Pars Kiraz Operasyonu ve İstanbul Film Festivali
OSMAN Sınav... Kendisinden her zaman daha yumuşak, daha romantik ve daha derinlikli filmler umduğum Osman Sınav, bir kere daha aksiyonlu, maceralı bir drama imza atmış bulunuyor. Üstelik eğer filmini çekmeden verdiği sözü yerine getirmeye çalışırsa bu Pars hikâyesi neredeyse Pars Manas Destanı’na döneceği benziyor. Zira o toplantıda dört film planladıklarını açıklamıştı!
Pars: Kiraz Operasyonu, sinemamız standartlarının çok üstünde bir görselliğe, anlatım diline ve bakış açısına sahip. Başta oyuncu kadrosu olmak üzere filmi yapan bütün unsurlar üzerinde titizlikle durulmuş. Sağlam bir altyapı üzerine klasik bir drama kuran Sınav, sonuç itibarıyla bu uzun filminde seyirciyi sıkmadan aslında Türkiye’nin asıl sorunlarından birinin temellerine indiriyor izleyiciyi. Bütün büyük risklerine rağmen petrolden bile daha fazla para kazandıran uyuşturucu sektörünün işleyişini çözemezsek, Türkiye’nin gençlik sorunlarını, siyasi sorunlarını ve tabii PKK sorununu da çözemeyeceğimizi alttan alta söyleyen filmi bütün anne babaların, öğrencilerin, Milli Eğitim camiasını, polis teşkilatının ve hatta milletvekillerinin bile izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Küçük not: Duygu Şen’in cesur oyunculuğunu bir başka fırsatta dile getirmeye çalışacağım...
Asıl Antalya’ya yazık oluyor
İstanbul Film Festivali bitti. Ulusal Yarışma jürisinin verdiği kararlar bir hayli şaşırttı: Kurulduğu günden beri İKSV ve düzenlediği tüm festivallere tam destek veren basın kuruluşlarından biri olan Hürriyet gazetesinin festival ödülleri açıklandıktan sonra verdiği haber doğrusu çok ilginçti. Hürriyet; Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmen ve Türk sinemasında sanki sadece ödüllendirilmek için varmış gibi iş yapan bazı aktör ve aktrislerin geçen Antalya Film Festivali’nden sonra burada da aynı filmlerle, aynı kategorilerde ödül almalarını şaşkınlıkla karşılayarak bir “deja vu” yaşandığını yazdı. Hürriyet muhabiri “deja vu” hissinde yanılmıyordu ama bunu yazmakta geç kalmıştı. Aslında tekrar tekrar yaşanan şey sadece bu iki festivalde değil, yıllardan beri Ankara, Antalya, İstanbul, Adana ve Gezici Festival gibi birbiri peşi sıra yapılan bütün festivallerde süregelen bir durumdu.
Bu sıkıntılı tekrarların yaşanmadığı tek festival Antalya Altın Portakal Film Festivali idi. Ancak son üç yıldan beri tuhaf biçimde asıl yerinden oynatılarak mesela İstanbul Film Festivali’nin bulunduğu mecraya çekildiği için, oluşturulan festival kategorileri, çağırılan jüriler ve tabii olarak verilen ödüller İstanbul Film Festivali ödüllerine benzemeye başladı (oysa Antalya’nın asıl görevi Türk sinemasını bir kitle sineması olarak algılayıp, ticari boyutunu ihmal etmeden ödüllendirmekti).
Sözün kısası, İstanbul Film Festivali kurulduğu günden beri aynı yolunda yürüyor. 1986 yılından beri bu festivali takip etmeye çalışan bir insan olarak söyleyeyim: Bir “deja vu” varsa bu, İstanbul Film Festivali’nin 26 yıllık bir olgusu olarak algılanmalı... Ve, İKSV Film Festivali yapımcılarına bu “deja vu”dan kurtulmaları için Tanrıdan merhamet dilenmeli.
(20.04.2007)
------------------------
Kaderinle Karşılaştığında Bir Adım Yana Kaçmalısın
İNSANOĞLUNUN geleceği görme, bilme hırsı, büyücülük, falcılık, kâhinlik, rüya yorumculuğu gibi pek çok meslek doğurmuştur. Bu spekülatif mesleklerin yanında, bazı insanların, gelecekte gerçekleşebilecek olayları bilme yeteneği olduğu iddiası bir hayli yaygındır. Nicolas Cage’li Next filminde, böyle bir yeteneği olan fakat bu yeteneğini kumar masalarında geçimini sağlayacak kadar para kazanmaya hasretmiş bir adamcağızın hikâyesi anlatılıyor.
Filmdeki adı Cris Johnson olan bu adamcağız sadece kendi hayatına münhasır olarak bu birkaç dakikalık öngörüleri yüzünden artık bıkmıştır. Her türlü olup biteni birkaç dakika içinde görmek ve daimi bir “deja vu” yaşamak insanı bıkmak şöyle dursun bayar! Hayattan bezdirir! İçinde yaşamaya ilişkin birkaç damlacık heves varsa onu da buharlaştırır.
Cris’in yeknesak hayatı, gördüğü esrarengiz rüyalar yüzünden bir parça olsun ferahlar. Rüyalarında sürekli gördüğü kıza âşık olacağını ve sonunda ya onun ya geri kalan pek çok insanın hayatını kurtaracağı bir ikileme düşeceğini kızla tanışıncaya kadar anlayamaz...
Filmin hikâyesine bir de teröristler, anti terör timi ve Cris’i işin içine sokma çabaları ile üç, beş saat sonra patlayacak bir bomba koyun! İşte size harika bir gerilim...
Next bu çerçevede bir aksiyon filminde olması gereken bütün gerilim unsurlarına sahip ama bir bilim kurgu öyküsünü kıvama getiren unsurlardan mahrum. Bu çerçevede filmin eksik kaldığını ve bunun hemen hissedildiğini belirttikten sonra Cris’in yaşadığı “deja vu”nun uyandırdığı ilginç duygulardan söz edelim:
Hayatının birkaç dakikasını önceden görmekle Chris, adeta sansür uygulanan bir televizyonda hem sansürcüyü hem de ekrana iki dakika sonra düşen görüntüleri izleyen bir seyirciyi andırıyor. Benzeterek anlatmayı bir yana bırakırsak her an kaderi ile karşı karşıya kalıyor. Eski bir yazarın dediği gibi, Cris, kaderiyle karşılaştığı her an birkaç adım yana çekilerek belalardan sıyırabiliyor.
Ama bir an geliyor ki, işte orada baş edemeyeceği bir şey oluyor; kaçacak yeri kalmıyor! Bu bağlamda fevkalada klostrofobik bir yön taşıyan Next’i bilim kurgu ve aksiyon severlere tavsiye ederim. Benden üç yıldız!
Filmin Konusu
Las Vegas’ta sihirbaz olarak çalışan Cris Johnson’un (Nicholas Cage) özel yeteneğiyle birkaç dakika sonra olacakları görebilmesidir. Onun bu sıra dışı gücünü kullanmak isteyen hükümetten kaçmak için, Vegas’ta takma bir ad ile basit hayatına sihirbazlık yaparak devam etmektedir. Ayrıca bu özel yeteneği ona paraya ihtiyacı olduğunda kumar masalarında da yardımcı olur.
Cris’in gariplikleri ve ilginç kumar stratejileri FBI anti-terör ajanı Callie Ferris’in (Julianne Moore) dikkatini çekmiştir. Terörist bir grup Los Angeles şehrini nükleer bomba patlatmakla tehdit edince ajan Ferris, Cris’in bu özelliğini kullanmak ister. Tabii terörist grup da aynı nedenlerden Cris’i öldürmek istemektedir.
Her şeyi karıştıran ise masum güzel Liz Cooper (Jessica Biel) olur. Cris gelecekte ona âşık olacağını görmüştür ve tanışmak için sabırsızlanmaktadır. Tanışınca daha da garip bir şey gerçekleşir; Cris artık iki dakikadan çok daha ötesini görebilmektedir.
Zaman, korku ve tutkunun birbirine karıştığı bu hikâyede Cris seçimler yapmak zorundadır. Cevaplar ise geleceğinde yatar...
(27.04.2007)
-----------------------------
Eski Yeşilçam Tadında Bir İsmail Güneş Filmi
YEŞİLÇAM filmlerinin tadı hâlâ zihinlerimizdedir. Televizyonlarda bir eski film görsek, velev ki siyah beyaz bir yapım ola, en azından birkaç sahnesini oturur seyrederiz. Bunlar genellikle Hollywood yapımlarından “araklama”dır. En basitinden N. Özön’ün sinema tarihi kitabında, kimlerin, hangi filmleri orijinal senaryoymuş gibi yeniden yazıp, sahne sahne o günkü hayatımıza uyarladıklarını okuyabilirsiniz. Atıf Yılmaz’dan Memduh Ün’e aklınıza artık kim gelirse... Bir de böyle olduğu iddia edildiği halde yönetmenleri tarafından kabul edilmeyenler vardır ki, bahsi diğerdir.
Yeşilçam filmlerinin, tanıdığımı Yeşilçamlıların ağzından duyduğum tabirler ile söylersem, jönleri, jön damları, ikinci ve üçüncü rollerde yer alan oyuncuları birer âlemdi. Ayhan Işık’lar, Ekrem Bora’lar, İzzet Günay’lar, Cahide Sonku’lar, Muhterem Nur’lar, Belgin Doruk’lar, Türkan Şoray’lar, Filiz Akın’lar, Hülya Koçyiğit’ler... Necdet Tosun’lar, Cevat Kurtuluş’lar, Sami Hazinses’ler, Adile Naşit’ler, Münir Özkul’lar ve adını şuracığa sığdıramayacağım daha niceleri...
Ah, eski Yeşilçam ah!
İsmail Güneş, onuncu filminde ilginç bir “u dönüşü” yaparak, son dönemlerine eriştiği Yeşilçam filmlerine görkemli bir selam duruşu yapıyor. Ünlü oyuncu Macit Flordun’un anısına adadığı “Sözün Bittiği Yer” bu çerçeveden bakıldığında çok sıcak görünen bir film. Hemen her sahnesi bu eski sinema tarzımızın ürettiği yoksul aile melodramlarına göndermelerle dolu: Hayatını güçlükle kazanan bir baba, şirin mi şirin bir oğlan çocuğu (neredeyse Ömercik mi ne, diyesiniz geliyor), adeta “gencim, güzelim, gezip görmek benim de hakkım” çığlıklarıyla evini, eşini, kundaktaki çocuğunu terk edip dünya turuna çıkmış bir anne, iyi huylu mahalle bakkalı, “anasinin gozi” Karadenizli bir ev sahibi, ödenemeyen kiralar, içinde bulunulan duruma hiç denk düşmeyen iş teklifleri (babamız okullarda palyaço kıyafeti ile komedyenlik yapar ancak en çok istediği dizi oyuncusu olmaktır; bir teklif gelir ama travesti rolü oynaması istenir!) ve hazır durun, dramı katmer katmer yapacak bir hastalığın gelip minik yavrumuzu bulması...
Buyrun! Lösemi gelip küçük Umut’umuzun iliklerine yerleşiverir ve Güneş’in filmi nefis bir Yeşilçam melodramına dönüşür. Tabii filmde “nayır, nolamaz” gibi geçmiş dönemin artık bizi güldüren ‘tiyatral’ dublajları yoktur. Ama yeni deyimi ile söyleyeyim filmin “dizgesi” baştan sona kadar ‘melodram’dır. Peki bu kötü bir şey midir? Hayır, tam tersine bir hafıza yenilemesi, eski sinemamız ile ciddi bir bağ kurma durumudur. Son dönemlerde çekilen her tür filmi burada, nerde ise Hollywood yapımlarından birebir kopya diyerek eleştiriyorum, ki Güneş bu tuzağa düşmemekle, hatta geleneksel Yeşilçam filmlerindeki yabancılaşmaları bertaraf etmeye çalışmakla çok doğru bir şey yapıyor.
Hollywood filmlerinden kopyala yapıştır usulü ile çekilen filmlerimizde en azından bizim o dönemki hayatımıza ait pek çok yerli malı görüntü, diyalog ve davranış biçimi bulunuyordu. Bunlar Türk sineması için birer “ikonografik” birikim olarak algılanmalıdır ve yeni nesil sinemacılar buradan yola çıkarak film üretmelidirler. Hatta pek çok alay ettiğimiz “nayırlı, nolamazlı” seslendirme tarzından bile bazı dersler çıkarılabileceğini düşünüyorum.
İşte bütün bu çağrışımları yaptırması bile Sözün Bittiği Yer filminin önemli bir geriye dönüş olduğunu gösteriyor. Sinemamızın kendi geleneğine dönmesi gerektiğini bir kere daha vurgulayarak diyebilirim ki, İsmail Güneş bu son filminde hem geleneksel Yeşilçam tarzını daha güncel bir anlatım tutturarak yeniliyor, hem de bazılarının zannettiğinin aksine en politik filmine imza atmış oluyor. Pek çok yönetmen gibi bugüne kadar yapımcıların istekleriyle çatışan Güneş, bu defa ve ilk defa en özgür çalışmasını yapmış görünüyor. Tabii maddi kısıtlamaları saymazsak. Ümit ederim ki gişesi de iyi olur...
Örümcek Adam’ın dişisini bekliyoruz!
Örümcek Adam’ın üçüncü bölümü de nihayet beyazperdeye düştü. Kum Adam belası ve uzaydan gelen elastiki bir şeytanın Örümcek’i esir almaya çalıştığı filmin aksiyon sahneleri ve özel etkileri (special effect) yediden yetmişe her izleyeni etkileyecek kadar mükemmel. Bu mükemmel özel etkilerle artık ne tür bir hikâye uydursanız gidiyor. Örümcek Adam 3’te de değişmeyen şey, Amerikan ulusunun içinden çıkan bir halk kahramanı. Ancak bu, bildiğimiz yollardan kahraman olan bir kahraman değil! Gündüz sıradan hatta utangaç ve bazı konularda aptal bir genç, ama kostümünü giydiği zaman masalsı, fantastik bir kahramana dönüşüyor... İşte sanatın büyüsü de burada başlıyor. Dikkat edin, bizim bir tek fantastik kahramanımız yok! Neden? Çünkü sanatçılarımızın bu manada bir ufku yok! Kendi tarihlerini, mitolojilerini, masallarını ve gelecek ülküsünü bilmeyen veya benimsemeyen bir sanatçı neden fantastik Türk kahramanları yaratsın ki?
Bu acınacak durumu belki yeni nesil sinemacılarımız değiştirebilir diye düşünüyorum. Çünkü sinemanın da “kültür sektörü”nün bir alanı olduğunu, topluma sadece beğeneceği değil, gurur duyacağı, özeneceği şeyler vermekle de para kazanılabileceğini bu yeni nesil daha iyi kavramış görünüyor. Tek eksikleri tarih, mitoloji bilgisi ve gelecek ülküsüne sahip olmayışları gibi görülüyor.
Yanılıyorsam affedin!
Unnutmadan, kara örümcekli üçüncü film yeter dedirtti. Bir de dişi örümcek mi seyretsek?
(04.05.2007)
------------------------------------
Sinema Bu Kadar mı Sevilir Yılmaz Bey?
SİNEMAMIZIN yorulmaz savaşçılarından Yılmaz Atadeniz için nasıl bir lakap bulsam bilemiyorum! Yeşilçam’a 57 sene önce merhaba demiş. Yaştaşları, ununu eleyip eleğini asmış ve yazın tatil köylerinde, kışın sıcacık evlerinin hatıra objelerle dolu bir köşeciğinde şekerleme yaparken o hâlâ “Sinema!” diyor da başka bir söz çıkmıyor ağzından.
Sinema Eserleri Meslek Birliği (SESAM) Turgut Özal’ın ilk iktidarı sırasında, sanıyorum Mesut Yılmaz Kültür Bakanı iken kurulmuştu. Yani nereden bakarsanız çeyrek asırlık bir kuruluş. İşte meslek hayatında 60’ına merdiven dayayan Atadeniz ile sektöre uzun yıllar hizmet eden SESAM işbirliği nikâhı kıymışlar. Atadeniz başa geçtiğinden beri, SESAM’ın değişmez ve çalışkan elemanı Erdoğan Bey’in dediği gibi kuruluşa yeni bir soluk gelmiş.
Atadeniz şimdi ciddi projelerin peşinde. Önümüzdeki Cannes Film Festivali’nin market bölümünde yıllardan beri minicik bir pavyonda sıkışıp kalan sinemamızı adeta saray sayılabilecek daha büyük bir pavyona taşımış. 2006’da çekilen sinema ürünlerinin fragmanlarını bir DVD’de toplayarak, bastırttığı katalog ve broşürlerle Cannes’da dağıtma kararı almış ve bu kararını uygulamaya başlamış. Film müzikleri ve Türk müziğinin en güzel eserlerini içeren bir de müzik CD’si hazırlatmış Atadeniz. Böylece aynı paket içinde kültürümüze ait değerli bir armağan daha verilecek sinemamız ile tanışmaya gelenler... Unutmadan ekleyivereyim, kısa metraj ve belgesel yapımlar da bu pakete dahil.
Yılmaz Atadeniz bunları anlatırken birden gözleri parlayarak, “Unutmayalım ki, sinemamız 2006’da altın yılını yaşadı. 40’a yakın film çekildi. Bunların pek çoğu da Türkiye’de gösterilen yabancı filmlerden daha fazla iş yaptı. Biliyorsunuz, Amerikan sineması iki ülkede ulusal sinema karşısında iş yapamıyor. Biri Hindistan biri de Türkiye!” diyor.
Türkiye’den pek çok sponsor bulduktan sonra Kültür ve Dışişleri bakanlıkları ile anlaşma yaparak Cannes’da ikram edilecek Türk malı yiyecek, içecek, yemiş vs. gibi ürünlerin diplomatik kargo ile kibirli Fransa’nın bu şehvetli sahil şehrine gönderme anlaşması yapmış. Böylece her yıl gümrükte takılıp Türkiye’ye geri gönderilen malzemelerin bu yıl bölümü gezmeye gelecek her tür insana ikram edilmesi sağlanabilecekmiş...
Cannes için yapılanlar bu yıla mahsus işler ama Atadeniz, SESAM’ı her şeyden evvel asli görevine döndürmüş. Yapımcıların para yatırdıkları için yasal olarak sahibi bulundukları ama kazançlarını başkalarına kaptırdıkları filmlerin gösterim haklarından doğan gelirleri hak sahiplerine döndürmek için mücadele başlatmış. Bütün yerel ve ulusal televizyonlara yazılar göndererek ikaz etmiş. Onları yasal sınırlar içinde davranmaya zorlayıcı tedbirleri her gün biraz daha ileri götürmeye çalışıyor. SESAM’ın hukuk bürosunu aktif hale getirmiş ve bu çerçevede korsan işine de el atmış Atadeniz. Oluşturduğu bir sivil ekiple denetimlere başlamış.
Nihayet sinemayı sadece bir ticari alan olarak görmeyen, onun bir kültür hizmeti yaptığını da bilen Yılmaz Bey, SESAM’ın genellikle boş duran salonunu kütüphaneye çevirmeyi amaç edinmiş. Diyor ki, “Naki Turan ölürken kütüphanesini SİNESEN’e bağışladı. Bu kütüphane kilit altında! Kütüphane kilit altında durur mu? Naki Turan’ın kütüphanesini boş duran salonumuzu kütüphane rafları ile donatıp buraya taşımayı planlıyoruz!”
Bugün film eleştirmek yerine sinema için bütün ömrünü harcayanlardan biri olan Yılmaz Atadeniz’i sizlere anlatmaya çalıştım. Ara sıra böyle iyi eleştiriler de yapmak lazım canım!
SESAM Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Atadeniz, Cannes Film Festivali market bölümünde kiralanan büyük standın şemasının başında.
(11.05.2007)
------------------------------
Körler Sağırlar Diyaloğu Altın Kozaya Bulaştı mı?
GELENEKSEL adı ile söyleyecek olursam, Yeşilçam’da fırtına öncesi sessizliği hüküm sürüyor! Sebebi: Sinemayı bir kitle sanatı olarak algılayan ve Türk sinemasının ticari yönünü ihmal etmeden sürdürmeyi hedefleyen tek film festivali olarak elde kalan Adana Altın Koza Film Festivali’ne galiba fesat karıştı!
“Bunu da nereden çıkartıyorsun be birader?” diye soranlar olur. Ben uydurmuyorum efendim. Sektördeki pek çok meslek kuruluşu ve pek çok yapımcı bu konuda son derece dertli, dertli ne kelime çok çok öfkeli... Çünkü bundan önce pek çok film festivali ve sinemayla ilgili dernekler tarafından sürekli ödüllendirilen filmler, Altın Koza ön jürisi tarafından yarışmalı bölüme seçildikleri halde daha hiçbir festivale katılmayan diğer pek çok film ise yok sayılmış... Örnek mi? Buyurun, Altın Koza sitesinde yarışmaya kabul edilen filmlerin listesini okuyun:
14. Altın Koza Film Festivali kapsamında her yıl düzenlenen Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda, Türk sinemasının son dönemde çekilen önemli filmleri Adanalı sinemaseverlerin beğenisine sunulacak. Toplam 23 filmin başvurduğu bölümde, senarist Erdoğan Akduman, görüntü yönetmeni Sinan Güngör, yapımcı Abdurrahman Keskiner, oyuncu Nur Sürer ve yönetmen Artun Yeres’ten oluşan ön jürinin değerlendirmesi sonucunda 12 film yarışacak.
14. festivalde Murat Şeker’in “2 Süper Film Birden”, Serdar Akar’ın “Barda”, Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel”, Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken”, Cem Yılmaz ve Ali Taner Baltacı’nın “Hokkabaz”, Nihat Durak’ın “İlk Aşk”, Zeki Demirkubuz’un “Kader”, Yağmur ve Durul Taylan’ın “Küçük Kıyamet”, Biket İlhan’ın “Mavi Gözlü Dev”, Onur Ünlü’nün “Polis”, Turgut Yasalar’ın “Sis ve Gece”, Özer Kızıltan’ın “Takva” isimli filmleri Altın Koza için yarışacak.
Şimdi siz olsanız demez misiniz ki, “Buyurun cenaze namazına!” Dersiniz efendim, dersiniz. Çünkü yukarıda sayılan filmlerden, “2 Süpeer Film Birden”, “Beynelmilel”, “Cenneti Beklerken”, “Kader” ve “Takva” pek çok festivale katıldı ve bilhassa Kader ve Takva bu festivallerde sürekli ödül aldı. Buna karşılık ön elemeye katılan 24 filmden mesela Samir Aslanyürek’in Eve Giden Yol ve Mustafa Şevki Doğan’ın Son Osmanlı: Yandım Ali filmleri tuhaf bir biçimde yarışmaya sokulmamış. Bu durumu Özen film şöyle protesto ediyor:
“Adana Altın Koza Film Festivali’ne davet edilen Eve Giden Yol 1914 ve Son Osmanlı: Yandım Ali filmleri maalesef ön kurul denetiminden geçemediği için yarışma bölümünden çıkarılmıştır. Kısacası aslında festivale davet edilen bu 2 film festivalden çıkarılmıştır. Halk jürisinin karar vereceği bu filmleri halkla buluşturmayan ön jüriyi protesto ediyoruz. Hiçbir festivale katılmamış bu 2 film yerine birçok festivale katılmış filmlerin seçilmesini Özen Film olarak anlamakta zorluk çekiyoruz. Madem Halk Jürisi diye bir kategori yapıldı, halka geçen yıl gösterime çıkan tüm filmler seçenek olarak sunulmalıydı.”
Gerçekten de çok nazik bir protesto ama inanın bu üslup kamuoyuna yansıyış biçimi. Ben buradan Adana Altın Koza Film Festivali’nin yöneticilerine samimi bir dille sesleniyorum: Ön jürinin yaptığı değerlendirme Yeşilçam’ın Altın Koza’ya küsmesine sebep olmasa bile, diğer pek çok “...” festivalden daha olumlu baktıkları festivaliniz hakkında ciddi bir kanaat bunalımına düşeceklerdir.
Tesadüfen şahit olduğum bazı özel toplantılarda bunun ilk işaretlerini gördüm. Çünkü Yeşilçam, çok ciddi biçimde “adalet” aramaya başlamış. Bir takım hiziplerin, masum simenam kitlesinin ağzına sürekli bir parmak bal çalıp ödül avcılığı yapan yönetmen ve yapımcıların artık gizlenemeyen bu “paracıl” tutumlarının sürekli ödüllendirilmesinden bıkmışlar.
Benden söylemesi: Antalya, İstanbul, Ankara film festivalleri için yazdım. Şimdi Altın Koza için yazıyorum. Lütfen bu seçici kurul sisteminizi gözden geçirin: Seçimlerde filmi izleyen her üye neden o filmi, o yönetmeni, o oyuncuyu vs. seçtiğini tek tek gerekçeleri ile bildirmeli. Daha sonra jüri başkanı bunlardan yola çıkarak ortak bir gerekçeli karar tutanağı hazırlamalı. Artı, bu da yetmiyor... Seçici kurul ile büyük jürilerin şaibeye yer vermeyecek kadar geniş bir sayıyla oluşturulması sağlanmalıdır. 41. Antalya altın Portakal Film Festivali büyük jürisi gerçekten çok ciddi bir örnek olarak Türk festival tarihine geçmişti... Bu festivalin jüri çalışması örnek olarak alınmalıdır.
Değil mi, Altın Koza Ön jürisi mesela sektörün pek çok kesiminden seçilmiş 15 kişiden oluşsaydı insan durup düşünürdü... Bu kadar çok insanın birbirini maniple etmesi biraz zor diye...
coskuncokyigit@gmail.com
(18.05.2007)
------------------------------------
Geveze Bir Film Hele Uzunsa Yandı Gülüm Keten Helva...
BAZI filmler vardır, daha seyreder etmez yazacağınız eleştirinin başlığı zihninizde belirginleşir. Beyazperdeden resimler aktıkça zihninizde yazacağınız eleştirinin kelimeleri akıp durur. O tür filmler hakkında yazarken adeta şarkı söyler gibisinizdir. Kelimeler kuş cıvıltıları gibi uçuşur kaleminizden. Parağrafların nasıl oluştuğunu fark edemezsiniz bile. Bakarsınız ki, nefis bir final cümlesi gelmiştir aklınıza. Kâğıda dökülür...
Başka tür filmler vardır ki, daha baştan bundan yazı çıkmaz, çıksa da bir işe yaramaz dedirtir. Işıklar sönüp perdede resimler akmaya başladığında ne kadar geveze bir film ile karşı karşıya olduğunuzu anlayana kadar içiniz-dışınız patlamış mısır makinesine düşmüş mısır taneleri gibi kabarır, şişer... Hele film bir de uzunsa. Yandı gülüm keten helva!
Önceki gün basın gösteriminde seyrettiğim Karayip korsanları: Dünyanın Sonu (Pirates The Caribbean: At World’s End) birinci ve ikinci bölümlerinin aksine sıkıcı bir filmdi. Kendi payıma hiç hilafsız böyle düşünüyorum. Hele daha ilk sahnelerin birinde Çinli Korsan Sao Feng’i, Jak Sparrow’u kurtarmak için ziyarete giden kaptanlar arasında bulunan Elizabeth Swann’ın (Keira Knightley) vücundan çıkarttığı devasa bir el silahının gösterildiği güya komik sahnede film bütün kaletiseni yitiriyor, bayağılaşıyordu. Geçmiş iki filmde çok başarılı espriler bulan yazıcı ekibin üçüncüde bu kadar bayağılığa düşmeleri acınası bir durumdu.
Diğer yandan korkunç güçleri olmasına rağmen birinci kaptanlar konseyi tarafından insan bedenine hapsedilen deniz tanrıçası Calipso’nun zenci melezi vücudunu gösterip “Bu adi bedene hapsoldum” diyerek hayıflanması apaçık ırkçı bir yaklaşımdı.
Sözün özü, daha önceki iki güzel filmi seyredip ağzının suyu akarak, Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu filmini merakla bekleyen seyircileri şimdiden uyarıyorum. Hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Fakat tersi de olabilir. Sizler filmi çok seversiniz de belki ben hayal kırıklığı yaşarım!..
SİYAD EN İYİ YABANCI FİLMLER SEÇİMİ
Sinema Yazarları Derneği tarafından gelenekselleştirilen, yıl boyunca gösterime giren yabancı filmler içinden seçilen 20 yabancı yapım için elemeyi gelecek salı günü yapacağız. Aslına bakılırsa, bu tür bir seçimi mesela Amerikan sinema yapımcıları umursuyor mu, bilemiyorum. Ancak şu kadarını biliyoruz ki, en iyi film seçilen yabacı filmin ithalatçısı, SİYAD ödül töreninde bir plaketle onurlandırılıyor.
Biz sinema yazarlarına katkısı ise bir tür sene sonu sınavı gibi geçmişi gözden geçirme imkânı sağlaması. Seçimler sayesinde doğrusunu söylemek gerekirse ben, bütün yıl boyunca gösterilen aşağı yukarı 200 kadar yabancı filmden ne kadarını izlemiş olduğumu çıkarabiliyorum. İkinci olarak bunların içinden hangilerini hatırladığımı anlayarak kendini unutturmayan iyi filmlere puan veriyorum. Böylece seçimler, seçilen filmler için bir sınav değil, kendi adıma benim için bir sınav oluyor.
SİYAD sekreterliğinden gönderilen listeye şöyle bir göz gezdirince en çok siyasi, sosyal ve politik içerikli filmler ile bir de Hollywood tipi komedi ve maceraların aklımda kaldığını anlayabiliyorum. İşte hemen işaretlediğim ve seçimimi belirleyecek filmlerin bazılarının isimleri: Babil, Atalarımızın Bayrakları, Transamerika, Köstebek, Şeytan Marka Giyer, Uygunsuz Gerçek, Başkalarının Hayatı, Kirli Sırlar, Apokalipto, Küçük Gün Işığım.
Evet en azından benim için bir hayli faydalı bir test.
(25.05.2007)
---------------------------
Cannes’da Türk Sinemacıların Gıdısını ve Yanağını Okşadılar
BU yazıyı yazdıktan sonra bir de baktım ki, hasta yatağımda Allah’a kendim için yakaracağıma Türk sineması için yakarmışım... Film hikâyesi gibi: Bir yakınımı kardiyolog dostum Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen’e götürdüm. Çok kilolu olduğum için, bana ne zaman bakacağını sordum. Hiç vakit geçirmemem gerektiğini söyledi. Bunun üzerine anjiyoya karar verdik. Bir de ne görelim! Kalbimdeki ana damarlardan biri yüzde 90 tıkalı! Bu damara Siyami Ersek Hastanesi’nde kocaman bir stent takıldı. Şimdi nekahet dönemindeyim. İşte bu yüzden de biraz yufka yürekli olmamı mazur görün ve Türk sineması için yaptığım dualara amin deyin!
Ülkemin kara kaderi ne zaman son bulacak Allahım? Bizim insanımız ne zaman akıllanacak ? Ne zaman aklını başına devşirecek. Ne zaman kendine dönecek? Kendi küllerinden yeniden doğan Simurg gibi kendi estetiğini, kendi sanat kurallarını, kendi sinemasını, oyunculuk tarzını... Bütüncü bir bakış açısı ile derli toplu ortaya koyup eserler verecek?
“Bu dualar ve yakarışlar da nereden çıktı” diye soracak olursanız hemen söyleyeyim. 27 Mayıs Pazar günü Milliyet gazetesinin internet sitesinde Cannes’dan bildirilmiş bir haber röportajın alt kısmından bir ara başlık ve bir küçük haber vardı. Aynen şöyle:
“İlk ödüller Türk filmlerine.
60. Cannes Film Festivali’nin ilk ödüllerinden ikisi Türk filmlerine verildi. Fatih Akın’ın yönettiği ‘Yaşamın Kıyısında’ Ekümenik Jüri (Kiliseler Birliği) ödülünü alırken, Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği ve Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilen “Yumurta”, Avrupa Sineması Mansiyonu’nu aldı.”
Haberciği okuyunca kederlendim. Ülkemin sinemacılarının küçük düşürülmüş olduğunu varsayarak hüzünlendim... 1987, 88, 89 yıllarında Tercüman gazetesinde yazdığım yazıları, attığım ağır başlıkları hatırlayıverdim. Bir tanesi “Kiliseli Yeşilçam” başlığını taşıyordu. O yıllarda Yeşilçam’da tuhaf bir biçimde kilise ve Hıristiyan azınlıklarla ilgili filmler ortaya çıkıvermişti. Bu filmlerin hiçbiri tarihi ve felsefi bağlamlarına oturtulmuş değildi. Alelacele yazılmış senaryolarlar çekilmiş; gerçekte hiç varolmamış bir dini-kültürel arka planla, hayal gücünden mahrum, şiiri ve estetiği olmayan özenti filmlerdi. Güya hümanist bir yaklaşım sergiliyorlardı.
Bu filmlerin Türk seyircisi için değil Avrupa’da katılacakları festivallerde ödül almaları umuduyla çekildiği hemen belli oluyordu. Fakat o kadar pejmürde ve o kadar iğreti bir duruşları ve bir o kadar sakil özentilikleri vardı ki... Avrupalı sinemacıları bir yana bırakın en gerçek jüri olan halk bile (burada bizim Türk halkı) yapaylığın hemen farkına varmış ve bu filmleri gişede mahkûm etmişti...
O zaman da içim sızlayarak yazmıştım, şimdi de yazıyorum: Bu coğrafyayı ve onun kültürel-tarihi geçmişini, Oryantalistler’den aşırma bir bakış açısı ile anlatmak, ancak Hz. İsa’nın barışçılığını ve diğergamlığını Engizisyon ateşinde yakıp bitirmiş olan kiliselerin aynı Engisizyon mantığı ile düzenledikleri ödüllerden başka bir şey kazandırmaz. Üstelik kilise ödülleri filmler benzerlerinin en iyisi filan olduğu için değil, işlerine geldiği için verilir.
Oysa takip edilecek tek yol var: Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi milletin tarafına geçin ve onu yüceltin... Onun, milletimizi kulluktan, tarihini yok oluştan, kültürünü silinmekten kurtarışı gibi... Sizler de sanat alanında milletinizi kurban etmekten vazgeçin ve dünya sanatının eşit bireyleri düzeyinde temsil etmeye gayret edin... İnanın o zaman devleşirsiniz... Ödül almak için debelenmek yerine ödül vericileri peşinizden koşturur hale getirirsiniz.
Oysa bugün hâlâ öğretmeninin karşısına kötü ödevlerle çıkıp azar işiten, sonra da incinen gururu birazcık okşanmak istendiği için gıdısı, başı ve yanağı okşanan zavallı ve düşkün ilkokul çocuklar müsameresi oynanıyor!
(01.06.2007)
----------------------
Kurt Adamların İlk Ataları Soylu Macar Beyleri miydi?
UMMADIĞINIZ anda karşınıza bir film çıkıyor ve siz hayretler içinde kalabiliyorsunuz. Dünyanın en mükemmel filmi olduğu için mi şaşırıyorsunuz? Hayır! Sizin bilgilerinizle ve bu bilgilere dayanarak kafanızda kurduğunuz bazı tasavvurlarla uyuştuğu için... Yani bir tür “ben söylemiştim, ben düşünmüştüm” duygusu kaplıyor içinizi. Tıpkı Oscar kazanan Alman filmi “Başkalarının Hayatı”nda olduğu gibi: O filmi izledikten sonra da böyle bir duygu yaşamış, yazmıştım…
Türk sinemasının “ikonografik birikim” sorununu, Türk Edebiyatı Dergisi’nde Alien (Yaratık) filminin eleştirisini yazdığım bir yazıda ilk defa ben dile getirmiştim. Hatta bu konuda sinema yazarları neden, hiç fikir yürütmemişler, diye de hayretler içinde kalmıştım.
İkonografik birikimin ayaklarından birisi elbette dil, o dilin yarattığı edebiyat ve her tür sanat eseri ve o dili konuşan milletin yarattığı tarihtir. Fakat daha Osmanlı döneminde başlayan parça parça iktibasçılık, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün vefatından sonra Batı uygarlığını tümden iktibas etmeye dönüştü. Türk aydını ve sanatçısı kendi dilinden, efsanelerinden, tarihinden, masallarından, mitolojisinden uzaklaşarak bunun yerine “Pumuk Prenses ve Yedi Cüceler”, “Uyuyan Prenses” gibi pek çoğu Doğu masallarından ve kıssalarından aşırılan hikâyelerin Batı versiyonu içinde boğulup kaldı. Kendine ait olana yabancılaştı ve bugün bu yüzden Türk sanatı hâlâ bir “imitasyonculuk ekolü” olarak sürüp gitmektedir...
KAN VE ÇİKOLATA VE MİTOLOJİ
Yazımın başında beni etkilediğini belirttiğim film ise Kan ve Çikolata’dır. Bugün gösterime girecek Filmde Türk mitolojisinin ana hikâyelerinden Yaratılış ve Türeyiş öyküsü değiştirilerek işleniyor. Kan ve Çikolata, başlangıcı itibarı ile bildiğimiz “kurt adam” filmlerini andırsa da ilerledikçe ciddi bir çalışmanın ürünü, sağlam bir öykü ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.
Neticede daha sonra öğrendim ki, filmin senaryosu, Annette Curtis Klause’un “Blood and Chocolate” isimli romanından uyarlanmış... Bu bağlamda ilk önce romanın yazarını kutlamak gerekecek (ama henüz okumadığım için bunu yapmıyorum. Çünkü bazen roman ile uyarlaması olan senaryolar birbirlerinden farklı olabiliyor).
Kan ve Çikolata’da, Amerikan sinemasının ikonografik temellerinden uzaklaştırdığı “kurt adam” efsanesinin hakikati yavaş yavaş anlatılıyor. Vampir hikâyelerine dönüştürülmüş eski kurt adamların sadece söylenti olduğu, bir insanın ısırıldığında kurt adama dönüşmediği, tam aksine kurt adam olarak doğduğu ve öyle kaldığı anlatıldıktan sonra sıkı durun iş nereye geliyor.
Filmin kahramanlarından dişi kurdumuz (yani Aşna) Vivian Gandillon, Bükreş’te eski sanat eserlerini inceleyen sanatçı Aiden Galvin’i, Macar Beyleri tarafından kurulan Bükreş Kalesi’nin kurt heykelleriyle dolu terasına götürür ve ona şöyle der: “Burayı atalarımız soylu Macar Beyleri kurdular. Onlar da kurt soyundan geliyorlardı!”
Aiden Galvin ise bir sonraki çizgi romanı için mitolojideki “loup garoux” (şekil değiştirenler olarak geçen insan bedeninden kurt bedenine dönüşme gücüne sahip insanlar) efsanesini incelemektedir. Böylece Vivian, tarihteki Macar (yani Türk) ataları hakkında ilginç bilgiler verir ve filmin finalinde dişi bir “bozkurt”a dönüşerek âşık olduğu Aiden’i kurtarır. Onunla birlikte Bükreş sokaklarından öldürdükleri kötü kurt adamların başkanının arabası ile geçerken çok ilginç bir şey gözlemleriz. Bütün Bükreş halkı onları lider sanarak kurt selamı ile selamlamaktadır (Bu selamın siyasi selamlama şekli ile alakası yoktur).
Ve Vivian bir kere daha ilginç bir şey söyler: “İşte bunlar benim insanlarım!”
Bu kadar ciddi göndermelerine rağmen Kan ve Çikolota’nın Türk mitolojisinden yola çıktığını ve ikonografik olarak Türk tarihini, destanlarını kullandığını söyleyebilir miyiz? Etkilenmek ve ödünç almak anlamında evet. Fakat benim ısrarla yazdığım başka bir şey. Ana dili Türkçe olan ve bu dili konuşan atalarının yarattığı tarihe bu dille gidip günümüze dönebilen sanatçıların yarattığı eserlerde kullanılacak ikonografik birikimden söz ediyorum...
Bu bağlamda mesela Adile Ayda’nın Türkler’in İlk Ataları, Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’nun Türk Destan Kahramanları, Dede Korkut Kitabı gibi eserler yanından, sözlü destan geleneklerine göz atıldığında ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Çandarlıoğlu’nu kitabında anlatılan Dilşad Hatun hikâyesi buna en güzel örneklerden biridir. Çandarlıoğlu, Dilşad Hatun ve Çin İmparatoru’nun ona olan aşkını anlattıktan sonra şu bilgileri verir:
“Dilşad Hatun yıllardan beri romancıları ilham kaynağı olmaktadır. Hakkında pek çok makaleler, romanlar (Sui Cien Sin, Şiang-Fei; Pearl Buck, Imperial Woman) yazılmış, hatta Japonlar bu konu ile ilgili bir de film çevirmişlerdir.”
Ana dili Türkçe olan bütün Türk sanatçıları muhakkak ki, kendi milli birikimlerini öğrenip bu dilin boyunlarına borç kıldıkları ile baş edebilme gücünü kendilerinde bulmalıdırlar. Batı’nın ürettiği sanat eserlerini taklitle başlayıp kültürel yabancılaşmanın tamamlanmasından sonra artık güya onları harekete geçiren düşüncelerden yola çıkarak eser ürettiklerini sananlar da büyük bir yanılgı içindedirler. Bir kültürün özü olan şiir nasıl bir başka dile çevrilemezse, bir ulusu ve medeniyeti yapan özü de ana dili farklı olanlar asla özümseyemezler.
coskuncokyigit@gmail.com
(08.06.2007)
--------------------------
Quentin Tarantino’nun Son Filmi Eski Hollywood’dan Bir Kolaj
İLK aklıma gelen içindeki sürücüsü görünmeyen bir kamyonun saatte 80 mili aşamayan bir adamcağızı kovaladığı o meşum film (adı neydi?) oldu. Sonra acımasız takip ve kovalamaca filmleri. Kızların Amerika’nın ücra bir motelinde diri diri doğrandığı filmleri de çağrıştırıyor. Sonra sapık seri katilleri anlatan filmler... Ama bu sefer silahı bıçak, tabanca veya tıbbi kesiciler değil, basbayağı otomobil olan bir seri katil...
Filmin konusunu anlatsam daha izlemeden kafanızdan binbir türlü Amerikan filmi geçer. Arsız, ahlaken düşkün, -ülkemizde pavyonda konsomatris kızların yaptığını kendi hayatlarında erkeklere uygulayarak- bedava içki içen kalitesiz ama bacakları, popoları yerinde kızlar.
Cinsi bakımdan kifeyetsiz otomobilli seri katilimiz ise tatmininin bu kızları hazırlıksız bir biçimde saatte 300 kilometre bir hızla gerçekleşen çarpışmalarla biçerek sağlıyor... Üstelik çok akıllı. Alkol almıyor. Geride daima lehinde ifade verecek tanıklar bırakıyor veya tam tersi, hiç tanık olmayan yerlerde işliyor cinayetini...
Sevgili okuyucum Tarantino basit bir hikâyeyi bir tür kolaja dönüştürmüş ama aynı zamanda orijinal kılmayı başarmış. Filmi soluksuz izliyorsunuz. Herhalde onun bu kadar sevilmesinin sebebi bu olsa gerek. Ölüm Geçirmez filmini kaçırmamanızı tavsiye ederim..
YEŞİLÇAM ÜZERİNE BİRKAÇ SATIR DAHA
Geçen gün bir arkadaşım eski bir Yeşilçam filmini seyretmiş, beni aradı. Dedi ki: “Filmdeki diyalogların akıcılığına, sahnelerin düzenine hayran kaldım. Yahu eskiden sinemamız daha mı iyiymiş ne?” Bu konuda daha önce yazdığım yazıları hatırlatttım ve seyrettiği türdeki filmlerin genellikle Hollywood yapımlarından “araklama” olduğunu tekrarladım. İnanmak istemedi. En son ne zaman yazdım bilmiyorum ama yeniden ifade edeyim, Nijat Özön’ün Sinema Uygulayımı, Sanatı, Tarihi kitabının 1985 tarihli baskısının 333’üncü sayfasından itibaren hızlı bir göz gezdirme bile çok temel bilgiler verir... Mesela sinema ve tiyatromuzun kurucu atası sayılan ve çok çok büyütülen Muhsin Ertuğrul’u ele alalım: Kız Kulesi’nde Bir Facia, Gardiens de phare isimli oyundan; Bir Gece Faciası, La terre inhumaine isimli oyundan; Tosun Paşa, Bichon’dan; Akasya Palas, La puce a l’oreille isimli oyundan... Bu uyarlamalar sinemamızın Muhsin Ertuğrul’un itibarından eksilte eksilte çoğalıp gidiyor.
Söz konusu bu uyarlama geleneği sinemayı sinema yapan bütün alanlarda uygulandı. Görüntüleme, hikâye etme, dramanın kurgulanışı, makyaj, dekor... gibi. Aslında hem tarihi, hem siyasi ve hem de sosyal olarak pek çok hikâyeye sahip bulunan hayatımıza ait yaklaşımın neden bir taklit sinemasına indirgendiği tipik bir sorudur ve ciddi bir akademik incelemeyi gerektirir... Fakat burada Nijat Özön’ün daha sonra isabetli bir biçimde Yeşilçam adı verilen Türk sineması hakkındaki şu ilk dönem tespitini tekrarlamakta fayda var:
“Şehir Tiyatrosu Okulu, oyun ya da film olarak çoğunlukla, en bayağı çeşitten Fransız, Alman vodvillerini; Fransız, Alman operetlerini, en ağdalı Alman melodramlarını, yalnız kişi ve yer adlarını değiştirerek alıcı (kamera) önüne taşıdı. Bunun gibi tiyatronun bezem (dekor), oyun, makyaj, diksiyon vb. öğelerini de aynı anlayışla olduğu gibi sinemaya getirdi. Tiyatronun derme çatma kontrplaklı, bezli, boyama bezemleri (dekorları) olduğu gibi alıcı önüne çıkardı. Tiyatrodaki makyajın sinemada gülünç düşeceği düşünülmedi; oysa çocukların bile farkına vardıkları bu iğreti saç, sakal, bıyık izleyicilerin sürekli alay konusu oldu. Bu okulun, görünçlükte (kamera vizörü demek istiyor galiba) bile genellikle aşırı, ölçü dışı olan oyunu, sinemada birkaç katıyla kendini gösterdi.”
Başlangıcı bu şekilde olan sinema macerasının gelip dayandığı yer elbette ki, bir milli (ulusal) sinema değil Yeşilçam Sineması oldu. Yeşilçam, ilk dönemden itibaren oluşturulan iyi ve kötü birikimleri nesiller boyu aktararak 1970’lere kadar getirdi.
Oyuncular, sinemayı yapan yönetmen, yapımcı ve senaryo yazarlarının umduklarının aksine bir biçimde hayatımızda yer ettiler. Özel hayatlarından her ne kadar canlandırdıkları Hollywood sinemasından uyarlama hayatın bir parçası ve onun karakterleri gibi olmaya çalıştılarsa da halk tarafından özel hayatlarındaki züppe ve taklitçi kişilikleriyle değil, filmlerindeki naif ve insani yönü ağır basan, acı çeken, mutluluk için çırpınan yanlarıyla algılanıp benimsendiler.
Yeşilçam, 70’li yıllarda seks filmleri, 80’li yıllarda “kriz-entelektüel” filmleri ile yediği darbe sonucu bir daha ayağa kalkamayacak biçimde ağır yaralar aldı ve bir hatıra oldu. Bugün sinemamız çok daha ciddi bir krizle karşı karşıya bulunuyor. Yeşilçam bütün zaaflarına ve kusurlarına rağmen bizim hayatımıza daha yakın bir çatıydı. Bu çatı yıkıldıktan sonra önce gecekondular peyda oldu. Ardından da tıpkı Boğaziçi’nin üstüne birer heyüla gibi yığılan Amerikanvari gökdelenler gibi garip binalar dikilmeye başlandı.
coskuncokyigit@gmail.com
(15.06.2007)
--------------------------------
Engin Yiğitgil Basına, “Vur Fakat Dinle” Dedi
KANDİLLİ’deki Adile Sultan Sarayı’nda geçen salı gecesi gerçekleştirilen ‘44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ tanıtımına TÜRSAK Yönetim Kurulu Üyesi Necip Sarıcaoğlu’nun davetlisi olarak katıldım! Çünkü bu defaki geleneksel tanıtım toplantısının davetiyesi bana gönderilmemişti (TÜRSAK’tan mı yoksa AKSAV’dan mı kaynaklandı bilemiyorum!).
Bunun sebepleri üzerinde durmayacağım. Çünkü Necip Bey çok sade bir açıklama yaptı: “Mutlaka karışıklık olmuştur, çünkü ne Engin Bey, ne de TÜRSAK seninle ilgili böyle nakıs iş yapmazlar. Bu tanıtım toplantısına mutlaka gel, benim davetlimsin.”
Gittim.
Engin Yiğitgil tüm misafirlerini her zamanki nezaketi ile karşıladı ve basın toplantısı başladı. TÜRSAK Başkanı, geçmiş film festivalleri hakkında basına yansıyan olumsuz yaklaşımlardan ne kadar üzüntü duyduğunu sitemkâr bir biçimde anlattı: Basının özgür olduğunu, gazetecilerin istedikleri gibi eleştiriler yapabileceğini ancak iyi işleyen tarafların da görmezden gelinmemesi gerektiğini vurguladı. Yiğitgil konuşurken aklım bir yandan da eski defterleri karıştırmaya başladı.
Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi’nin Kültür Sanat Servisi’ni yönetirken TÜRSAK ekibi ile yaptığımız çalışmaları hatırladım. TÜRSAK’ın basındaki en önde gelen destekçilerinden biri, belki de birincisi bendim. Üstelik daha o zaman Antalya Film Festivali’nin sorumluluğu da bu kurumun uhdesinde değildi.
Antalya işi başladığında, TÜRSAK ve Başkanı Engin Yiğitgil hakkında boy boy haberler, röportajlar yayımlamaya devam ettim. Antalya Büyükşehir Belediyesi ve AKSAV Başkanı Menderes Türel ile işbirliğimiz ise TÜRSAK’tan aşağı kalmıyordu. Bir kere Engin Yiğitgil röportajı yayımlıyorsam hemen ertesi hafta Menderes Bey ile yaptığım bir röportaj sayfalarımda yerini buluyordu.
Büyü neden ve nasıl bozuldu?
Bunu daha önce yazdığım ve aradan çok zaman geçtiği için tekrar etmeyeceğim. Bunun yerine Menderes Türel ve Engin Yiğitgil’in bir yaklaşımından yola çıkarak geleceğe bakmayı tercih edeceğim: “Eleştirilere katlanabiliriz ancak ‘değişim’in farkına varmanız şartıyla”. Söz tam bu şekilde değilse bile bu mealdeydi. Evet sihirli kelime buydu: Değişimin farkına varmak!
Soylu bilgelerin dediği gibi “Bir nehirde iki defa yıkanılamaz!”
Nitekim Altın Portakal, 41 yıl boyunca aynı mecrada akmış, kendi içinde çeşitli dönüşümler yaşamış ama hiçbir zaman TÜRSAK ve AKSAV işbirliği sonucu ortaya çıkan radikal değişimin yanına yaklaşamamıştı. Bu değişimde TÜRSAK’ın dünyanın çeşitli festivallerini sürekli takip etmesi ve Türkiye içinde neredeyse hemen her dalda sinema etkinliklerine imza atması gibi iki önemli tecrübenin bulunduğu yabana atılamayacak kadar önemlidir.
Evet ilk seneler itibarıyla aksaklıklar yaşanacaktı ama hataların zaman içinde düzeltilmemesi eşyanın tabiatına aykırı olacaktı. Bunları düşündükçe bazı durumlarda kantarın topuzunu kaçırdığımı hissetmeme rağmen, “Gerçekler, dünyanın en ücra köşesindeki gazetecilerin yazılarını yayınlatabildiği zaman ortaya çıkar!” düsturuna inanmış biri olarak bundan sonraki festivallerde de eleştirme ve gerçekleri yazma hakkımı saklı tuttuğumu ifade etmeliyim.
Nitekim tanıtım toplantısında iki dostu, Engin Yiğitgil ile Necip Sarıcaoğlu’nu bir araya getirdiğimde hususi bir sohbete şahit oldum. Engin Bey bir andan benim yanında olduğumu unutarak, para sıkıntısı çektiklerini, bu daveti bile TÜRSAB’ın hamiyetperver başkanı Başaran Ulusoy’un düzenlediğini söyleyince dayanamadım ve Engin Bey’e “Bunları yazmama izin var mı?” diye sordum. Çünkü Engin Bey ile olan ‘ağır yaralı dostluğumuz’, bırakın nekâhet dönemini, daha komadan bile çıkmamıştı!
Engin Bey, “Sanki yazmak için bugüne kadar izin istedin de!” diyerek beni duygulandıran bir cevap verdi. Duygulandım çünkü bu sitemde aynı zamanda benim bağımsız ve özgür düşünceli bir yazar olduğum fikri de içrekti!
TÜRSAK sahiden de maddi sıkıntı çekiyor olabilir miydi? Neden olmasın? Aksi ispatlanana kadar bu ifadeye inanmak bir ahlaki borç. Ama eğer gerçekten bu kadar maddi sıkıntı içinde bu kadar yüksekte uçabilen bir festival çıkarılabiliyorsa, “fevkalade bir başarı” demekten başka bir söz kalmıyor...
coskuncokyigit@gmail.com
(23.06.2007)
-------------------------------
Kestane Ağacının Altında Sen Beni Sattın, Ben Seni
TELEVİZYON kanallarının birinde “Hatırla Sevgili” isimli bir dizi oynuyor. Pek çok meraklısı var. Doğrusunu söylemek gerekirse bizim evde de takip ediliyor. Bazı sahnelerde bilirkişi olarak bana müracaat ediliyor! Bunlardan biri de rahmetli Necip Fazıl’ın gösterildiği sahnelerden biriydi. Seyrettim ve bir kaç defa pek yakınında bulunduğum Necip Fazıl gerçeğine hiç uymadığını gördüm. Oğluma ve eşime anlattım. Daha sonra bir gece Sorti’de Beynelmilel’in Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film seçilmesi sebebiyle SİYAD üyelerine verilen bir davette, dizideki sağcı genç Yaşar’ı oynayan Umut Kurt ile karşılaştım ve ona anlattım. Bir başka gece Ayda Aksel ile karşılaştığımda ona da uzun uzun hikâye ettim.
Dizide Necip Fazıl’ı kendini kasan, neredeyse bütün gövdesiyle dönen, elini öptüren şişmana yakın dolgun fizikli bir tipmiş gibi anlatma gafletine düşmüşler. Oysa Necip Fazıl, kendini modernizmi hazmetmiş sanan pek çok insandan daha fazla moderndi. Hatta bunda o kadar ileri gitmişti ki, onun kişilik olarak Postmodern ilk Türk sanatçısı diye tarif etmek abartılı olmaz.
Bir kaç defa evine gittim, elini öpmek için hamle ettim fakat aynen şöyle dedi:
“El öptürmek bizim âdetimizden değildir!”
Sonra Necip Fazıl çok zayıf bir fiziğe sahipti. Yüzünde tiki vardı. Yanlış hatırlamıyorsam sol gözündeydi bu tik. Sigarasından herkese ikram ederdi, bu doğru. Ama bir dizi bağlamında Necip Fazıl’ı bu kadarcık bir yere hapsetmek beni fazlası ile rahatsız etti.
Nâzım Hikmet’i Sultanahmet Cezaevi’nde ziyaret edip, onun, o dönemdeki baskıcı rejim yüzünden eziyet çekip haksız yere hapis yatmasına gönlünün razı olmadığını söyleyen şairi dizinin solcu yapımcıları, sırf bu centilmenliği sebebiyle bile daha ciddi biçimde değerlendirebilirlerdi.
Asıl dikkatimi çeken ve beni üzen konu ise Türkçeyi en iyi biçimde kullanmış olan bazı yazarlarımızın gençlikten esirgenmesi… Necip Fazıl, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar zaten kültür fukarası olan lise ve üniversite öğrencilerinden neden saklanıyor! Neden sadece belli başlı yazarlar pompalanıyor da Türkçenin kelime hazinesinden faydalanarak en mükemmel cümleler ve mısralar meydana getirmiş bu yazarlar yokmuş gibi davranılıyor?
Peyami Safa’nın Türk romancıları içinde en fazla kelime kullanan yazar olduğunu kaç gencimiz biliyor acaba diyecektim ki, bundan hemen vazgeçiyorum. Çünkü bugün sokağa çıksak ve mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Peyami Safa, Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi Tanpınar kimdir?” diye sorsak emin olun bin kişiden ancak üç beşi cevap verebilir.
Buna karşılık herhangi bir Avrupa veya Brezilya futbol takımının oyuncularını sayar mısınız diye sorsanız bu sayı 900’lere fırlayabilir!
Böylesi bir kültür fukaralığı içinde varsa yoksa Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Altan, Perihan Mağden muhabbeti doğrusunu söylemek gerekirse bana Kuzey Kutbu’nda kırılan buzların birinin üstünde kalakalmış Kutup Ayısı’nı hatırlatıyor!
ÖYLEYSE NE YAPMALI?
Kimseye tavsiye verecek halim yok ama mesela benim en büyük hayallerimden biri Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı ve Matmezel Noraliye’nin Koltuğu; Necip Fazıl’ın Babıali ve Hikâyelerim; Fikret Adil’in Asmalımescit 74 isimli kitaplarından yola çıkarak modern edebiyatımızı ve sanat hayatımızı kuran büyük şahsiyetleri hiçbir politik sapağa sapmadan ve yüceltip cüceltme illetine tutulmadan sinemaya aktarmaktır (Bu isim ve eserleri daha da çoğaltılabilir elbette).
Bunun için para yatıracak bir yapımcı varsa Türk kültürüne inanılmaz derecede büyük bir iyilik yapacağını düşünerek hemen yola çıkmalıdır. Çünkü bugünkü Türk gençliğinin fantastik ve sanal kahramanları olmadığı gibi ortaöğretim ve üniversite hayatı boyunca kendine pompalanan Batılı yazarların karşısına koyacağı isimler de giderek unutturulmaktadır.
Aslına bakarsanız Batılılaşma sürecinden sonraki entelektüel hayatımızın pek çok fantastik yanı ve mutlaka anlatılması ve unutturulmaması gereken zengin birikimde bulunmaktadır. Siyasi ve sosyal değişimler sanatçılarımızın hayatlarında o kadar farklı tesirler yaratmıştır ki, sadece bunların işlenmesi bile gençlerimize yakın tarihimizin iç dinamikleri hakkında fikir verebilir. Bu yazımı bizzat Attilâ İlhan’dan dinlediğim bir hatıra ile bitireyim, belki ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim:
TAKSİM GEZİ’DE PARİS’İ YAD ETMEK
“Paris’e kaçak gitmiş, kaçak yaşıyordum. O sıralar Nâzım Hikmet’i kimse tanımıyordu. Arkadaşlarla bir araya geldik ve ‘Onu nasıl tanıtırız?’ diye düşünürken bir Fransız arkadaş bize akıl verdi. ‘Müzikli bir toplantı yaparsanız, herkes gelir!’ Peki Türk müziğini yapacakları nereden bulacaktık? Solcu bir Ermeni arkadaşımız ‘Bizimkiler burada bir ekip kurdular, Onlarla yaparız’ dedi, kabul ettik. Gerçekten de Türkiye’den gitmiş Ermeniler bizi utandırmadılar. Bu arada bize yardım eden Romanyalı şair Tristan Tzara dedi ki, ‘Attilâ sen de Nâzım’ın bir iki Türkçe şiirini hazırla oku ki, ondaki sesin ne olduğunu anlasınlar.’ Eyvah dedim. Şimdi kaçak gelmiş kaçak yaşıyorum, ne olacak. Çare mi? Takma isimle takdim edilecektim.
ADIM ‘AHMET BALTACÎ’ OLDU
Fakat o da ne, bana sıra geldi ama Tristan Tzara bir önündeki kâğıtlara, bir bana bakıyor. Meğer takma ismimi unutmuş. Bir şeyler uydurdu ve beni, ‘Nâzım’ın şiirlerini okuyacak olan genç Türk şair Ahmet Baltacî’ diye takdim etti. Sahneye çıktım karşımda kimi gördüm dersiniz! Mehmet Kaplan’ı! İçimden, eyvah, dedim. Şimdi ya bu beni ‘Nâzım’ın şiirini okudu’ diye elçiliğe ihbar ederse diye çok korktum. Fransa’dan dönene kadar bu korku ile yaşadım.
Ankara’da bulunduğum bir sıra Mehmet Çınarlı’nın Hisar Dergisi çevresinden biri ile sohbet ederken bunu anlattım. Adam gülmeye başladı. Neden güldüğünü sordum: ‘Hoca da yıllarca ya Attilâ İlhan beni, Komünist Nâzım’ın Fransa’daki tanıtma toplantısına katıldı diye ihbar ederse diye korkmuş..”
NOT: Attilâ İlhan rahmetli vefat etmeden önce 2003 veya 2004’te, çok sevdiğim bir arkadaşım Taksim Gezi Pastanesi’nde onunla buluşacaklarını söyledi. Tabii o sohbete ben de iştirak ettim. İşte yukarıdaki hatırayı rahmetli İlhan bir “Soğuk Savaş Dönemi” hatırası diye anlattı!
(29.06.2007)
-------------------------------------------------
Yanılıyorsam Arap Olayım da Steven Spielberg Beni Korusun
TRANSFORMER filmini izlerken yeni nesil sinema meraklılarından bazıları da bizimleydi. Film boyunca içimde duyduğum sıkıntıyı size anlatamam. Fakat o ne? Benim sıkıntıdan patladığım sahnelerde bu yeni nesil sinema meraklıları huşu içinde film seyretmiyorlar mı? O dakika anladım… Gerçekten çağdaş uygarlık düzeyini aşmış ülkelerin kültürleri hem bir dönüşüm geçiriyor, hem de ‘dönüştürmeyi’ gerçekleştiriyor.
Bu ‘dönüştürme’ hakikatini yaparken, kendi gençlerinin zihinlerine, hoşlandıkları içi boş aksiyon filmleri marifetiyle, ‘geleneksel kültürleri’nin kalıplarını yerleştirmek başta geliyor. Hikâye her ne kadar ‘transformer’ların makinalar olduğunu anlatsa da üçüncü dünya ülkelerinin sömürge vatandaşı zihniyetli seyircileri bu ‘dönüştürülme’ eyleminden nasiplerini alıyorlar. Çünkü Transformers filminin aslı olan çizgi filmi, tüm dünya sinemalarında olduğu gibi bizim ülkemiz televizyonrlarında da yayınlanıyor. Üstelik ummadığımız kadar büyük bir seyirci kitlesi yaratmış durumda…
FİLME DÖNÜP YAKINDAN BAKARSAK
Katar’da ortaya çıkan ve Amerikan ordusunu perişan eden esrarengiz bir güç karşısında dünya şaşkına döner. (Nasıl demeyin. Bütün Hollywood filmlerinde dünya Amerika’dan ibarettir. Geri kalan milletler Tarzan’ın maymunu Çita mesabesindedir!) Savunma Bakanlığı bu işi araştırırken dedesi Kuzey Kutbu’nu keşfeden Sam (sadece Amca’sı eksik) aldığı arabanın kendiliğinden robota döndüğünü keşfeder.
Âşık olduğu Mikaela (Semavi dinlerde tabiat olaylarını idare ettiği bildirilen büyük meleklerden Mikail’in isminin müennesine, yani dişileştirilmişine ne kadar benziyor!) ile el ele vererek dünya dışından gelen iyi ve kötü robotların savaşındaki yerlerini alırlar.
Peki, yaşayan dolayısıyla enerjiye ihtiyaç duyan, akıllı ve öldürülebilir bu robotlar dünyaya neden gelmişlerdir? ‘Energon Cubes’ (Enerji Küpleri) dedikleri uzaydan gelen bir çift küpten kalanının peşine düşmüşlerdir. (Peki küp ile Ka’be arasında bir ilişki var mıdır sizce? Her ikisi de sekiz yüzlüdür ve kelime olarak aynı kökten gelmektedir!)
Filmde uzaylı robotların aradığı Enerji Küpü, Amerika’da bir yeraltı üssünde saklanmaktadır ve atıl haldedir!
Bütün bunları uzun uzun neden mi anlatıyorum? Görünüşte bu kadar çocuksu bir aksiyon filmine hem ‘Arapların koruyucusu Amerikalılardır’ fikrini koymak; hem doğrudan Ka’be’yi çağrıştıran ve üzerinde Arapça harfler olan Allspark’ı (Energon Cubes) neredeyse başrole yerleştirmek ve hem de Sam (Amca) ile Mikaela aşkını oturtmak gibi çok ciddi ögeler neden konulsun ki?
Muhtemelen şu sebeplerledir: Garip animasyonlarla beyinleri çürütülen yeni nesil gençliğe ‘Bakın sizin sevdiğiniz robotlar ile enerji için neler yapıyor! Bu yüzden biz de Irak’ı işgalde haklıyız.
İki: Küp’ü (yani enerjiyi) biz ele geçirmeseydik kötü robotlar (düşman ülkeler) ele geçireceklerdi.
Üç: Amerika ile İsrail aslında iki farklı inanç ve kültür ama aynı amaç için hareket ediyorlar. Bu yüzden de birbirlerini sevmelerinde mahsur yoktur…
Dört: Bu 160 milyon dolar bütçeli Transformers, safdil sinema yazarlarının sandığı gibi ‘oyucak araba satışlarını artırmak için’ yapılmış olamaz… Bu Birinci Dünya Savaşı’nın emperyalist gayelerle değil, Avusturya veliahtını öldüren bir Sırp milliyetçisi yüzünden çıktığına inanmak kadar safdillik olur çünkü!
(06.07.2007)
----------------------------
Düşünce Tarihimiz Hakkında Politik Filmler Yapılacak mı?
İNSANOĞLU bazen aklının ucundan bile geçmeyen bir sohbete dalıveriyor. Koskocaman makamları işgal eden kişilerin cahaletleri karşısında küçük dilini yutacak gibi oluyor. Cahaletin sebebi okumamak ve cemaat (kanaat) önderlerinin ağzından çıkanları papağan gibi ezberleyip tekrarlamaktan kaynaklanıyor.
Bir gazeteci arkadaşımı ziyaretet gittim. Kakuleli çay içebilmek için bir üst kattaki filanca derginin müdürünün yayına çıktık.
Seçim sathı meyilindeyiz ya, sohbet gelip siyasete dayandı. Gündelik siyasetin gerginliğinden sıtkım sıyrıldığı için sohbete biraz daha seviye kazandırmak isterken iş tamamen çıkmaza saplandı. Karşımdaki (……) dergisinin kerli ferli müdürü zır cahil çıkmaz mı! “Yandım anam!” Dedim fakat kaçacak yer yok: ilk ikram edilen çay daha yarısına gelmiş; beni bu adamın karşısına getiren arkadaşım, sanki mabadına iğne batıyor gibi kımıl kımıl: sert bir tepki gösterir de onu zor durumda bırakırım diye…
Sıktım dişimi.
Büyük müdürcük diyor ki, “İttihat ve Terakki’nin Türkçülük anlayışı Osmanlıyı parçaladığı gibi, bugün hâlâ onun sıkıntısını çekiyoruz!”
Şimde gelin de -afedersiniz- merkepleri durdurmak için söylenen sözü söylemeyin! Söyleyemiyorum…
Bunun yerine olayın tam tersi biçimde cereyan ettiğini, Osmanlı aydınlarının başlangıçta, Sırp, Bulgar, Yunan, Arnavut, Ermeni ve Arap milliyetçilerinin imparatorluğu dağıtmalarına mani olmak için imkânsız bir işe soyunarak “Osmanlıcılık” kavramını icat ettiklerini, bunun fayda etmemesi üzerine, çok sonraları Türk milliyetçiliğine sarılmaktan başka çareleri kalmadığını söyledim.
Adam, Nuh diyor, peygamber demiyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü cemaat lideri ona böyle öğretmiş, o da aynı şekilde tekrarlıyor. Merhum Ziya Gökalp’in “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” şeklinde özetlediği vaziyet…
Bu dergi müdürüne, Yahya Kemal gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarını tek tek tanıyan güvenilir bir yazarımızın hatıralırında durumun bambaşka anlatıldığını aktarıyorum… Yine de para etmiyor…
YAYHAY KEMAL NE DİYOR?
Yahya Kemal’in Siyâsî ve Edebî Portreler kitabında, “Selânik Türklerinden âbânî sarıklı bir ağanın oğlu” dediği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından Dr. Nazım’ı anlatırken şöyle der:
“Ben Sciences politiques mektebinde okuyordum. Türkçülüğü his ve kabûl etmiştim. Fikrimi Nâzım’a açmıştım. Bu yeni fikir karşısında Nâzım birdenbire ayaklandı. Osmanlılıktan ayrılmanın, koca ülkeleri bırakarak, Türk bir devlet olmanın sarâhatle ihânet olacağını bağıra bağıra söyledi. Namık Kemal Bey’in o muğlâk İslâm ve Osmanlı milliyetperverliğinden bir adım öteye adım atamıyordu. Türk kelimesini o zaman hiç sevmiyordu. İkimiz de Rumeli’li olduğumuz için bilhassa Rumeli’ye göre Türkçülüğü müthiş muzır görüyordu.”
Yahya Kemal’in birinci elden bu şahadeti gösteriyor ki, cehalet arşı âlâya yükselmiş. Okumayan, dinlediğini anlamayan ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi çerçevesinde üretilen sürü mensuplarından etrafımızda o kadar çok miktarda bulunuyor ki, artık bunalıyoruz. Bu korkunç cehaletten doğan gergedanca inadı kırabilmek için sinemaya ve televizyon sinemacılığına çok iş düşüyor.
Bu işlerden biri de “görüntülü-sesli iletişim araçları“ ile beslenen yeni nesil gençliğe, Türk fikir tarihini anlatan ciddi ama aynı zamanda sinema sanatının temel sanat değerlerini ihmal etmeyen (yani didaktik olmayan) filmler üretmektir…
Dördüncü Murat ve Üçüncü Selim dönemleri bildiğiniz gibi hem tiyatro hem de televizyon filmi olarak hayata geçirilmişti. En azından bu iki filmi milat sayarak mesela II. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışından hareketle modernleşme sürecimizin hikâyelerini beyaz perdeye ve televizyon ekranlarına taşıyabiliriz.
“Peki bunlarını kaynağını nereden bulacağız?” diye sorabilirsiniz.
Elbette ki Kültür Bakanlığı ve Türkiye’yi Tanıtma Fonu gibi milli kuruluşlardan.
Mesela Kültür Bakanlığı, saçma sapan bir politika ile (bu politikasızlık anlamına geliyor) bir senaryo değerlendirme kurulu kurup, iyi kulis yapan veya bakanlıkta adamı olan firmaların senaryolarına yüz milyonlarca lira aktaracağına, kendi belirleyeceği konularda yazılan senaryolara para yatırarak böyle bir hizmeti başlatabilir.
Veya Türkiye’yi Tanıtma Fonu! Bakın bu fonun amaç maddesi ne diyor: “Madde 1- Bu kanunun amacı, memleketimizi yurtiçinde ve dışında çeşitli yönleriyle tanıtmakla görevli kuruluşların kaynaklarını artırmak, Türk kültür varlığının yayılmasını sağlamak, devlet arşiv hizmetlerini müessir hale getirmek, milletlerarası kamuoyunu memleketimizin menfaatleri istikametinde yönlendirmeye çalışmaktır.”
İnsanın aklına şu koca soru geliyor: Türk kültür varlığını kime tanıtacaksınız?
Çünkü bu milletin evlatları kendi modernleşme tarihlerinden bile habersizler… Önce yeni nesli eğitmeli değil miyiz! Hem de en popüler ve etkili yolla: Sinema ve televizyon filmleriyle…
coskuncokyigit@gmail.com
(13.07.2007)
----------------------------
Gerçek Bazen Umduğunuz Şekillerde Gerçekleşmiyor
TRANSFORMERS filmi hakkında önceki hafta yayımlanan eleştirimi okuyan bir okuyucum, sağolsun, beni eleştiren bir mail yollamış. İlginç bir yaklaşımı vardı. Onun için iletisini ve ona yazdığım cavabı sütunuma alıyorum:
Ama ondan önce bir başka yazımda daha kullandığım şu küçük alıntıyı terkarlayayım: “Los Angels’ı seviyorum. Hollywood’u seviyorum. Herkes plastik. Ben de plastik olmak istiyorum (Andy Warhol).”
Üstadı (!) kızdıran plastik bir dünya hakkında ne kadar çok konuşuyoruz diye düşünmeden de edemiyorum…
İşte e-mektup:
“Merhaba,
Transformers’la ilgili yazınızı okudum.
Hollywood’un sanayi atığı filmlerini ne de güzel Transformers başlığı altında toplamışsınız öyle! Amerikan sinema endüstrisinin bahsettiğiniz yönü yıllar önce keşfedilmemiş miydi bayım? Sinema beyin yıkama işlevini, sadece düşünmekten yoksun kişileri hipnotize ederek kullanılabilir ancak. Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz biz? Neden bu insanlar kendini geliştirerek, doğruyu yanlışı ayırt etme gücüne erişemiyor? Siz sorumluluğu Amerikan sinemasına atıyorsunuz ve kolaya kaçıyorsunuz. Peki asıl suçlunun onlar olduğuna emin misiniz? Kendini görsel bir cehalete bırakan, düşünmekten aciz insanların hiç mi suçu yok?
Bu arada filmin yönetmeni Michael Bay’in filmografisine bakmamış olmalısınız. Sanırım sizin dediğinize 1998 yılında çoktan başlamıştı.
Ve lütfen bu tür klişeye sığınmayın artık, yoksa batmakta olan geminin kaptanı olarak serin sulara gömüleceksiniz ama güvertede sizden başkası olmayacak.
Başarılar...”
OKUYUCUMA VERDİĞİM CEVAPTIR:
Dramatik ifadelerin gözlerimi yaşarttı!
Sürü halinde suyu geçerken timsahlara yem olan öküzlerden olmaktansa, okyanusta batan geminin kaptanı olmanın çok daha yüceltici olabileceğini de düşünebilirsiniz… Keskin sirke küpüne zarar bey!
Hollywood’un beyin yıkama işini tekrar tekrar ve hiç bıkmadan yaptığını sağır sultanlar ile kör ebeler bile biliyor ama bizim çocuklarımız bilmiyorlar.
Onları tekrar tekrar uyarmanın faydalı olabileceğini düşünmeye başlasanız iyi edersiniz…
Görsel kültürünün zenginliği içinde kaybolmuş adam!
Yazımla ilgilenip fikirlerinizi benimle paylaştığınız için tebrik ediyorum ama bu şekilde cephe açmak yerine daha sakin davranıp diyalog kurmak yolunu seçmenizi tavsiye ederim..
Dostça eleştiriler konusunda gayretli olacağını umut ediyorum.
Belki böylece beni de etkileyebilirsin...
Sinefil arkadaş!
İNSANOĞLU TUĞLA DEĞİL Kİ TIPATIP BİRBİRİNE BENZESİN
Bu haberleşmeden (mesajlaşma yerine kullanıyorum) aslında çok memnun oldum. Çünkü herkesin benim görebildiklerimi görebilmesi mümkün olmadığı gibi benim gibi düşünmesini de bekleyemem. Ama bir gerçek var ki, o da farklı farklı şeyler düşünen insanların diyalog içinde olmalarının faydası. Bunca yıldan beri birlikte film seyrettiğimiz Aslı Selçuk bile önceki gün bir öngösterimde, Antalya Film Festivali için Emrah Yücel tarafından yapılan afişe getirdiğim eleştiriyi dinledikten sonra çok farklı bir düşünme biçimim olduğunu söyledi.
Oysa ben onun da benim gibi düşünüyor olduğunu farzederek söylemiştim sözlerimi (o ulusalcı ben milliyetçiyim ya!).
Gerçek, bazen sandığınız gibi ‘gerçekleşmiyor’.
Gelecek hafta eğer bir aksilik çıkmazsa 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali afişini hangi bakımlardan eleştirdiğimi açıklayacağım…
(20.07.2007)
---------------------------
Hayatın Faniliğini İliklerimde Hissettiren Bir Kitap Okudum
BUGÜN sinemadan değil, hayatı pek çok film hikâyesine kaynaklık edebilecek bir insanın hatıralarından bahsedeceğim.
Üniversitede okuduğum yıllarda tarihi konulu yabancı filmleri izledikten sonra, “Bizim neden bu tür filmlerimiz yapılamıyor?” diye hayıflanırdım. Bu konuda benim gibi düşünen arkadaşlarla konuşurduk ve Osmanlı dönemi veya Selçuklular dönemi Anadolusu’nda Türklerin nasıl yaşadıklarına dair elimizde hiçbir ipucu olmadığından yakınırdık.
Çünkü bizde dil devrimi yüzünden birinci kaynaklara doğrudan ulaşamamak sorunu ile atalarımızın hatırat yazma geleneğinden nasiplerini almamış olmaları el ele verir, üstümüze kara bulut gibi çökerdi (Aslında kaynakları okumak için Osmanlıca öğrenmeme gayreti ve tembelliğimiz kara bulutun ta kendisiydi ya, neyse…).
Nitekim 90 yaşındaki sinemamızda, tarihimiz üzerine çekilen eski ve yeni filmlerin hemen tamamında görsel ikonografik birikim ile yazılı (edebiyat, şiir vs.) ikonografik birikimin sıkıntısını çekmiştir. Bu yüzden tarihi tiplerimiz ya ecüş bücüş ve komik veya tamamen Batı sinemasından kopyadır.
Günümüzde hatıra yazma geleneği her geçen gün artmakta, pek çok siyasetçi, gazeteci, edip, mesleğinde başarıya ulaşmış insan ve hatta sade vatandaşlarımız bile yaşadıklarını kaleme almakta.
Bunlardan biri de arkadaşım Avukat Niyazi Paksoy vasıtasıyla tanıdığım değerli Avukat Kayhan Selek Bey’dir.
Kayhan Bey, “Yargılanmayı göze alarak Yargılıyorum” adını verdiği hatıralarında ta anne-babasının evlenmesinden, çocukluğuna, Konya-Bozkır’ın acı yoksulluğu ve çaresizliğinden Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarına ve nihayet yıldızının parladığı günlere… Hem kendi hikâyesini, hem de bir anlamda Türk insanının nereden nereye geldiğinin serencamını anlatıyor.
Kayhan Bey’in en ısrarla üzerinde durduğu şey ise bütün bu yaşananlardan çok insan hayatının kısalığı gerçeği... Doğulu bir bilgenin dediği gibi “Gün akşamlıdır devletlim: işte geldik, işte gidiyoruz…” cümlesine sığacak kadar kısa hayatlarımızın son demlerinde yaşanan ve insanın ruhunu burkan bir idrak bu!
Kayhan Selek Bey’in kitabında derinden derine hissedilen ve insanı meyyus eden o duyguyu bilmem kitabı okuduğunuzda sizler de hissedecek misiniz?
Yazarın can Dostu Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un önsözü ile taçlanan kitabın isteme bilgileri şöyle:
0212 513 87 18 (faks) ve selek@92otmail.com.
LANET OLSUN SANA TARANTINO İĞRENÇSİN
Tarantino’nun (bu defa yapımcı olarak) Dehşet Gezegeni filminin ön gösterimine gittiğim için kendime o kadar kızdım ki, anlatamam. Belki yüzlercesi çekilmiş zombi filmlerinden, bilim kurgu türünden, belki biraz dolaylı biçimde siyasi taşlama içeren filmlerden, şuradan buradan çalınmış bir türler salatası gibi duruyor Dehşet Gezegeni. Filmin hakim rengi kırmızı: Kan, cerahat, kangren, iğrenç salyalar sel gibi akıyor… Fakat bu kan ve cerahat içinde Tarantino’nun ortaya koyduğu ilginç bir şey vardı:
Bir: Amerika’nın vatan kurtaran aslanlarının iğrenç ölümlerle gebermeleri (ki bunlardan biri film icabı Bin Ladin’i öldürmüştür ve bundan pişmanlık duymaktadır: “İkimiz de olmamamız gereken yerdeydik” diyor).
İki: Kadınları kullanış biçimi. Tarantino filmlerindeki neredeyse tüm erkekler, kadınları sadece seks makinesi gibi kullanmak isterken kadınlar bir şekilde erkeklerin silahlarına sahip olarak onları alt ediyor. Ama ilginç olan bu değil. İlginç olan, Tarantino’nun taraf tutmaması. Tam tersine bir erkek olarak, pek çok maço (kıro vs.) erkek gibi kadınları gerçekten ve inanarak apış arasına indirgiyor… Bundan zevk alıyor. Ama sonra gerçek hayatta olduğu gibi kadınların baskın çıkışını da yine aynı zevkle filmin içine koyuyor… Hatta film icabı kendisini bile aşağılak bir şekilde geberttirerek!
(27.07.2007)
-----------------------------
Hayatın Derine İşlemiş Anları Ölüm Anında Geri mi Gelir?
YEŞİLÇAM’ın klasik hikâyelerinde bilirsiniz, kız kerhanelerde-meyhanelerde sürterken birden yıldızı parlar... Çünkü hayatı bir melodram olarak başlar… Bir adam sokaklarda şarkı söyleyen o kızı keşfeder. Para ve şöhret peş peşe gelir vs. vs.
Edith Piaf’ın hayatını anlatan Kaldırım Serçesi (La Vie En Rose-La Mome) ilk bakışta tipik bir Yeşilçam hikâyesini andırıyor. Fakat biraz düşününce bütün o tür Yeşilçam senaryolarının Piaf’ın gerçekten yaşadığı hayattan çıkmış olabileceğini düşünüyorsunuz...
Aslında ben Piaf’ın yaşantısı ile Yeşilçam etkileşiminde kimin ne kadar payı olduğuna takılıp kalacak değilim. Filmin çapraz kurgusuna ve yönetmenin Serçe’yi ölüm döşeğinde verişteki acımasız ustalığına duyduğum hayranlığı anlatmayı bunlara tercih ederim… Bu sahnelerdeki ustalık o kadar ileri ki, neredeyse kendimi Piaf’ın yerinde sandım diyebilirim. İnsan hafızasının muhteşem gücü, ölüm anında bile yaşantımızın en derinimize işlemiş anlarını gözlerimizin önüne getirişi…
Bir yandan sahipken kıymetini bilemediğimiz şeylerin elimizden uçup gidişi veya ‘Kaza’nın onları bizden alıvermesi… Kaldırım Serçesi sadece bir ünlünün yaşantısını birebir veren basit biyografik bir öykü olmaktan çok daha fazla; insana ait geçek bir drama.
Piaf’ın yaşadıklar adeta ‘Kader’in ne kadar geçek olduğunu ispatlıyor. İzleyene kendi gerçeğine ait bir şeyler keşfedebileceğini hissettiriyor. Hatta bazı sahnelerde “Aman Tanrım! Ya bu benim başıma gelseydi!” diye korkuya bile kaplıyorsunuz…
Filmin bu geçekçi ve ürkütücü atmosferi yanında Piaf’ı meşhur eden şarkıları ise bir armağan olarak kulaklarınızın pasını siliyor. Bu şarkıların nasıl doğduğunu, nasıl ve hangi şartlarda okunduğunu, gerçek sanatın ve sanatçının 20. yüzyıl başındaki oluşumunu buluyorsunuz… Özetle modern sanatın asil ve çirkef taraflarını keşfetme imkânını da sunan bir yapımla buluşuyorsunuz.
Tek cümle ile: İç içe ve sürprizlerle dolu bir anlatım.
Bu bakımdan Olivier Dahan’ın yönettiği ve Marion Cotillard, Sylvie Testud, Pascal Greggory ile Emmanuelle Seigner’in oynadığı Kaldırım Serçesi (La Vie En Rose – La Mome), filmini mutlaka seyretmenizi tavsiye ederim.
(03.08.2007)
----------------------------
Anadolu Gezisi İntibaı Çorak Ülke: Türkiye!
SAYIN okuyucum! Kısa ve ümit kırıcı bir tatilden sonra yeniden birlikteyiz. Ümit kırıcı diyorum çünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar bir noktadan sonra insanda yaşama sevincinin yerini ümit kırıklığının almasında etkili oluyor.
Siyaset, sanat ve kültür hayatımızdaki iflah olmaz tekrarlar (kısır döngüler, fasit daireler... Ne derseniz artık) içimizdeki ümidi törpüleyip dururken başımıza bir de susuzluk belası çıkmasın mı?
İlkokulda bizlere Türkiye’mizin bir cennet vatan olduğu anlatılırdı. Her yanından şırıl şırıl suların aktığı, tarımda kendine yeten bir ülke olduğumuz ezberletilirdi. Gerçekten hiçbir şehrimizden susuzluktan ölenlere dair bir haber gelmezdi! Gerçi Ankara ve İstanbul’un sürekli içme ve kullanma suyu sorunu vardı ama bu neredeyse o şehirlerin çok kalabalık olması yüzünden oluşan bir yoksunluk sayılırdı...
Bir hafta süren Anadolu yolculuğum sırasında yollar boyunca Türkiye’nin nasıl kavruk bir ülkeye dönüşebileceğinin işaretlerini gördüm: Eskiden anızlar (ekin biçildikten sonra tarlada kalan köklü saplar) bile diz boyunu geçerdi. Şimdi ekinlerin boyu o kadar olmuş... Tarlalara giren biçerdöverler büyük güçlük çekmiş...
Türkiye’miz boydan boya bir çorak ülke olma tehdidi ile karşı karşıya...
Yollar boyunca başımı cama dayayıp iki yanımdan akıp giden Türkiye’yi seyrettim ve Thomas Stearns Eliot’ın “Çorak Ülke” şiirini düşündüm. Bu şiirin yazıldığı dili okuyacak ve anlayacak kadar bilmediğim için hayıflansam da tercümesinden edindiğim intiba ile Türkiye’mizin içinde bulunduğu maddi ve manevi şartlar arasında bağlantı kurdum.
Nasıl ki Türk insanı kendi manevi dünyasından, geleneklerinden (kültüründen), evrensel mesajlardan ve birikimden uzaklaştıkça kısırlaşıyorsa, ülkem de kendi doğasından koparılıyor, çoraklaştırılıyordu...
Bağrına zehir saçan fabrikalar dikerken ormanlarını cayır cayır yaktığımız, habitatını yok etmek için vahşice bir yarışa girdiğimiz ülkemiz tam bir “Çorak Ülke”ye dönüşüyordu...
Evet, bunun gerçek sebebi aptal bir taklitçilikle Batı uygarlığının maddi yanını kendi ülkemizde kurabileceğimizi sanmamızdan geçiyordu ama bu bir ülkeyi çoraklaştırmak için yeterli sebep değildi. Asıl sorun içimizdeki kuralılıktaydı... Biz, bize miras bırakılan manevi değerlerimizden uzaklaştıkça içi bomboş fakat dışı Batılı uygar insana benzeyen “şeylere” dönüştük ve işte sonuç: Çorak Türkiye... Diliyle, dininin algılama ve yaşama şekliyle, kültürü, sanatı ile çorak Türkiye...
Sahiden de iç karartıcı bir yazı bu fakat yollar boyunca içimde biriken gerçek duygulardan doğan bir yazı. Eğer yanıldığımı düşünen varsa Türkiye’mizin yollarında uzun yolculuklar yapsın. Bir zamanlar nazik ve üretken insanların yaşadığı Anadolu şehirlerine gitsinler ve oralarda yaşanan ruhi, fikri, etik, kültürel ve sosyal kısırlaşmayı kendi gözleri ile görüp akılları ile tartsınlar... Belki o zaman bana inanırlar...
(17.08.2007)
---------------------------------
İnsan Bazen Hayal Ettiği Müddetçe Ölür!
SİNEMADA iki tür beni daima rahatsız etmiştir. Bu iki türden hangisine ait bir film seyretmiş olursam olayım, kendimi taciz edilmiş gibi hissederim. Muhtemelen bu iki türün hangileri olduğunu anlamışsınızdır. Birisi pornografi, diğeri ise Hollywood tipi korku filmleridir...
Amerikan tarzı korku sinemasının yeni yönetmenlerinden Eli Roth ile ilk filmi Cabine Fever (Dehşetin Gözleri) filmiyle tanışmıştık. İnanılmaz derecede iğrenç bir film olarak kalmış aklımda. Bol bol kırmızı boya, kusmuk ve salyanın kullanıldığı bu filmden sonra adamcağızın ruhunda nasıl bir karanlık ve korku kümesi birikmiş olmalı ki Hostel ile arzı endam etti. Yanılmıyorsam birinci filmini Özen, Hostel’ı ise Warner Bros (WB) dağıtmıştı.
Bir yıl önce WB’nin Beşiktaş’taki daracık ilk gösterim salonunda Hostel’ı izlerken çektiğim işkenceyi, azabı hiç unutamıyorum.
Filmin sonunda âdettir, kalmışsa bir kahve içerek ayaküstü sohbet ederiz sinema yazarı arkadaşlarla. O vakit yanımdakilere şöyle dediğimi hatırlıyorum:
“Korku ile porno hemen hemen aynı temel üzerine kuruluyor. Birinde asıl olan bayağı şehvet sahnelerini çekebilmek ki bunun için araya bir iki nefes alma sahnesi konuyor. İkincisinde ise bütün hikâye sadece dehşet sahnelerini çekebilmek için uyduruluyor. Birkaç nefes sahnesi, ardından kesilen vücut parçaları, kerpetenle yolunan etler, matkapla delinen gözler gibi en vahşi hayvanların bile vahşetini gölgede bırakacak bir çekim grafiği...”
Önceki gün Otel II (Hostel Part II) filminin ön gösterimine bu duygularla ve korka korka (!) gittim. Yine kan, kusmuk, salya, çığlıklar, yalvarmalar arasında bir tür işkence çekeceğimi düşünerek girdim salona. Hatta belki daha kolay olur diye yanımdaki arkadaşıma, “Sen işkence gören kız, ben de işkenceci olayım!” deyiverdim! Demez olaymışım. Herif filmin en adi, en aşağılık ve vahşi tipi çıkmaz mı? Hem de nasıl! Artık bu arkadaşın dilinden ne zaman ve nasıl kurtulacağız Allah bilir!
Otel II’de pornografik izlek açık ve net bir biçimde terk ediliyor ve cinsellik ile korku arasında ciddi bir ilişki kuruluyor.
Yani Otel II, yönetmen Roth’un ilk gözağrısı Dehşetin Gözleri ve serinin ilk filmi Hostel ile mukayese edilemeyecek kadar içi doldurulmuş bir film... Zira, Slovakya’da komünistlerden kalma müflis bir fabrikanın karanlık dehlizlerinde doyumsuz kapitalist sapıklar tarafından kıtır kıtır doğranacak kızlarımız, Beth (Lauren German), Lorna (Heather Matarazzo), Whitney (Bijou Phillips) Roma’da, bir zamanlar İtalyan filmlerinin bir numaralı seks yıldızı olan Edwige Fenech rehberliğinde (!), çıplak bir erek modeli seyrederken yaşayacakları aşk ve saadet dolu dakikaların hayalini kuruyorlar ve seyirciye merhaba deyişleri çok yumuşak oluyor. Hatta biraz sonra perdede erotik bir film akacakmış duygusuna bile kapılıyorsunuz...
Dişi kahramanlarımızın hayalleri kâbusa dönüyor ve ikisi feci biçimde işkence ile öldürülüyor... (Bilhassa aptal ve romantik kızı canlandıran Lorna’nın antik çağlarda insan ruhu, kanı ve korkusu ile beslenen zalim tanrıçaları andırır geçkince bir kadın tarafından Azrail tırpanı (orak mıydı?) ile öldürülüşü cinselliğin ve ölümsüzlük şehvetinin bir başka yönünü ortaya koyuyor.)
Kahramanlarımızın içinde hayatını kaybetmeyen tek kişi olan Beth ise mazlumluktan zalimliğe terfi ederken uğruna yola çıktığı şeyi kökünden kesiyor ve vahşi bir köpeğin önüne atarak yaşama hakkını elde ediyor!.. Beth’in dişi kahraman olarak rolü burada bitmiyor... Muhtemelen eski bir komünist olan kötü adam Rus Sahsa’nın (Milan Knazko), komünist dönemden kalan bir fabrikayı kapitalizmin serbest piyasa kurallarına göre yeniden işler hale getirmesi ise ironi dolu bir yaklaşım olarak öne çıkıyor. Milyonlarca dolar harcayarak genç kız ve oğlanları açık artırma ile öldürmek için satın alan kapitalistlerin bir başka kapitalist (mirasyedi Beth) tarafından durdurulabilmesi de insana bir o kadar ironik geliyor...
(24.08.2007)
------------------------------
Goya’nın Harikaları ve Forman’ın Hayaletleri
GÖSTERİME girmesine daha çok vakit var ama ben yine de bahsetmeden edemeyeceğim. Çünkü filmin sinema sanatı bağlamındaki üstünlüğü, anlatım ve görüntüleme teknikleri gibi yanları bir tarafa, tematik bağlamı çok ilginç.
Yönetmen, tarihi bir dönem ve tanınmış bir sanatçıyı kullanarak izlemekten sıkılmaya başladığımız, bıkkınlık veren Yahudilik konusunu bir başka sürümü ile ele almış. Bundan önce çektiği Piyanist ise Yahudi soykırımının yapıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya’da geçiyordu.
Bu defa İspanya’dayız ve filmin merkezinde ressam Goya, ataları Yahudi olan ancak bunu bilmeyen İnes, engizisyon ve 1792’lerin İspanyası’nın tarihi, siyasi, askeri, sosyal arka planı var.
Artık dini bütün bir Katolik olan İnes’in bir tavernada Çingene bir cücenin ayağını öptüğü halde, masaya getirilen kızartılmış domuz yavrusuna dokunmaması engizisyon muhbirlerinin dikkatini çeker ve bunu not ederler. (Aslına bakarsanız İnes’in o pis cücenin ayağını hem de para vererek öpmesi gerçekten iğrençti. İnes, domuz eti yemediği için değil o kadar güzel ve bir içim su haline bakmadan o iğrenç ayağı öptüğü için yargılanmalıydı!)
Sonuçta kızımız engizisyona girer, giriş o giriş... Yirmi yıl sonra, İspanya Kraliyet ailesi ve engizisyon, Napolyon’un Mısır’dan getirdiği Müslüman askerlerinin kılıçları altında paramparça olunca İnes de pek çok mahkûm gibi serbest kalır...
Milos Forman’ın filmi bu noktadan itibaren ağdalı bir melodrama dönüşür. Hatta bizim Yeşilçam filmlerini aratmayacak kadar koyulaşır.
İşte burada benim aklımı çelin şey ise şu olur: Biz Amerikan sinemasının melodramlarını, müzikallerini alıp işlerken Forman ve onun gibi “Seçilmiş Irk” saplantılı pek çok Yahudi sanatçı evrensel anlatım biçimlerinin içini milletlerine ait hikâyelerle doldurmayı asla ihmal etmiyorlar.
Film boyunca engizisyon, dini bütün Katolik rahipler, İspanya Kralı ve Kraliçesi, daha sonra Napolyon ve Fransızlar, biraz sonra İspanya tahtını Napolyon’un kardeşinin elinden alacak olan İngilizler, bütün iğrenç yönleriyle gösterilirken Yahudiliğinden bihaber bir kadının acıtıcı dramı çıkıyor. Ve gelip ta yüreğinize oturuyor.
Bizim millet olarak “üstün veya alçak ırklarla” hiçbir alıp veremediğimiz olmamıştır ama Osmanlı döneminde Avrupa’daki topraklarımızda yaşayan milletimizin Yahudilerden çok daha fazla eziyet ve cinayetlere maruz kaldığını hepimiz biliyoruz. Hatta İstanbul’dan evvel sahip olduğumuz ve yurt edindiğimiz pek çok balkan şehrinde, hem soykırımlar yapılmış hem da mal ve mülk ne varsa bunların hepsine el konulmuş, evrensel kültür mirası demeden ne kadar Türk eseri varsa neredeyse tamamı yakılıp yıkılmıştır.
Ey Türk sinemacıları! Konuştuğunda mangalda kül bırakmayan aslanlar. İçinizden ne zaman bir Milos Forman çıkacak ve Atatürk’ün doğup büyüdüğü topraklarda yaşanan soykırımları, zulümleri dünyaya anlatacak? Mensup olduğunuz milletin tarihi haklarını ne zaman savunmaya başlayacaksınız?
Ne zaman lafta değil gerçek hayatta ve icra ettiğiniz sanatta Atatürkçü olup milletin ve onun tarihinin yanında yer alacaksınız?
(31.08.2007)
-------------------------------------------------
Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde Sinema Bir Dedikodu İmiş!
AŞKSIZ hiçbir şey olmuyor. Evrendeki hayatın, yani mucizenin tek şahidi olan insanlar bile kurumaya başlıyor. Böylesine büyük bir mucizeye tanıklık etmek için bile insanoğlunun kadınları veya erkeklerinin mutlaka âşık olmaları gerekiyor. Aksi takdirde kendi gerçeğinden sıyrılarak eşyalaşmaya başlıyor.
Çünkü aşk bir başlangıçtır, bir tazelenmedir, ben varım demenin ve varlığı sürdürebilmenin hem en soyut hem en somut yüzüdür. Tıpkı matematik gibi. İnsan zihninin yarattığı bu inanılmaz düşnce formu da öyle değil midir? Zihninizde uçuşan rakamları maddeye uyguladığınızda elinize varlığa ilişkin doğru bilgiler geçer.
Aşkın da binbir yüzü, binbir tarifi, binbir gerçekliği vardır. Fakat yaşama geçirildiğinde hemen hemen aynı mükemmel sonucu verir: Mutluluk.
Peki sonu mutsuzlukla biten aşklar yok mudur? Elbette vardır ama bu problemin yanlış çözülmesinden kaynaklanır. Eğer siz aşkı gerçekten insan zekâsının ulaştığı en mükemmel matematik gibi kendi kanunları içinde yaşar ve çözerseniz geriye bir tek sonuç kalır: Hayatın sorunsuz biçimde idamesi yani mutluluk…
Kendisiyle tanışmadım ama “çağdaş bir derviş” ile muhafazakâr bir Anadolu kasabasından gelen genç bir öğenci arasında şöyle bir diyalog geçmiş:
-Evladım sen hiç âşık oldun mu?
-Estağfurullah efendim olmadım!
-Evladım o zaman senden hiçbir şey olmaz. Şimdi git, âşık ol, ondan sonra gel bana!
Bu gerçekten yaşanmış bir şey. Bana anlattıklarında adeta çarpılmıştım. Git ve aşık ol! Yani yaşamaya başla. Yani evrendeki mucizenin bilinçli tanıklarından biri olarak, bu mucizenin özünü yapan oluşa katıl...
Ben gerçi ne derviş biriyim ne bilge... Milyarlarca sade insandan biriyim. Hayatın lezzetini sonuna kadar hissetmek ve hiçbir şeyi kaçırmamak için uğraşıyorum ve her gün yeniden âşık oluyorum. Ve bunu mümkün olduğu kadar hissettiriyorum: Mesela bizim sitenin parkındaki serçeler, kediler ve kargalarla her sabah konuşuyorum! Kargalardan birine Konstandin, diğerine ise Teodara diyorum. Oğlum bile benimle dalga geçiyor. Ağaç altlarına uzanmış kedilere “N’aber kaplan?” diye seslenerek neşemi buluyorum...
Hayatıma devam ederken bir çiçek, bir ağaç, ağaç dalındaki bir serçe ve onun cıvıltısı, gökyüzündeki bir bulut, düşen ilk yağmur damlaları kadar ferahlatıcı güzel kadınlara da âşık oluyorum ve bunu bakışlarımla, sözlerimle belli ediyorum...
Tabii aşkı “Yakarım seni ulan, ya benimsin ya hiç kimsenin“ biçiminde algılayanlar bu söylediklerimden de ‘aşk’tan da bir şey anlayamazlar...
Aşk evet bir tazelenmedir. Tıkanıp giden bir hayatın yeniden evrensel akışa uyum sağlamasının tek yoludur. Evrendeki gizli ritmi, içten içe söylenen şarkıyı (sabahları uyandığınızda hâlâ şarkı söylüyorsanız bunu anlayabilirsiniz), hayatın toplamına hediye edilecek yeni bir insanı hep ona borçluyuz...
Bu hafta vizyona girecek bir film var, bilmem adı dikkatinizi çekti mi? “Aşk Tarifi”. Film Kate Armstrong (Catherine Zeta-Jones) isimli kadın bir baş aşçının aşksız geçen günlerini anrlatarak açılıyor. Kate, New York Manhattan’daki bir restoranın her şeyidir. Eşsiz, çocuksuz, sevgisiz biridir. Bütün yaşantısı evi, balık pazarı ve işyeri arasında geçmektedir. Ancak rutine bağlanmış bu hayat birdenbire kesintiye uğrar. Patronu mutfağa Kate’in belki de son isteyeceği bir şeyi yaparak bir aşçı yardımcısı sokar. İtalya’da da bulunmuş zıpçıktı tabiatlı Nick Palmer (Aaron Eckhart) şaklabanlıklarıyla önce Kate’in mutfağındaki personeli, sonra yeğeni Zoe’yu ve en sonunda da Kate’i tavlar: Bunu uluslararısı bir atasözünü ters çevirerek başarır. Hani derler ya “Erkeğin kalbine giden yol mutfaktan geçer...” Kate, Nick’in yaptığı yiyecekleri midesine indirdikçe, kalbinin etrafında bir sıcaklık duymaya başlar(!) ve sonunda ona kocaman bir öpücük vermeye karar verir...
Filmin bundan gerisi size sürpriz kalsın. Ama şu ifade edeyim ki sebebi her ne olursa olsun, ister ortak bir hayvan sevgisi, ister mide, isterse küçük ve yaramaz bir çöpçatan... İki yalnız insanın bir araya gelerek sonsuz biçimde akıp giden evrensel hayat ırmağına katılmaları ancak aşk ile oluyor.
Aşk Tarifi’ni aslında sıradan bir romantik komedi olmasına rağmen sadece bu yüzden sevdim diyebilirim.
(07.09.2007)
--------------------------------
44. Altın Portakal Büyük Jürisi Üzerine Kişisel Değerlendirmeler
ÖNCEKİ akşam 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali Büyük Jürisi açıklandı. Bu jüride şahsen tanıdığım pek çok insan olduğu gibi hiç merhabalaşmadıklarım da var. İsimleri şöyle bir sıralarsak hikâyelerini de çıkartırız...
Cem Yılmaz: Türkiye’de onu tanımayan var mı ki? O bir yıldız. Kime sorsanız teklemeden adını söyler. Bizim Cem ile tanışmamız Cemal Reşit rey’de oldu. Yine TÜRSAK’ın düzenlediği festivallerinden birindeydi. Ben bir aradan faydalanarak dışarı fırladım, Cem de televizyonculardan kaçıyormuş. Biriyle acayip bir çarpışma yaşadım. Gözlerimden kıvılcım fırladı. Öfkeyle dönüp, “Gözünün önüne bakmıyor musun sen?” diyecekken karşımdakinin Cem Yılmaz olduğunu anlayınca bu sözleri söylemekten vazgeçtim. Hatta kendimce espri bile yaptım. “Gözümden neden kıvılcım çıktı diyordum, meğer bir yıldıza çarpmışım” dedim. Şimdi unutmuştur ya Cem ne dedi biliyor musunuz? “Abi olur böyle şeyler!”
Hale Soygazi: Klasik Yeşilçam filmlerindeki sarışın, çilekeş sevgili. Baygın bakışları, dudağının ucundaki hüzün kuşu mu, öpücük gülüşü mü olduğu anlaşılmayan, ilginç ifadesi ile kadın yıldızlar ikona galerisindeki müstesna yerini çoktan almıştır... Tahtı sarsılamayacak çünkü Hale, Yeşilçam tiryakilerinin son sarışın ilahesidir.
Mahinur Ergun: Birinci Gökçeada Film Festivali’nde yakından tanıma fırsatı bulduğum biraz kendi içine gömülü, yanılmıyorsam fazlaca romantik senarist-yönetmen ve güzel kadın! Yıllardan beri görüşmüyorduk. O da beni özlemiş mi anlayamadım. Eh daha sık görüşmek üzere sözleştik...
Zeki Demirkubuz: Ne alakası var diyeceksiniz ama ben onu biraz Kemal Ilıcak’a benzetirim. O, gazeteciliğe muhabirlikle başlamış ve işinin patronu olmuş bir kişilik. Zeki Demirkubuz da sinemaya en alt sıralardan başlayıp bu işin mareşali olmuş bir şahsiyet. Siz bakmayı yapımcıların havasına, sanat tarihi onlardan değil yönetmenlerden bahsedecek. Zeki’nin sinemasını, sinema yazarlarının pek çoğu gibi tapınırcasına değilse bile severim.
Mehmet Açar: SİYAD’ın sabık başkanı, gazeteci arkadaşımız. Sessiz ve boynu bükük haliyle bir sinema yazarından çok Yılmaz Güney’i oynayacak oyuncuları seçmek isteyen bir jürinin karşısına çıkacakmış gibi durur. Ama hep öyledir. Nadiren güler, nadiren selam verir (Atilla Dorsay’ın tam tersi), nadiren konuşur. Bakalım Cem Yılmaz ile nasıl anlaşacaklar?
Nida Karabol: Sinemaya büyük bir sabırla emek vermiş Karabol ailesinin sinemacı kızı. Onunla birçok defa ama hep sinema etkinliklerinde karşılaştık. Bir aralar bu pek sık oluyordu. Sonra onlar ailecek sinemanın gece etkinliklerinden çekildiler. Barbarların İstilası (Les Invasions Barbares) filmi üzerine yaptığımız tartışmayı hatırlıyor mu bilmiyorum ama ben hâlâ fikrimde ısrarcıyım. O film, ciddi bir kültür ırkçılığı ile de maluldü!
Genco Erkal: Hakkâri’de Bir Mevsim’deki mevzua Fransız kalmış o öğretmen halini hiç unutamadığım gibi, Şakir Eczacıbaşı’nın, yanılmıyorsam, Milli Reasürans Galerisi’ndeki –Bir Seçki- sergisinde “Yabancı Damat” üzerine yaptığımız konuşmayı hatırlıyorum. Çakıl köyünden Rum kızı Malama ile Umurbey’de doğup Beykoz’da yaşamış Hayrettin Kaptan’ın hikâyesinin dizinin doğru versiyonu olabileceğini söylemem üzerine Angora dolu kadehine bakarak sustuğunu da...
Uğur İçbak ve Emrah Yücel ile hiç tanışmadım. Kısmet olursa 44. Altın Portakal’da tanışacağız...
Beni bu yıldızlar mahvetti!
Anjelique’deki jüri tanıtım gecesinde TÜRSAK Başkanı Engin Yiğitgil gözlerini gözlerime dikerek, “Bakalım bu sefer ne yazacaksın?” diye sordu. Nutkum tutuldu, korktum! Anjelique’in terasından Boğaz’ın artık buz kesmeye başlayan sularına giderim diye! O yüzden ‘İkinci Yeni’cilerin hükümetten korkup “Beni bu havalar mahvetti” nağmelerini şiir diye söylemeleri gibi ben de “Beni bu yıldızlar mahvetti” demek durumunda kaldım.
Sevinç Baloğlu için önemli not: Poleni üçe böl kullan. Hakikidir. Hücre yeniler. Şikâyetlerimi müdüriyete, tavsiyelerimi okuyucularıma ileteceğim konusunda endişen olmasın!
(14.09.2007)
------------------------------
Biz Eleştiriyoruz da Kimin Umurunda?
BU hafta gösterime girecek filmler içinde bilhassa tarihe mal olmuş bir dönemi anlatmasın bakımından “Meryem Ana: Hz. İsa’nın Doğuşu” filminin, benim için diğerlerinden öne geçtiğini hemen ifade edeyim.
“Bu da nereden çıktı?” diye sorabilecek okuyucularım için anlatayım. Türkiye’de gösterilen Amerika ve Avrupa menşeli filmlerin hemen pek çoğu öncelikle Türk seyircisi için üretilen filmler değil. Bilhassa Hollywood Kuzey Amerika, Kanada ve Avrupa için film yapıyor. Bu arada Üçüncü Dünya Ülkeleri ile Gelişmekte Olan Ülkeler de kültürümüzden faydalansın kabilinden endişeler duyduklarını sanmak safdillik olur. Bunun yerine, “Hâkim kültürümüzü onlara da pazarlayalım” fikrinin daha baskın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşte bu sebepten film eleştirmenlerinin bu ülke sinemaları hakkında döktürdükleri muhteşem yazıların (!) adamların hiç umurlarında olmadığını düşünüyorum. Eğer bir endişeleri bulunuyorsa o sadece ve sadece eleştirilerin gişeyi etkiliyor olabileceği endişesinden kaynaklanıyordur.
Böylece hangi film hakkında yazacağıma karar verirken bu düşüncemin beni yönlendirdiğini siz okuyucularıma “faş etmiş” oldum!
Meryem Ana: Hz. İsa’nın Doğuşu filmini bu hafta gösterime giren diğer filmlerden üstün kılan özelliği; hem İncil ve hem de pek çok tarihi kaynakta akis bulmuş bir evlilik, hamilelik ve doğumun dine ve dindarlara saygı duyularak çekilmiş olması. Filmin hikâyesini anlatacak değilim. Çünkü konuyu dünyada hemen herkes biliyor. Sadece filmde anlatılan bir bölümün mesela İran ateşperestleri arasında nasıl anlatıldığını Marko Polo’dan nakletmeye karar verdim.
Polo Seyahatnamesi’nde duyduklarını şöyle anlatıyor:
“Şimdi İran’dan bahsedeyim. İran’da güzel bir şehir var: Saba. Üç papaz burada yan yana büyük birer türbede gömülü, kubbeli damlı, çok güzel inşa edilmiş. Üç papaz da hemen ölmüş de oraya uzatmışlar gibi; saçlı sakallı. Birbirinin adı Baltasar, diğerinin Kaspar, üçüncüsünün de Melkiyor. Merakla bu papazların kim olduklarını öğrenmeye çalıştım fakat kimse bilmiyordu. Yalnız üçünün de bir vakitler kral olduğunu söylüyorlardı. Sonunda hikâyeyi öğrendim; anlatayım siz de öğrenin:
Bu hikâyeyi öğrenmek için de üç günlük yola gitmek gerekti. Sabah şehirden çıktım yola, üç gün sonra Ateşperestiden kalesine vardık. Yani sizin anlayacağınız ateşe tapanların kasabasına.
Bura halkı niçin ateşe tapıyor, onu da nakledeyim. Vaktin zamanında üç kral varmış burada; günlerden bir gün üç kral bir peygamberin doğduğunu ve mucizeler yarattığını duyar, ona tapmak için bir deneme yapmak ister. Bunun üzerine biri altın, biri tütsü, biri de hastalıkta kullanılan macun alır, yola koyulurlar. Altın, tütsü ve macun almalarının sebebi şu: Eğer çocuk altını alırsa kral, tütsüyü alırsa peygamber, macunu alırsa hekim olduğuna inanacaklar.
Çocuğun doğduğu yere varınca, içlerinden genci içeri girer. Bakar görür ki çocuk kendi yaşında ve kendisine çok benziyor. Çok şaşar buna, dışarı çıkar. Sonra ikinci kral girer; oda görür ki çocuk tıpkı kendisine benziyor ve aynı yaşta, o da şaşkın dışarı çıkar. Üçüncü kral ki, içlerinde en yaşlısı o imiş, girer bakar çocuğa hayret, çocuk, kendisi kadar yaşlı ve öyle benziyor ki. Oda şaşar dışarı çıkar.
Sonra üçü de birbirlerine gördüklerini anlatır; ilkin gördüklerine inanmak istemezler, şaşırmışlardır. Hep birlikte içeri girmeye karar verirler.
İçeri girip görürler ki çocuk henüz 13 günlük. Bunun üzerine çocuğa getirdikleri altını, tütsüyü ve macunu verirler. Çocuk üçünü de alır, onlara sıkı sıkıya kapalı kutu verir. Üç kral kutuyu alır ülkelerine dönerler.
Yolda giderlerken akıllarına kutunun içine bakmak gelir. Merakla kutuyu açarlar. İçinde bir taş görürler. Bir düşüncedir alır üç kralı; çocuğun neden bu taşı bir kutuya koyup verdiğini anlayamazlar. Biri de ki: “Verdiğimiz üç şeyi de aldı, o halde bu çocuk hem kral, hem peygamber, hem de hekim olacak.”
Aslında çocuk taşı şu sebeple verir onlara; inançlarınızda ve imanlarınızda bu taş kadar sert ve katı olun.
Bunun üzerine taşı az ilerdeki bir kuyuya fırlatıp atarlar. Birden kuyudan iri uzun alevler gökyüzüne doğru uzanmaya başlar. Üç kral korkar bundan, bir an ne yapacaklarını şaşırırlar. Sonra çocuğun peygamber olduğuna kani olarak ateşten bir parça alır ülkelerine dönerler.
Sonra bu ateşi en büyük kiliselerinin bir köşesine koyarlar. Halk bu kutsal ateşe tapmaya başlar. Dini bayramlarda, kutsal günlerde yiyeceklerini bu ateşte pişirirler.
Marko Polo Seyahatnamesi: 1. Cilt, S:28 – Tercüman 1001 Temel Eser Serisi.
(21.09.2007)
----------------------
Takva Filmi Oscar Aday Adayı Gösterilmeli miydi?
DOĞRUSUNU söylemek gerekirse, o jüride olsaydım, bazı sinema yazarı arkadaşlarımın yazdığı gibi ben de Takva filminin Oscar’a aday adayı gösterilmesi için oy kullanmazdım. Çünkü bu filmin dili her ne kadar yetki bir dil gibi görünüyorsa da hikâyedeki derinlik, anlatımdaki ustalık yine bazı sinema yazarı arkadaşlarımın buyurduğu gibi “Batı zekâsına” göre değildi...
Nitekim bu “Batılı zekâ” lafı bana pek ilginç geldi. Doğulu zekâ sıfırı buldu, Batılı zekâ nükleer silahları diyebilir miyiz? Doğulu zekâ kendilerini Kudüs’te kıtır kıtır kesen Batılı zekâ Haçlıları bir tekine el değmeden serbest bıraktı! Doğulu zekâ “bir tek tanrı” inancına ima etti, Batılı zekâ bunu Baba Oğul ve Ruhül Kudüs olarak üçe böldü. Hz. İsa’ya Tanrı’nın oğlu dedi. Doğulu zekâ medeniyeti hiçbir zaman insan ırkını barındıran ekolojik dengenin bozulması yönünde kullanmadı ama Batılı zekâ bugün içinde bulunduğumuz çevre felaketlerini hazırlayan, belki de insan ırkının sonunu getirecek olan teknolojiyi yarattı.
Böyle bir mukayese uzar gider. Buna nereden girdiğimi söyleyeyim. Takva filmi sinema yazarı Mehmet Açar’a göre Batılı bir zekâ ürünüymüş...
Böyle bir yaklaşımı ilk defa duyuyorum. Dense ki, Takva Batı kültürü ile yetişmiş ve bu İslama ve Müslümanlara ve Türk insanına kültür kodları ile bakan bir ekip tarafından çekilmiş... O zaman eh tamam derim... Birçok Batıcı yazarımız, fikir adamımız, sanatçımız gibi Takva ekibi de demek ki, Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan “Modernizm karşısında saf, sade Müslümanların” çıkmazlarını yuvarlayıvermişler. Oryantalist takılmışlar... Nitekim doğrusunu söylemek gerekirse ben Oscar aday adayı filmimizde böyle bir taraf olduğunu yazmıştım ki, bu da Takva’nın bazı sinema yazarı arkadaşların sandığı gibi “derin bir zekâ” ürünü olmadığının göstergesidir. Ne demişler: Senin hikâyeni anlatıyorum, ne gülüyorsun?
İnsan kendi hikâyesini komik ve küçük düşmeden de anlatabilme zekâsını göstermeli değil midir? Peki, Oscar nasıl bir ödül? Daha önce de yazmıştım, biz Oscar’ı dünyanın en prestijli ticari ağı, sinema sektörü dağıttığı için gözümüzde büyütüyoruz. Oysa ki Oscar ödülü “vasatın büyük ödülü”dür. İşte o yazımdan bir bölüm:
Bir ödülün vasatlaştırılması
“Bir yönetmen ne yaparsa en iyi seçilir? İyi film yaparsa değil mi? Elbette. Yani bir yönetmenin En İyi Yönetmen olabilmesi için En İyi Film ödülünü mutlaka alması gerekir. Aksi takdirde ona verilen ödülün gerçekliği kalmaz. Peki bu yönetmenin filmini en iyi yapan, En İyi Yönetmen ödüllü bir yönetmene sahip olması mıdır? Bu nasıl bir soru diye sormayın. Birkaç yıldır hem Oscar ödüllerinde, hem Antalya ve İstanbul gibi Türkiye’de, Cannes, Venedik, Berlin gibi Avrupa’da yapılan festivallerde tuhaf bir “ortalama ödül” biçimi uygulanıyor…
Nasıl mı? Anlatmaya çalışayım:
Bir filmi en iyi yapan şeylerin başında onu başarılı bir yönetmenin yapması ilk şarttır ama senaryo, görüntü, kurgu, müzik ve oyuncuların performansı gibi pek çok sinema öğesinin yerli yerinde olması da lazımdır. Hatta makyaj, kostüm, çevre düzeni gibi öğeleri buna eklemek gerek…
Şimdi ödülü hak ettiğini geçen hafta yazdığım Martin Scorsese’nin yönettiği Köstebek’in durumuna bir göz atalım. Köstebek En İyi Film Ödülü’nü aldı ama erkek oyuncu, kadın oyuncu, yardımcı kadın ve erkek oyuncu, orijinal şarkı, kurgu, sanat yönetmenliği, makyaj, ses kurgusu, ses miksajı, kostüm, görüntü yönetmeni, görsel efekt ve müzik dallarındaki Oscar heykelciklerini başka başka filmlere kaptırdı…
Şimdi bütün bu unsurlar olmadan “Bir filmi en iyi yapan nedir?” diye tekrar soruyorum… Onun yönetmeninin En İyi Yönetmen ödülünü alması mı? Peki, o zaman bir yönetmen bütün bu saydığımız sinema enstrümanlarını bir film içinde bir araya getirip yönetmesi gereken oyuncuları vs. yönetemiyorsa nasıl En İyi Yönetmen olabiliyor?
Konuyu pek çok defa dile getirdim. Hatta pek çok yazımda Türkiye’de Türk sineması için verilen pek çok ödülün, cacığa tuz, nane, zeytinyağı ve zevke göre kırmızı yaprak biber serpilir gibi dağıtıldığı için bu bağlamda birkaç yazı yazmıştım…
Aynı şey dünyanın en prestijli ödülü sayılan Oscar’da ve Avrupa festivallerinde de yaşanıyor. Sonuç olarak ben kendime göre şöyle bir izah buldum… Bir filmi en iyi yapan şey, 3 bin küsur üyesi bulunan Oscar Akademisi’ne göre de, 7 ile 9 kişiden oluşan Avrupa tipi festival jürilerine göre de “vasattan”, yani ortalamadan geçiyor…
Çok ciddi bir sanat faaliyeti olarak görülen sinema eserleri ve onu yapanlara verilen ödüller ne yazık ki tıpkı istatistik ortalamalara göre benim gayri safi milli hasıladan aldığım yıllık gelir gibi ortalamaya indirgeniyor…
Son Oscar ödüllerinde umursanmadan sürdürülen de buydu. En İyi Kadın Oyuncu Helen Mirren, En İyi Erkek Oyuncu Forest Withaker, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Jennifer Hudson, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Alan Arkin ve diğer en iyiler başka başka filmlere giderken, Köstebek (The Departed) En İyi Film seçildi… Yönetmeni de En İyi Yönetmen!
Bundan çıkan sonuç nedir derseniz? Oscar ödülleri sinema sanatının prensipleri yerine ticaretin prensiplerine göre mi dağıtılıyor? Galiba aynen öyle oluyor. En yüksek kaliteye sahip olanlar arasındaki eserlerin seçilip tasnif edildiği; hak ettiği sıralamaya oturtulduğu bir yarışma değil, diğerlerine izafeten “ortalama olarak en iyi” unsurların bir araya geldiği yapım En İyi Film, bunu yapan yönetmen de En İyi Yönetmen sayılıyor…
Bu yıl da gelecek yıllarda da Kodak Tiyatrosu’nun dev sahnesinde aynı oyunun sahneleneceğini ve “yıldızların” bu oyunu defalarca görmelerine rağmen yine alkışlayacaklarını, biz fanilerin de televizyonlarda bunu hayran hayran seyredeceğimizi garanti edebilirim.
(28.09.2007)
-------------------------------------
“Fatih Akın Oscar İçin Kendini Pazarlamaktadır”
TÜRK asıllı Alman yönetmen Fatih Akın, önce “Ben Orhan Pamuk gibi ülkem hakkında ileri geri konuşmadım” buyurdu. Arkasından da, “Türkiye’de askerlik yapmam, gerekirse Türk vatandaşlığından çıkarım” diyerek ortalığı karıştırdı. Hazret daha da ileri giderek, “Elime silah almaktansa bir parça kâğıttan (Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını kastediyor) vazgeçerim” demişti.
Yürü be Fatih, kim tutar seni? Bu ülkede “Bayrak da nihayet bir bez parçasıdır” diyenler, Türkiye’nin iki numaralı makamına oturdu evladım. Orhan Pamuk abin, buyurduğun gibi “Şu kadar Ermeni, bu kadar Kürk şöyle böyle yapıldı” dedi. Şu fakir ve mazlum milletin gözünün içine baka baka aşağıda vereceğim ankette kül yutmayanların altını çizdiği gibi milyarlarca lira değerinde para ödülüne kondu. Binlerce masum Kürdün de ölümüne sebep olan hain-i vatan adi bir mahkûm gibi F tipinden konserve edileceği yerde, batılı ve ABD’li dayıları sayesinde padişah hayatı yaşıyor. Tahta geçemeyen zavallı Osmanlı şehzadeleri bile O’nun yaşadığı hayatı yaşayamamıştı.
Fatih Akın, yavrum, sen sözlerini de tevil etme. Konuş, Türkiye aleyhinde at tut; Almanya adına Oscar’da, aynı filmle kendi adına Türkiye’de Altın Portakal için yarış. Kodak Tiyatrosu’nda havanı at; buradan da 300 milyarı kapmaya bak. Kim tutar seni, diyeceğim; ama bak bir de şu var: Milletin âhı!
Yapılan ankete göre Türk milleti senin hakkında ne düşünüyormuş bir bak!
– Fatih Akın, başarılı bir film yönetmenidir, askerlikle ilgili görüşlerini söylemiştir. Bu gayet doğaldır: % 31,0
– Fatih Akın, Orhan Pamuk’a özenip Türkiye’ye saldırarak Oscar için kendisini pazarlamaktadır: %63,8
– Bu sözler önemli değil, önemli olan Orhan Pamuk ve Fatih Akın’ın dünyada elde ettiği başarılardır: %5,5
Kaynak: Hürriyet Gazetesi internet sitesi
Antalya’da neler oluyor?
Biliyorum, bu ara başlık, “Arka sokaklarda neler oluyor?” gibi bir ifadeyi andırdı; ama işin gerçeği hiç öyle değil. Antalya bir ana cadde, bir büyük bulvar oldu elbette. Her nene kadar, bu gelişme biçimine geçen yıllarda bu sütunlarda yaptığım itirazlarımı saklı tutuyorsam da şu gerçeği ifade etmek gerek: Festivalin öz ve kabuk değiştirmesi esnasında ortaya çıkan enerjinin herkesi yanıltabilmesi mümkündür. Bu bakımdan gelişmelerin ümit veren yönlerini değerlendirmenin daha doğru bir tutum olacağı aşikârdır.
Bu yıl Antalya’da Adana Altın Koza’nın düştüğü hataya düşülmemesi de hoş. Festivaller, filmlerin halkla buluştuğu yerlerdir. TÜRSAK ve AKSAV bu gerçekten hareket ederek ulusal yarışmaya dâhil edilmeyen bazı filmlerin özel olarak gösterilmesini programa almışlar. Bu filmlerin adları mı? Beynelmilel, Eve Giden yol 1914, Küçük Kıyamet, Polis ve Son Osmanlı Yandım Ali.
Birer cümle ile gösterime girenler
Bitirim İkili 3: Brett Ratner’in yönettiği ve Jackie Chan, Chris Tucker, Vinnie Jones ile Hiroyuki Sanada’nın oynadığı Bitirim İkili 3 (Rush Hour 3) Amerika ile Çin’in işbirliği halinde dünyanın başına neler geleceğinin tipik bir projeksiyonu gibi. Birbirine asla uyum sağlayamayacak iki kültürün de dejenerasyona uğrayacağının göstergesi.
Yıldız Tozu: Matthew Vaughn’ın yönettiği ve Claire Danes, Robert De Niro, Michelle Pfeiffer ile Sienna Miller’in oynadığı Yıldız Tozu (Stardust), müthiş bir film. Fantastik ve etkileyici. Mizah ve maceranın dozu inanılmaz biçimde dengelenmiş. Yönetenin sahneleri birbirine bağlarken kullandığı görsel kafiyeler mükemmel. Aşk, tutku, sadakat ve fedakârlık üzerine kurulu Yıldız Tozu’nu mutlaka seyredin. Hatta DVD’si çıktığında mutlaka sinema koleksiyonunuza katın, derim. Benden dört yıldız.
Bana Şans Dile: Çağan Irmak’ın yönettiği ilk film olan ve Deniz Uğur, Melisa Sözen, Rıza Kocaoğlu ile Nilgün Belgün’ün oynadığı ‘Bana Şans Dile’ pek çok ilk film denemesinin aksine ekşi ve kekre. Filmin sahiplerini iyi bir gişe dilemekten başka elimden bir şey gelmez. Zaten, Çağan Irmak filmin gösterime girmemesi için çok uğraşmış diyorlar. “Sarı”nın yalancısıyım.
İçindeki Yabancı: Neil Jordan’ın yönettiği ve Jodie Foster, Terrence Howard, Naveen Andrews ile Mary Steenburgen’ın oynadığı ‘İçindeki Yabancı’ (The Brave One) ham bir gerilim. Ben sevemedim. Finaldeki aynı silah çelişkisini anlatmak için ise yorum yok!
Dehşet Odası: İşte, korku filmi böyle olur dedirten cinsten Roland Joffe’ın yönettiği, Elisha Cuthbert, Daniel Gillies, Pruitt Taylor ile Laz Alonso’nun oynadığı ‘Dehşet Odası...’
Kendi adıma çok severek seyrettim. Biri iki tuzak kanlı sahne olmasına rağmen asıl anlatılmak istenen kan ve dehşet gösterisi değildi. İçinde bugüne kadar pek az rastladığımız türden görsel öğeler yüklü filmin alt ikinci ve üçüncü anlamları de bulunuyor. En azından ben öyle düşünüyorum. Sevgi, kıstırılmışlık duygusu, gözetim ve denetim altında tutulan insanların kişilik ve kurtuluş mücadeleleri gibi. Kan, çığlık, cerahat, irin görmek yerine farklı bir dili olan farklı bir korku filmi seyretmek istiyorsanız Dehşet Odası’nı kaçırmayın.
(05.10.2007)
-----------------------------------
Bizim Neden Bayram Filmlerimiz Yok?
BU yazımı okuduğunuzda Ramazan Bayramı’nın birinci günü olacak. Siz keyif içinde kahvenizi yudumlar, akrabalarınızla bayramlaşırken ben yine sinema düşünüyor olacağım! İşin şakası bir yana her bayram, ister milli, ister dini bayramlarımızdan biri olsun; sinemadaki kahraman fukaralığımız gibi milli hayatımıza ilişkin filmlerin neden olmadığını düşünürüm.
Hıristiyanların Noel ve yılbaşı filmleri, Yahudilerin dini bayramları, Hollywood sineması yoluyla sürekli anlatılıyor. Ama mesela bizim hiçbir Ramazan veya Kurban Bayramı’nı anlatan filmimiz yok. Eğer bir iki filmde bunlar yer buluyorsa bile inanın, eleştirel mahiyette oluyor bu.
Eğer bir gün sinema yazarlığından vazgeçip bir film yönetmeye karar verirsem; mutlaka ilk hatırladığım Ramazan Bayramını (o zaman Şeker Bayramı da derdik) ve Kurban Bayramı’nı anlatacağım.
İlk Ramazan Bayramı hatıram mis gibi kahve kokusu ile açılıyor. Maraş Yön Baba Mevlevi Tekkesi’nin son şeyhi olan Selim Dede’nin eşi büyük anneannem Ayşe Hatun’un kendi elleriyle kavurup, el değirmeninde öğütüp kendi elleriyle pişirdiği o “imkânsız kahveyi” mutlaka anlatacağım.
Tabii, Han Duvarları şiirinin baş Kahramanı Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ı da. Onun Şeyh Turan Mahallesi’ndeki yeşil gözlü sevgilisini, cepheden cepheye sürüklenişini, terhisinden sonra Gureba Hastanesi’nde veremli olduğu için en yakın mahalle arkadaşı Dr. Sait Emirmahmutoğlu’nu öpemeden vedalaşmasını. Vefatını da…
O şiiri hatırlıyor musunuz? Gerçek bir sinema şaheseri çıkar o şiirden:
“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben”
“Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben”
“Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”
Ve Şair Faruk Nafiz Çamlıbel ekler:
Bir kitâbe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet
çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi
yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna
kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı
Şeyhoğlu’nu?”
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
“Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
Bir film çekme hayali kuracağım; bu bayram da sizlere ve tüm Türk milletine kutlu olsun efendim.
(12.10.2007)
-------------------------------
Geldi Çattı Altın Portakal
KARADENİZ uşağunun “Geldi çattı, geldi çattı Ramazan” meselinde olduğu gibi koskocaman bir yıl daha geçti ve yeni bir Antalya Altın Portakal Film Festivali daha geldi, çattı!
Hem de ne çatış! TÜRSAK bu festivali aldığı günden beri sanıyorum ki en iddialı ve en çok ses getiren festivale imza atacak.
Ön haberler, çağrılan konuklar, iki yıllık tecrübe birikimi gibi pek çok mesleki yetkinliğin/birikimin yanında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Tanıtma Vakfı, Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Real gibi milletlerarası şirketin desteği, olumlu öngörüleri daha ağır bir ihtimal haline getiriyor.
Elbette festivalin her yıl olduğu gibi bu yıl da alttan alta konuşulan ama henüz pek azı su üstüne çıkabilen öbür yüzü var. “Mesela ne?” diyenleriniz çıkabilir.
Mesela, ön jürinin yarışma için seçemediği filmlerin yönetmenlerinin basına yönelik eleştiri dolu demeçler vermesi... Mesela, Altın Portakal’da yarışacak bir filmin “Antalya’da Altın Portakal İçin Yarışacak Film” şeklinde ilanlar vermesi... Eeee, ne var bunda, elbette verecek, kime ne, diye düşünenler olabilir. Fakat birileri diyor ki: “Filmleri seçilemeyenler, bu durumda Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne Çağırılmayan Film” diye mi ilan verecek?
Daha pek çok haber mutlaka vardır da kulağımıza gelmiyor. Geldiğinde paylaşmak üzere...
Birkaç cümle ile gösterime girecekler
ÖLÜMCÜL DENEY: İNSANLIĞIN SONU: Russell Mulcahy’nin yönettiği ve Milla Jovovich, Oded Fehr, Mike Epps ile Ali Larter’in oynadığı Ölümcül Deney: İnsanlığın Sonu (Resident Evil 3: Extinction), biliyorsunuz ki Alice’in harikalar diyarında olduğu bir sürüm (versiyon) değil. Tam tersine tavşan deliğinde kâbuslar yaşadığı bir sürüm. Alice nihayet kâbuslara son verebilecek fırsatı bulacak mı? Bunu sizlere söyleyemem. Ana rahmini andıran tüplerdeki binlerce “klon Alice”in gerçek Alice için ne yapacağını da. Yardım mı edecek, yoksa birbirlerinin yerine geçmek için... Tamam, sustum!
ERKEKLERİ TAVLAMA SANATI: Marc Klein’in yönettiği ve Rosario Sarah Michelle Gellar, Alec Baldwin, Dennis Albanesi ile Audra Blaser’in oynadığı Erkekleri Tavlama Sanatı’nın (Suburban Girl) hikâyesi kısaca şöyle: Çekici ve akıllı genç kadın Brett, kariyer hedefine ulaşabilmek amacıyla New York’a taşınır. Bir imza gününde tanınmış editör Archie Knox ile tanışır. İşte dananın kuyruğu da ondan sonra kopar. İşin doğrusunu söylemek gerekirse, artık gına getirten Hollywood filmlerinin pek çoğunun aksine biraz daha “kültürlü” görünen senaryosuna rağmen, ismiyle müsemma bir film değil.
KADININ OLAMAM: Amy Heckerling’in yönettiği ve Michelle Pfeiffer, Fred Willard, Sarah Alexander ile Saoirse Ronan’ın oynadığı Kadının Olamam (I Could Never Be Your Woman), kafası karışmış geçkin kadınlarla, kariyer uğruna her türlü deliğe girip çıkan yeni yetmelerin birbirini yediği karmakarışık bir film. Buna rağmen akıllı kadınlar, onun özünden altın değerinde nasihatler çıkarabilirler. Bilhassa artık yüzünü gözünü gerdirmek, burnunu göğsünü kaldırtmak isteyen hanımlara şiddetle tavsiye edilir.
İSTİLA: Oliver Hirschbiegel’in yönettiği ve Nicole Kidman, Daniel Craig, Jeremy Northam ile Jackson Bond’un oynadığı İstila (The Invasion), haftanın en küt Amerikan filmi. Güya binlerce yıldan beri vahşi içgüdüleri ile birbirini öldüren insanoğlu, Patriot Uzay Mekiği’nin kıçına bulaşarak ötelerden gelen “barış virüsü” ile birden bire melekleşiyor. “Barış virüsü” bulaşan kişiler uyuduklarında değişiyorlar. Sakin, sulhperver birer otomata dönüşmelerine rağmen nedense köpeklerin boynunu kırıyorlar! İşin şakası bir yana, Amerikalı birtakım kadın ve erkekler “Barış virüsü”ne direnip insanlığı kurtarmaya çalışıyorlar. “Uzaylı istilası mı Amerikan istilası mı?” denklemine oturtulmuş filmin bilinmeyenini bulmayı size bırakayım: X=?
HALLOWEEN: Rob Zombie’nin (adamın soyadı şaka gibi değil mi?) yönettiği ve Malcolm McDowell, Brad Dourif, Daeg Faerch ile Sheri Moon’un oynadığı Halloween’i izlemedim. Çünkü korku filmlerinden giderek nefret etmeye başladım. Fakat bu türün seyircilerine “gitmeyin, gelmeyin” gibi bir tavsiyede bulunacak değilim. Sadece kan, salya, sümük, çığlık, cinayet, vahşet gibi kelimelerin alt alta dizilmesiyle nasıl bir toplam elde edileceğini düşünsünler yeter!
(19.10.2007)
--------------------------
Bizi Buralara Getiren Tren Bu Tren mi?
FATİH Akın’ın yönettiği ve Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü alan Yaşamın Kıyısında’nın ön gösteriminde kimler yoktu ki! Büyük bir tezahürat ile başlayan ve biten filmden doğrusunu söylemek gerekirse, pek çok kişi gibi ben de hayal kırıklığı ile çıktım.
Daha önce Fatih’in hit filmi Duvara Karşı için yazdığımı tekrar etmekte hiçbir beis görmüyorum. Fatih her ne kadar Türkiye doğumlu ise de hayata ve olaylara bir Türk gözüyle bakamayacak kadar Alman kültürü içinde bir kimlik yitimine uğramış. Sanatını ve hayatını bu bakış açısından sürdüren Türk asıllı Alman yönetmenimizin filminde Almanlar yine hâkim, üstün millet ve prestijli kültür, Türkler ise bu hâkim milletin terbiyesine muhtaç, hayatları darmadağınık olmuş zavallılar…
Filmin ilk başlarında sürekli “sin kaflı” konuşan Trabzonlu bir baba, Maraş’tan kalkıp gelmiş ve “Alamanyalarda” fahişelik eden Yeter, bir üniversitede profesör olmasına rağmen okyanusun ortasındaki minik bir adadaki bir ot kadar bile değer olamadığı bezgin suratından ve çökük omuzlarından belli bir oğul, Yeter’in solculuğu yetersiz militan kızıyla yatmak isteyen solcu arkadaşları vs. vs.
Birinci ve ikinci nesil “Alamancıların” evlatlarının bir kısmının ciddi bir dil, din ve kültür sorunu olduğu biliniyordu ama işin bu kerteye varacağı herhalde kimsenin aklına gelmezdi.
“Bizi buralara getiren tren bu tren mi? Maraşlı Hasan dediğin civan, şu yerleri süpüren mi?”
Ağıtları ile başlayan ve kendi evlatlarının bu makûs talihi yenecekleri ümidi ile her türlü zillete katlanan birinci nesil Alamancılar nerede hata yaptı?
Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümetleri neredelerde hata yaptı?
Orada bulunan insanlarımızın bir kısmı nasıl oldu da giderek radikalleşirken, bir kısmı kendi coğrafyasından, dininden, kültüründen kopup “Almanya’nın yeniçerileri” oluverdiler?
Claudia Roth’un Fatih Akın’ın peşinden Türkiye’ye gelmesinin ne anlamı vardı acaba?
Ya Avrupa Parlamentosu’nun bu yıl ilk defa verdiği sinema ödülü Le Prix Lux’ün, yönetmen Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında filmine verilmesinin?
Bana göre bir tek anlamı var.
Türkler kendilerine benzemeyenlerin telkinlerine çoğu zaman cevap vermezler. Ama kendi dillerini konuşan, kendi evlatları saydıkları insanların sözleri ise en azından dinlenir. Değil mi ki Claudia Roth bile hazmedilebilmek için “Claudia Yenge” lakabıyla anılmaya başlandı.
Avrupalılar Türk’ü, Türkleri kullanarak terbiye etmeyi deniyor.
Benim Fatih Akın’a tavsiyem, bu yoldan vazgeçip gerçek bir Türk olması. Atatürk’ün yolundan gidip, emperyalizmle dünyaya gem vuran Batılıların yanında değil, mazlum milletinin yanında yer almasıdır…
Belki Fatih ve onun gibi düşünenler bu yazımı pek hasımca ve hamasi bulabilirler ama eğer böyleyse bundan ben değil Fatih Akın sorumludur.
Neden mi? Şundan:
Goethe, “Schiller’in şiirlerini neden beğenmiyorsunuz?” şeklindeki bir soruya şu şekilde başlayan bir cevap verir:
“Bir eserdeki fikirler eğer üçüncü şahıslarda ahlaki ve fikri tepkiler uyandırıyorsa…”
Evet, Fatih Akın, filmlerin bende ve muhtemelen benim gibi pek çok insanda ahlaki ve fikri tepkiler uyandırıyor ve bundan sen sorumlu bulunuyorsun. Ya tutumunu düzelt, has bir sanatçı ol veya Alman gözü ile film çekip “Bu bir Türk filmidir” deme.
Çünkü bu ülkenin israf edecek sanatçısı yok, hiç olmadı. Sen de milletinin hayatını anlatırken tarihe ve geleceğe karşı daha tutumlu davran ve “Müsriflik yapımış, milletini harcamış!” dedirtme…
(26.10.2007)
--------------------------------
Altın Portakal Dilim Dilim Soyuluyor!
BU defa içimden yazmak gelmiyor. Hiç! Neden böyle olduğunu kendi kendime sorup duruyorum. Bulabildiğim bir tek izah var: Aklın yolu birken ve akıllı insanların bu yolu takip etmeleri gerekliyken neden hep aynı şey tekrarlanıp duruyor? Neden bir fasit daire içinde, ‘oryantasyon’unu yitirmiş deney fareleri gibi dönüp duruyorlar? Neden eleştirilere kulak vermiyorlar? Değil mi ki, “Eleştiriye tahammül edemeyenler gelişme karşısında direniyordur...”
Yoksa bizim bilmediğimiz bir şeyler mi dönüyor? Yoksa yüzeyde sırf sinema sanatı için akıp gidermiş gibi görünen bu suyun dibinde çamurlu, kirli ve sert akıntılı bir lağım suyu mu var? Yoksa birtakım kişiler ve gruplar çıkarları için Antalya Film Festivali’ni ve sinema sanatını alet edip safdil sanatçıları ve halkı figüran olarak mı kullanıyor?
Mesela bir erkek, festival sürüp giderken bir kadını neden dövmeye kalkar? Bu dayak olayı neden üç beş gün saklanır ve neden hem de festivalcilere yakın gazeteciler tarafından en çok satan gazetelerin baştaki sayfalarında, hem de çarşaf çarşaf yayınlanır? Bu gazeteciler bu yazıları gerçekten de saf bir gazetecilik tavrı ile mi yazmışlardır? Yoksa?..
Türk halkı sinemadan soğutuluyor mu?
Çok acı verici bir dizi düşünce insanın aklını kemirip duruyor. Devletin trilyonları, güya sinemamızı ve Türkiye’yi desteklemek amacı ile akıtılıyor. Antalya’nın bir turizm ve kültür kenti olması yanında dünya çapında bir marka olmasının amaçlandığı devletin bakanları tarafından açıklanıyor. Fakat bu arada bir başka aymazlık inanılmaz biçimde sürdürülüyor.
Kimlerden ibaret olduğu hâlâ açıklanmayan bir ön seçici kurul tarafından seçilen 12 film, Altın Portakal için yarışıyor. Vizyon gören, DVD’leri marketlerde satılan Mutluluk ve dışındaki diğer 11 filmin neden hep aynı sinema anlayışını benimsemiş yönetmenlerin filmlerden seçildiğini kime soracağımızı neden bilemiyoruz? İnsanlar, Mutluluk ve Ademin Trenleri dışındaki diğer 10 filmin toplam seyirci sayısının 50 bini geçmeyeceği üzerinde bahse girerken, Antalya Film Festivali bu bağlamda neye hizmet etmiş oluyor? Türkiye’nin tanınmış ciddi yönetmenlerinden biri “Üç yıldan beri Antalya Film Festivali’nde Türk halkı sinemadan soğutuluyor!” diye neden yakınıyor?
Son seçici kurul da aynı hataya düştü
Yukarıdan beri yaza geldiğim soruların cevaplarını bulabilmek belki pek mümkün olmayacak ama başta Oscar olmak üzere dünyanın pek çok itibarlı film festivallerinin düştüğü en temel aymazlığı burada yeniden eleştirmek zorunda hissediyorum... Geçmişte defalarca dile getirdim. Bir kere daha getiriyorum. Hem de bu defa pek kaba ve cahil insanların bile anlayacağı bir benzetmeyle. Diyelim ki bir saç tasarımı yarışması düzenlediniz. Kıstaslarınız en iyi kesim, en iyi boyama, en iyi şekil verme ve bunların toplamı ile de en iyi saç tasarımı, yani en iyi kuaför şeklinde. Bu durumda en iyi saç tasarımını yapan kişinin en iyi kuaför seçilmesi gerekir değil mi? Böyle yapmayıp “En İyi Saç Tasarımı Ahmet’in, En İyi Kuaför Ödülü Mehmet”in diyebilir misiniz?
Eğer ikna edebilirseniz sevinirim
Bu yıl Antalya’da yine En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri farklı farklı filmlere verildi. Fatih Akın, En İyi Yönetmen ilan edildi. Ardından Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği Yumurta En İyi Film seçildi.
Yani Yumurta, En İyi Yönetmen’lik payesi layık görülmeyen Semih Kaplanoğlu’na rağmen En İyi Film; Fatih Akın ise yazıp yönettiği Yaşamın Kıyısında’ya rağmen En İyi Yönetmen seçildi!
Başta Genco Erkal gibi yıllarını sanata adamış bir oyuncunun bana cevap vermesini bekliyorum: Sayın Genco Erkal, bu seçimi hangi gerekçeler ve evrensel sanat ilkelerine göre yaptınız? Anlayabilmiş değilim. En azından, bir filmin yönetmenine rağmen nasıl olup da en iyi film seçilebildiğini bana açıklar mısınız? Yani daha açık bir ifade ile sorayım, En İyi Film seçtiğiniz Yumurta’da Semih Kaplanoğlu’nun yaptığı hangi şeyleri beğenmediniz ki, filmine ödül verirken yönetmeni fırlatıp kenara attınız?
Lütfen bunu bana açıklayın. Eğer ikna olursam bizzat gelip size teşekkür edeceğim!
Aksi taktirde Antalya’da arkadaşlarımla paylaştığım şu kanaat artık vazgeçmeyeceğim bir kanaat olarak bende yerleşip kalacak: Altın Portakal her yıl bir güzel “soyuluyor”, dilim dilim edilip paylaştırılıyor ve festival şürekâsı ve yarışmacıları arasında pay ediliyor!
Öyle ise vah, yazık bu yoksul ve safdil milletin emeklerine...
(02.11.2007)
-------------------------------
İyi Film ile Kötü Film Arasında Fark Nedir?
ANTALYA Film Festivali’nde “En İyi Film” seçilen Yumurta Semih Kaplanoğlu’nun Meleğin Düşüşü isimli çalışmasından sonra aynı “öğretmen” tavrıyla çektiği yeni filmi. Kaplanoğlu Yumurta’da, şair Yusuf’un annesinin ölüm haberini alması üzerine nefret ettiği için ayrıldığı ve yıllardır uğramadığı kasabaya dönüşünü (eve dönüş) anlatıyor. Annesini defnedip hemen dönme niyetindeki Yusuf, beş yıldır annesi ile yaşayan akrabalarından birinin kızı olan Ayla ile baş başa kalıyor. Yusuf, bir an önce İstanbul’a dönmek niyetindedir ama Ayla’dan, annesinin ölmeden önce adadığı koçun kurban edilmesinin kendisi tarafından yerine getirilmesi gerektiğini öğreniyor.
İstanbul’a doğru yola çıkmak için yaptığı her hamle, her defasında başka bir sebeple kesiliyor. Sonunda Yusuf, Ayla ile beraber annesinin adağını yerine getirmek üzere bir yolculuğa çıkıyor...
Kaplanoğlu bana göre artık demode olan bir sinema dili kullanıyor. Bilhassa genç seyircileri filme bağlaması beklenen Nejat İşler’in bile kendinden bekleneni yerine getiremediği Yumurta’nın kasvetli, sıkıntılı ve durgun atmosferine rağmen çok sanatkârane bir anlatım tutturduğunu vurgulamalıyım.
Kaplanoğlu 1970’li yılların sonlarına doğru Avrupa’da terk edilen “neo modern sinema”yı filminin iliklerine kadar işletmiş... Anlamların gizlendiği, kapatılıp örtüldüğü, birbiri ardına gelen mecazların birer bilmece gibi anlaşılmayı beklediği filmde “yumurta” ve sürüyü bekleyen Kangal köpeğinin en çok dikkati çekenler olduğunu söyleyebilirim.
Daha geniş bir eleştiri için yerim yok ve bu yazıdaki maksadım Kaplanoğlu’nun filminin bir çözümlemesine yapmak değil... Kaplanoğlu’nun kullandığı dile hâkimiyetini, başarılı bir anlatım tutturmasını, oyunculuk zaaflarına rağmen küçük kasaba atmosferinin kimi zaman sıkıcılığını ta içimizde hissettirişini vurgulamak istiyorum. Sanıyorum Kaplanoğlu, seçtiği sinema tarzını ve bu tarza ait dili en iyi kullanan yönetmen olarak anılacak.
***
Bir başka yolculuk ve eve dönüş hikâyesi ise Mesut Uçakan’ın Anka Kuşu: Bana Sırrını Aç filmi. Babasını, faili meçhul bir cinayet sonucu, sevdiği kızı ise tayin yüzünden kaybeden Selman, âşık olduğu Merve’nin peşinden İstanbul’a gider. Burada yetiştiği dini-manevi muhite karşılık çok serbest ve tamamen maddi bir muhit içinde; sinemaların makinist odalarında belki de hiç hazmedemeyeceği filmleri izleyerek büyüyen Selman ruhsal olarak çöküntü içine düşer. Kişilik parçalanması yaşamaktadır. Kurtuluşu ise ancak içinde yapacağı bir yolculuk ile yani onu var eden manevi ortama ve inançlarına dönmesi ile mümkün olacaktır!
Mesut Uçakan’ın çok uzun bir sinema geçmişi var. Kendine has iddialara da sahip olan Uçakan, farklı bir sinema estetiği yaratma peşinde olduğunu söylemesine rağmen, sinemanın en basit isterlerini yerine getirmekte neden bu kadar zorlanıyor anlayamıyorum? Senaryonun didaktik yapısından oyuncu yönetimindeki kusurlara, Ramazan programlarından duymaya alıştığımız dublaj seslerinden, kırık dökük zikir sahnelerine, karakterlerin iyi işlenememesinden bilhassa kadın karakterlerin menfiliğine kadar... Elden geçirilmesi gereken o kadar çok şey var ki, anlatabilemem...
Bir tür vaaz ve tasavvuf dersini andıran filmde, Şeyh-i Ekber’in “Vahdet-i Vücut” diye bilinen evren algısı ve yorumunun işlenişi de çok basitleştirilmiş (bayağı demeye dilim varmadı). İnsanları birer televizyon aletine, Yaratıcıyı ise bu alete sinyaller gönderen bir vericiye indirgeyen teşbih yerine, filmde, kavramlarla düşünen karakterler bulunmalı ve bu kavramların sinema diline dönüştürülmesi çabası öne çıkmalıydı. Yoksa evdeki kırık elektrik süpürgesi ile uğraşan savalı bir kadıncağıza “Gerçek nedir?” gibi sualler sormak gerçekten komik düşüyor...
***
Sıfır Dediğimde isimli film hakkında geçen hafta yazacaktım ama Antalya büyük jürisi ile hesaplaşma fikri daha ağır bastı. Bu satırlar Sıfır Dediğimde isimli filmin senarist ve yönetmeni Gökhan Yorgancıoğlu’na: Filmini bütün zaaflarına rağmen başarılı bir çıkış olarak yorumluyorum. Senaryonun ilginçliğini sinema diliyle anlatabilmiş olsaydın on ikiden vurabilirdin. Bana göre filmin en başarılı oyuncusu, çocuğuna hikâye okuyan anneydi. Keşke tüm oyuncularını onun kadar tabii oynatabilseydin. Daha iyilerini bekliyoruz.
(09.11.2007)
----------------------------------------------------
Hollywood Şarkıcı Pink Kadar Olamayacak mı?
KORKAK Robert Ford’un Jesse James Suikastı (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford), Amerika’nın, kanunsuzluklar, kıtaller, yerlilerin arazisini işgal, çeteler ve Kızılderili soykırımı ile kirlenmiş gri sayfalarla dolu kuruluş tarihinden bir kesit. Pek çok kişide nasıl bir fikir uyandırır bilemiyorum ama Jesse James Suikastı’nı izlerken aklımdan geçenlerden biri, sinemanın neden “karanlık taraftan” beslendiğiydi!
Amerikan’ın Afganistan ve Irak işgallerinin devam ettiği, Pink’in YouTube’a düşen Dear Mr. President şarkısında dediği gibi “İnsanlığın geri kalanı ağlarken nasıl uyuduğu bilinmeyen bir Başkan”ın dünyaya hükmettiği çağımızda Hollywood, neden azılı bir katilin hikâyesini hem de sinema dilinin bütün imkânlarını kullanarak beyazperdeye yeniden taşır?
Neden mesela sağduyu tebliğcisi Thomas Paine, neden mesela ‘devlete karşı ferdi’ savunan ve Sivil İtaatsizlik’in peygamberi denen Henry David Thoreau veya neden mesela ezilenlerin savunucusu (Tom Amca’nın Kulübesi yazarı) Harriet Beecher Stowe gibi, 1847’de doğup 1882’de öldürülen Jesse James’den biraz önce veya aynı yıllarda yaşamış Amerikalıları değil de illa bir katil anlatır?
Bunu bizim anlayabilmemiz mümkün müdür?
Sinema sektöründe dönen milyarlarca doların nelere kadir olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Bunun yanında sinemanın insanları etkileme gücünün, politik denetimden uzak kalacağını da söyleyemez kimse. Böylece “neden bu tür filmler çekildiğini” anlayabilmek anlayamamaktan daha kolaydır diyebiliriz...
Filmin içeriğine dair bir iki şey
Defalarca beyazperdeye aktarıldığı için filmin hikâyesinden değil, dikkatimi çeken bir anlatım ustalığından bahsedeceğim.“On bin kişiden ikisine bile güvenmeyen Jesse James, normal dışı hayat süren her insan gibi giderek gerçekle ilişkisini yitirir. Paranoyaklaşır. En yakın arkadaşlarının sırtından vurmaktan çekinmez. Böyle bir durumda bileğine dolanmış iki yılanın kafasını bıçağı ile keserek müstakbel suikastçısı Korkak Robert Ford’a ders vermek ister. Düşmanlarının adını verdiği yılanların başını keser (yılanın başı küçükken ezilir!) ama iki kardeşi (onun hayatına son verecek yılansı kişiler) ihmal eder...
Sevgili okuyucum, eğer bu filmi izlemek istiyorsanız, bana göre anahtar ifadelerden biri olan bu sahneyi kaçırmayın... Çünkü burası, batıl inançlara akıldan daha fazla önem vermenin, yani akıldışına kaymanın gösterildiği en güzel andı...
Bir de Jesse James’i sevsin mi, nefret mi etsin, anlayamadığını söyleyen sinema yazarı arkadaşıma bir izah notum var: Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama şu cümle durumu açıklıyor: “Film kahramanı izleyicinin ikizidir, kötü adam ise filmin kahramanının.”
E ne dersin? Şimdi anladın mı?
“Musallat”ın düşündürdükleri
Ülkemizde türbelere çaput bağlayıp, mum dikerek, türbedeki yatırı Yaratıcı’dan üstün zannederek dilek dileyen batıl inançlı yüz binlerce hatta milyonlarca insan var. Bunların aynı zamanda “cin çarpması ve insana musallat olması” ihtimali ile korkutulan insanlardır. Çoğu sağlıksız bir dini eğitimden geçmiştir. Otoritesini sağlamak için insanları batıla iten hoca kisveli cahillerin elinde “yarım hoca dinden eder çarpmasına” maruz kalmış kişilerdir...
İşte, “Bizim sinemamızda korku filmi neden yok?” sorusu ile başlayıp, porno, şiddet ve korku türlerinin sinemada para ettiği gerçeği ile birleşen bir fikrin sakat çocukları olan Türk korku filmleri taklitten ibaret ucubelere benziyorlar. Şeytan, Stigmata, Omen vs. gibi pek çok defa çekilmekten pörsümüş, çürümüş film kalıplarını, Hıristiyanlığın yerine İslam’ı koyarak Türkçe çekmek gerçekten de kolay yoldan para kazanma çabasından başka bir şey değil. Son tahlilde ne yapımcılarına, ne yönetmenine, ne oyuncularına ve ne de sinemamıza bir fayda sağlayabilir. Çünkü bu tür korku filmleri kaba bir benzetmeyle söylersem, “Neden bir kovboy filmimiz yok?” deyip Türk ‘western’i çekmek kadar komik ve boş bir çabadır.
Sinema arası tiyatro molası
Yönetmenliğini Gencay Gürün’ün yaptığı “Çıkmaz Sokak Çocukları” tipik bir Amerikan oyunu. Basit, yer yer soğuk ve hissiz ama eninde sonunda “aile” ve giderek “anne-baba” özlemi ile yanıp tutuşan, sistemin içinde ayakta kalabilmek için didinen insanları anlatıyor. Cüneyt Türel ve genç oyuncular Ömer Akgüllü ile Serhan Aslan iki saat boyunca güçlü oyunculuklarıyla seyirciye sahneye bağlamayı başarabiliyorlar. Tiyatro İstanbul bu sezon gerçekten de sıkı bir oyunla “Merhaba!” dedi: Hem oyunun mesajını, hem de oyuncuları beğeneceksiniz. Seyretmenizi tavsiye ederim.
(0212 216 40 70 - www.tiyatroistanbul.com)
(16.11.2007)
---------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder