23 Kasım 2007 Cuma

Batı Sinemasının Yeni Bir Felsefeye İhtiyacı Var mı?

BU haftaki yazımda da tiyatrodan bahsedeceğim. Ama bu sefer önemli bir fark var. Birincisi bu sefer tiyatroyu yapan kişi aynı zamanda sinema geçmişi de olan bir isim... Tiyatrodan çok sinema filmleriyle tanıdığım Başar Sabuncu’nun ünlü Fransız yazarı Racine’in eserinden uyarladığı Bayazıt’ı Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’ndeki ön gösteriminde seyrettim.Bir saati geçen oyun aralıksız biçimde gösterildi.



Tamamen değilse bile hayali kişilerin de içine girdiği tarihi bakımdan (kronolojik ve gerçekler bağlamında) zayıf olan oyunun, üzerimde büyük bir tesir değil sıkıntı yarattığını söylemeliyim.
Sabuncu, Binbirdirek Sarnıcı benzeri bir yeraltı mekânı kullanmış. Bakır renginin (bakır zehirler!) hâkim olduğu dekora, oyuncuların, Osmanlı Sultan ve Hanım Sultanları’nın cümbüşlü ve görkemli kaftanları ile libaslarından çok Şaman ve Kızılderili kostümlerini andıran ağır “çaputlarla” çıkmaları ise komik kaçmıştı...
Osmanlı tarihinin en zayıf ve en çok dile dolanabilecek “kardeş katli” bahsine, Dördüncü Murat devrinde geçen, Bayazıt adlı hayali bir kardeş ve Roksan adlı hayali bir cariyenin katıldığı “trajedi” bakır dekorun içinde sıkışıp kalıyor ve seyirciye ulaşamıyor. En azından ben ve ismini şimdi burada açıklamayacağım diğer bir sinema yönetmeni ile eşi için böyleydi.
Trajedinin en belirgin kurallarından biri, kahramanının işlediği bir büyük günah olmadığı gibi çekilen bir vicdan azabı, büyük pişmanlık ve sonunda biz fani seyirciler için bir arınma (katharsis) de yoktu oyunda.
Dudaklarımızı bükerek çıktık dışarı!
Samimi olarak söylemek gerekirse, oyunun orijinalini bilmiyorum ve bu bakımdan sahneye uyarlanan metin ile Racine’nin metni arasında fark var mı, yok mu bunun hakkında fikir yürütemeyeceğim.
Benim burada ele aldığım sahnelenen oyunun insan (oyunculuk), teknik ve Türkçe edebi malzemesidir.
Bu çerçeveden bakıldığında Bayazıt oyunun hiçbir yanı hakkında olumlu bir şey söyleyebilmem mümkün değil! Hatta bu oyunun neden durduk yere sahnelendiğini de anlayabilmiş değilim.

44. Antalya Altın Portakal Ulusal Yarışma bölümünde olduğu için Antalya’da seyrettiğim “Saklı Yüzler” hakkında daha önce bir iki kelime yazmıştım. Bunun için şunu eklemekle yetineyim: Türkiye’de “Töre cinayeti” olarak adlandırılan “Namus Cinayetleri”, Müslüman insanlara hiç yakışmayan bir “batıl” gelenek olarak sürüp gidiyor. Bugün en çok Güneydoğu’da yaşanan Namus Cinayetleri, alışılagelmiş yapı çözüldükçe artıyor ve Türkiye’nin kanayan yarası olarak yüzümüze çarpıyor.
Bu bağlamda ele alındığında, Saklı Yüzler’in “estetik algısı ve temeli” dışında sosyal ve ahlaki bakımdan faydalı bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Fakat diğer yandan Avrupa Komünist ve sosyalist sinemacılar geleneğinin Türkiyeli taklitçilerinden biri olan Yılmaz Güney ve onun ardıllarının sinemasının çoktaaan demodeleştiğini vurgulamalıyım. Handan İpekçi’nin bu ekolden etkilenmiş olduğu apaçık meydanda.
Hem Avrupa’da, hem Rusya ve dünyanın pek çok ülkesinde  (Güney Amerika’nın Komünist sinemacıları artık filmler çekmiyorlar dikkat ederseniz, oradan da ses kesildi!) yeni sinema arayışları var. Mesela son dönem Avrupa sinemasında klasik anlatıma dönüş başlamış gibi görünüyor. Çünkü Soğuk savaş dönemindeki felsefi temel (Marksizm) bugün buharlaşmış halde. Dünya tarihinin seyrini değiştiren Kara Delik kadar güçlü bu felsefenin yerine yeni bir felsefe ikame etmeden ne Avrupa sinemasının, ne de bu devrik felsefeye gönül vermiş sinemacıların iyi filmler yapabilmesi mümkün değilmiş gibi görünüyor. Hele Amerikan sinemasının karşısında durmanın imkânı ise hiç yok gibi!

(23.11.2007) Bizim Gazete

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder