30 Kasım 2007 Cuma

Suna’nın Yönetmeni Engin Ayça’yı Kutluyorum

ÜÇÜNCÜ filmini “Suna: Düşlerin Sonbaharı” adıyla çeken Engin Ayça kim ne derse desin, ne kadar farklı yorumlar yaparsa yapsın bana göre tebrik edilecek bir iş çıkarmış. Bildiğim kadarı ile evini satarak eserine bütün varlığını hem de bütün kalbiyle koyan Engin Ayça’nın ilk filmi hakkında o kadar ağır bir yazı yazmıştım ki, şimdi o yazıyı hatırlayanlar; “Acaba ne oldu da Çokyiğit bu kadar övgü dolu bir yazı kaleme aldı?” diye sorabilirler. Anlatayım:


Öncelikle, sağda ve solda, hayata “toplumcu kurtuluş reçeteleriyle” başlayıp, hem inandıklarını, hem inandırdıkları insanları yüzüstü bırakan bu kadar “dönek” varken, Ayça’nın kendi geçmişine samimi bir şekilde bağlı olması onurlu bir davranıştır!
Bağlılıkla yetinmeyen Ayça’nın en aziz hatıralarını biriktirildiği ilk gençlik yıllarını bir esere dönüştürüp sanatseverlerle paylaşma cesareti göstermesi, yani kendisiyle, yani toplumla, yani arkadaşlarıyla, yani geçmişte kaçırılan fırsatlarla, yani o zaman da bu zaman da yaşanmaya devam eden toplumsal, siyasi ve sosyal baskılarla...  Velhasıl hayatla yüzleşebilme cesareti göstermesi büyük bir samimiyet örneğidir... Ve ancak şahsiyet sahibi kişilerin yapabileceği bir iştir: Ayça’nın filmini tıka basa dolu ve fakat havalandırması bozuk olduğu için bir eziyete dönüşen Sine Pop’daki galada izlerken samimiyetten başka bir şey bulamadığımı sözlerime eklemeliyim.
Suna’yı başyapıt ilan ediyorum
Kurgu yerine farklı bir çekim tekniğiyle, kaydırma bile yapılmadan gerçekleştirilen planlar, kameranın genelde insanları uzaktan ve bütün çevresi ile gösterecek biçimde açılandırılması gibi pek çok yeni tavrı da içeren Engin Ayça’nın “Suna: Düşlerin Sonbaharı” filmini onun başyapıtı ilan ediyorum. Bu sözümde mübalağa bulanlar filmi tekrar ve önyargısız bir biçimde ve elbette çok iyi havalandırılan bir salonda izlemeliler...
Ayça, Suna’da en büyük desteği Türkan Şoray ve Gülsen Tuncer’den alıyor. 68 kuşağından sayılsa bile (zamandaşlık anlamında) o kuşağın siyasi macerasını yaşamamış olduğunu bildiğim Türkan Şoray’ın “Suna’laşarak” sanki o günleri yaşamış gibi sade ve temiz bir oyunculuk tutturduğunu, bu rolü ile Gönderilmemiş Mektuplar (2003, Yön: Yusuf Kurçenli) filmindeki Gülfem’den daha gerçek bir karakter yarattığını vurgulamalıyım.
Engin Ayça’nın can yoldaşı Gülsen Hanım’a gelince, kendisine verilen şen şakrak kalabilmiş 68’li kadın rolünü hakkıyla yerine getirmiş olmasına rağmen kimi zaman Sevgi karakterinin Suna’nın önüne geçmesine engel olamamış! Bana, eskilerin tabiri ile rol çalmış gibi geldi...
Son söz: Pek çok 68 kuşağı mensubunun düzen, devlet ve iş dünyası ile kurdukları “organik ilişkiye” rağmen Engin Ayça gibi kimilerinin hâlâ ideallerine bağlı olmalarını saygıyla karşılıyorum.
Üstelik onları, pek çoğunu tanıdığım, para kazanmak veya başarılı olmak için Makyavelist davranan güya sağcı, milliyetçi ve solcu işadamından daha değerli buluyorum.
Tebrikler Engin Ayça.
Dilek Sabancı’yı örnek almalılar
Nedim Saban’ın yönettiği Babamla Dans isimli oyunu (Yazar: Itzcik Weingarten) maalesef yarısı boş bir salonda izledim. Oysaki aynı salonda Broadway tarzı kaba saba, seksi göndermeleri bol farslar sahnelendiğinde salon tıka basa doluyordu...
Oyunun insanın içine ufunet çöktürecek kadar ağır ve sıkıntılı olduğunu vurgulayarak söze başlarsam, iki saat boyuncu tek bir oyuncunun karşısında ne kadar sıkıntı çektiğimizi anlayacaksınız... Diyecekken vazgeçiyorum.
Çünkü bu oyunun başladığı ilk dakikalardaki fikrimdi... Çünkü bu düşünce basit dekor içinde sakat bir genci canlandıran Suat Sungur’un muhteşem oyunu ile iki saatimizi bir vicdan muhasebesine, bir kendini tartma, ölçme terapisine dönüştürmeden önceydi...
Daha çok basit senaryolu TV dizelerinde hiçbir oyunculuk tecrübesi olmayan kişilerce bile canlandırılabilecek rollerden tanıdığım Suat Sungur, zekâ özürlü, spastik genci canlandırırken adeta kendimizi bir hastane odasında tecrit edilmiş sandık. Türkiye Sakatlar Derneği’nin desteğiyle gerçekleştirilen oyuna Dilek Sabancı’nın bizzat gelerek destek vermesi ise fevkalade hoş bir davranış ve destekti. Dilek Hanım’ın bu davranışının eğlenceli, genelde hep aynı yanlış anlaşılmalara dayalı, bol küfürlü, yarı çıplak kadınların cirit attığı oyunları hiç kaçırmayan sosyetemizin “sahte sanat baygını lady’lerine” örnek olmasını diliyorum!


Bu yazı 30.11.2007 tarihinde Bizim Gazete'de yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder