SAYFALAR

21 Aralık 2007 Cuma

Gina Lollobrigida Nerede Yanılıyor?

İKİNCİ Uluslararası Bursa İpekyolu Film Festivali geçeli çok oldu ama festivalin “geçkin orkidesi” Gina Lollobrigida için yapılan basın toplantısı hafızamda hâlâ taptaze duruyor. Lollobrigida, sinema tarihindeki yerini almış bir efsane yıldızı. Hatta onun ünü, torun torba sahibi olmuş Türkler arasında bile devam ediyor.
1927 tarihinde doğan Gina, estetik ameliyat, botox vs. gibi çağımızın “cadı yaratıcı” tüm metotlarını kullanarak, uzaktan tıpkı bir genç kız gibi görünüyor. Ancak yürümeye başladığında omurgasının, artık onun dinç ruhunu ve uslanmaz kalbini taşımaya yetmediğini anlıyorsunuz. Her neyse.


Benim “Cinanımla” alıp veremediğim mesele bu bağlamanın dışında...
Basın toplantısında, hemen her şeye maydanoz olmaya sevdalı iki gazeteci hanımdan birinin sorusuna, “Cinanım” aşağı yukarı yarım saat kendini överek cevap verdi. Ne kadar iyi bir heykeltıraş, ne kadar iyi bir fotoğraf sanatçısı olduğunu anlattı, anlattı, anlattı...
Ona daha ciddi bir soru sormaya karar verdim. Sonra kendi kendime, “Yahu, bu yaşta olur mu, sorulur mu? Arabistanlı Lawrence’in beyaz perdedeki sureti Peter O’toole’a Antalya’da sorduğun ‘Pax-Ottoman’ başlıklı soru yüzünden adam neredeyse kalp krizi geçiriyordu. 80’lik bu genç kıza(!) aynı şeyi yapma” dedim kendi kendime. Ama soruların çerezliği canımı sıktı:
– Siz İtalyan ve Avrupa sinemasının en görkemli zamanlarında yıldızlaştınız. Bugün hem İtalyan, hem Avrupa ve hem de bütün dünya, Amerikan sinemasının baskısı altında bir varlık gösteremiyor. Sizce bu durumdan nasıl çıkabilir?
Buyur bakalım “Cinanım”! Cevaplayın:
“Önceden çok büyük bir itici güç vardı İtalyan sinemasında. Savaş yıllarındaydık. Savaş bittikten sonra olumlu değişikliklerin olması gerekiyordu.  Çünkü savaşta yaşananların üstünün kapatılması gerekiyordu. Şimdi halimizden gene şikâyet ediyoruz. Şu anki ortama uyum sağladık. Savaş yıllarından daha iyi durumdayız. Yani savaş yıllarından sonra bir şeyleri değiştirmek için gereken itici güç şu anda mevcut değil. Tabii ki sinemada o zaman Fellini, De Sica gibi büyük yönetmenlerin filmleri yapılıyordu. Çok büyük farklılıklar var. Bu arada televizyon diye bir cihaz var ki o bizlerden ve sinemadan çok şeyleri alıp götürüyor. Televizyonda büyük ölçüde şiddeti görüyoruz. Bu şiddet gösterileri insanlar tarafından taklit edilmeye özendiriliyor. Genç insanlar şiddete özeniyorlar. Bu arada sansür yok. Bu şiddet gösterilerinin sansürlenmesinde fayda var...”
—Aynı sorunlarla Amerikan sineması da karşı karşıya, ama tüm dünya sinemasını sindirmiş durumda. Peki, Amerikan sineması için itici güç ne? Yeni baştan bir Avrupa sineması doğamaz mı? Bunun için neler yapılabilir?
“Cinanım” yeniden cevap verdi:
“Her şeyden evvel bir filmi çekmek için benim dönemimdeki bütçelerden daha büyük bütçeler ayırmak gerekiyor. Şu anda Avrupa’da çok yetenekli sinema sanatçıları var. Büyük ilerleme kaydedebilirler. İleride gene yeteneklerini ortaya döküp güzel sinema filmleri ortaya çıkarabilirler. Bizim Avrupa olarak zihniyetimiz (mantalite), Amerikan zihniyetinden son derece farklı...”
Evet, bu cevap ne beni tatmin etti, ne de eminim bu satırları okurken sizleri tatmin ediyordur. Çünkü Gina Lollobrigida yanılıyor. Evet, Avrupa sineması savaştan sonra “yeni bir hayat” isteyen Batı insanının emeği ve gayreti ile doğdu, büyüdü ama onu besleyen en önemli güç Marksizmdi. Marksizm Batı aydını üzerindeki etkisini yitirmeye başladığında, yerini aslında hiç de güçlü olmayan ve gerçek bağlamından kopartılmış, yani bireyi tanrısız ve saçma bir dünyada varlığını itmam etmeye zorlayan “Sartre Varoluşçuluğu” almaya başlamıştı.
Marksizmi siyasi coğrafyada tutsaklaştıran kapitalizm (öncüsü elbette Amerika’ydı) doğal olarak onu zihinlerden ve elbette kültürden de uzaklaştırmayı başarmıştı. Avrupa (Batı) kapitalizm marifetiyle teknoloji ve medeniyetin zirvesine ulaşır, refah düzeyi en yüksek seviyelere çıkarken Marksizm artık bir itici güç olabilir miydi?
Avrupa sineması Marksizmin itişiyle en yüksek seviyelere ulaşmış, savaşı kaybetmesiyle de gerileyip yok olmuştur. Bugün Avrupa sinemasına gereken “ırkçı, sınıfçı, ayrımcı” olmayan yeni bir ideolojidir. Bazı komik ve acıklı örnekleri Fransızların filmlerinde görüyoruz ama bunlar “bütüncül” bir dünya görüşünden mahrum şahsi çalışmalar olarak (mesela Kuzey Afrikalı Müslüman göçmenlerin yaşadığı kültürel çatışmaya hümanist yaklaşımlar gibi) kalıyor.
Sözün özü, Avrupa sinemasına Gina gibi starlar yanında yeni bir ideoloji gerekiyor...
 ***
Bu yazı (21.12.2007) tarihli Bizim Gazete'de yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder