam tersine çok iyi. Sonbahar gerçekten “modern” bir film; kompleksiz, iddiasız, ciddi, ağır başlı bir yapıt. En önemlisi de samimi (Mesela Takva gibi ‘Sureta Hak’tan görünüp düşmanlık yapmıyor!)

Bu bahsi kapatırken şu notu eklemeden edemeyeceğim: Keşke Ülkücüler de Sonbahar gibi filmler çekseler, ne güzel olurdu!

26 Aralık 2008 Cuma

Issız Ada(m): Ben ne söyledim? Sen ne fehmeyledin?

İMİTASYON SİNEMASI ÜZERİNE



Film yönetmeni bir arkadaşla sohbet ediyordum. Sinema seyircilerinin, film eleştirisi yapanların dedikodusunu yapıyoruz. Filanca şöyle yapmış, filanca bunu yazmış vs. gibi.

Bir ara buyurdu ki; “Bir yönetmenin aklının ucundan bile geçmeyenler eleştirilerde onun eserine atfediliyor”muş! E ne yapalım? Atalar demişler ki, “mana şairin karnındadır”. Bir başka şair atamız da “Ben ne söyledim, sen ne fehmeyledin?” diye ifade etmiş durumun karmaşıklığını.


Günümüz sinemacıları içinde –temayüz etmiş– isimlerin başında gelen Çağan Irmak’ın Issız Adam filmini bir hayli geç seyrettim. Üstelik şehirde yaşayan ama çiğ köfte, lahmacun, acılı adana, patlamış mısır bağımlılığı sayesinde yeni bir kimlik kazanıp (!) otobüste ve sinemada bacağını ayırarak oturan şehirli tiplerle! Film boyunca ne kadar rahatsız olduğumu anlatamam. Önümde, arkamda, yanımda, yönümde sürekli patlamış mısır geveleyen ve kolalarını, içme çubuğundan “gurrr gurrr” çeken bu insanlar için film yapılıyorsa (ya da nihayetinde sinema seyircisinin profili buysa) oturup saatlerce yazı yazmaya lüzum var mı? Vallahi şüpheye düştüm...
Çağan Irmak’ın başkahramanı Alper ve kadın kahraman Ada’nın hikâyesini psikolojik, sosyolojik, kültürel ve sinema sanatı bağlamlarında dikkatlice analiz etmenin kime ne faydası olacak diye karamsar genellemeler yapmaya başladım... Çünkü hem filmdeki Alper ile Ada, hem de salonda etrafımı kuşatan patlamış mısır tüketicisi seyirciler gerçekten içimdeki ümidi kırdı...


Yine de içimden geçenleri yazayım: Filmin kahramanının adı ile yaşantı arasındaki ironik çelişki hemen dikkati çekiyor; “alp+er”* yani savaşçı ve ermiş kişi: ‘savaşçı derviş’in kısaltılmışıdır (dervişlik göndermesi için başlığın altındaki ve yandaki fotolara bakınız). Biz film boyunca esas oğlanın 'alper'liği ile ilgili tek bir kare bile göremiyoruz. Tam tersine Alper isimli adam, cinsel iştahının peşinde koşup duruyor. Oysa ki Alp+eren'likte El'ine, Dil'ine ve Bel'ine hâkim olmak gerektir!..


Filmin kadın kahramanı Ada'nın isminin özenle seçilmiş olduğu hemen belli oluyor. Çünkü Ada tipi, film bağlamında en çok ismi ile işe yarıyor. Filmin ismi ve ana fikri ile özdeşleşiyor: Issız Ada(m)!

Öte yandan Alper gerçekte bir savaşçı derviş olamasa bile bir tür Robinson'dur! Fakat hem (Ana)karasından, hem de (ada)sından uzak düşmüş, kendi içinin ıssızlığında kavrulan bir Robinson!..
(* Alper ismi Alp= Savaşçı ile Eren= Derviş (nefsini yenmiş kişi) birleşik isminin laik hali yani kısaltılmışıdır!)

Eğer düşündüğüm gibiyse ne evirmece ama!

Geleneksel kültür ve yaşama biçimlerinden uzaklaşan ve 150 kelimelik dil dağarcıkları ile hayatı, dünyayı, hakikati, geleceği, ölümü, aşkı algılamaya çalışan, yani hakiki değil imitasyon insanlar...

Nereye kadar?

Çağan Irmak farında mı bilmiyorum? Sinema sanatının imkânlarını kullanırken ne yeni bir anlatım biçimi kurgulamak, ne yeni bir estetik algı geliştirip yerleştirmek ne de gerçekte ciddi bir sanat eseri meydana getirmek peşinde. Onun sineması (estetiği), anlattığı hikâye, hikâyesinin tipleri hep imitasyon...
Tek gerçek karakter, Tarsus’tan kalkıp gelen anne! Ama işte o da artık bu imitasyonun ve imitasyonculuğun geçer akçe olduğu bir dünyadan yaşadığı konağı ile birlikte dışlanmaktadır... Hem de var ettiği öz evladı tarafından... (Yandaki, tek kare belki de filmin en doğru sahnesinden... İmitasyon tipin küstahlığı, gerçk karakterin geri çekilişi...)


Çağan Irmak, tıpkı Ulak’ta yaptığı gibi, Babam ve Oğlum’da (nispeten) yakaladığı sahicilik havasından uzağa düşüyor. Belki o da bu imitasyonlar dünyasından (Tarkovski 'protezler' der) nefret ediyor ama çaresizlik içinde aynı malzemeleri kullanıyor. Eğer böyleyse ciddi bir çelişki doğuyor... Bu durumda Irmak’ı ve cümle âlemi tenzih ederek aşağıdaki fıkrayı hatırlatmak mecburiyeti hissediyorum:

* * *

Ömer Hayyam testi içinde bir şeyler satan bir adama sormuş:

“Ne satıyorsun?”

Beriki gayet sıradan bir biçimde;

“Şaraaap.” Demiş.

Hayyam yine sormuş:

“Karşılığında ne alıyorsun?”

Beriki gözleri parlayarak;

“Altın!” Demiş.

Şair cevap vermiş:

“Budala herif! Sattığın şey aldığından daha değerli!”



* Ba yazı 26 Aralık 2008 tarihli Bizim Gazete'de yayınlanmıştır.