15 Eylül 2013 Pazar

YEŞİL BOSNA'DA MACERA YAŞAMAK ÇOK ZEVKLİ

Kafile olarak Karadağ'a doğur yürüdük ve nihayet 
bu müthiş dağ kütlesi ile karşı karşıya geldik.
Metin Boşnak Hoca’nın mailini gördüğümde daha önce verilmiş sözlerimiz aklıma geldi ve “Acaba bir şaka ile mi karşı karşıyayım” diye düşündüm! Bu arada +387’li kod ile arayan numaraya cevap verdikten sonra durumu kavradım. Arayan Bosna idi ve beni Bosna’da 5 günlük doğa-kültür turizmine davet ediyordu. Hemen kabul ettim ama iş bununla bitmedi. Sağlık sorunum olup olmadığı, bu gezinin şehir-otel formatlı bir gezi olmayacağı, dağlarda uzun yürüyüşler ve deli akan nehirlerde çılgın raftingler içereceği ihtarları gelmeye başladı. Türkçede bir deyim vardır: “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın”. Ben de aynen bu sözü geçirdim içimden. 54 yaşımdaymışım, b tipi şeker imişim kimin umurunda. Benim yaşımda insanlar bu tür turlara katılıyor ve başarı ile bitiriyorlar ise ben de yapabilirdim. THY Bosna Hersek Direktörü Ahmet Salih Kansu’ya gönderdiği bütün uyarıları okuduğumu ve anladığımı, Bosna Hersek doğa-kültür turu için yaptığı daveti memnuniyetle kabu ettiğimi bu tura katılacağımı bildirdim.
Saraybosna’ya indiğimde uçuş stresinden olacak Pazarlama Müdürü Halit Levent Şirin, kahrımı çekmek zorunda kaldı. Ona bir gazetecinin soracağı tüm soruların on katını sordum. Bizi kim gezdirecek, kim konaklatacak, kim yedirip içirecek? Eğer kendi cebimden harcayacaksam ne kadar Bosna Gaymesi almam gerekecek… vb., vb. Güleç yüzlü olmasa bile sakin bir insan olduğu ve bu kadar yıl uçağa binen ve uçaktan inen insanla haşir neşir olmaktan ötürü sarraflaştığı için Halit Levent Şirin, üstelik Ahmet Salih Kansu’yu arayıp aynı soruları ona sormama, yani kendisine rağmen orada olmayan diğer yöneticiyi aramama rağmen beni teskin ederek kocama bir minibüse binmeye ikna etti! Sağ olsun. Umarım hakkını helal eder!
Tek Tanrı inancındaki bir savaşçı
Bogomil'den kalan mezar taşı

Tabii bu arada bizi karşılamaya gelen iki Bosna’lı hanımı da unutmamak gerek, Snježana Derviškadić (Turizm Takım Lideri) ve Erna Kurtovic. Bu iki hanımın en önemli işlerinden biri daha Bıosna’ya uçmadan beni bir mail ile ikaz etmeleri oldu. Şöyle bir mail geldi onlardan:

“Yarın sabah başlayacak Bosna-Hersek seyahatiniz için programı ektedir. Programa incelediğinizde dağ bisikleti (bu etap sonradan iptal edildi), yürüyüş ve rafting içeren aktif bir program olduğunu göreceksiniz. Böylece sağlam ayakkabı ve rahat giysiler almanız gerektiğinden emin olacaksınız.

Ayrıca - bu haftanın geri kalanı için hava tahmini şöyledir: Açık havanın yağmur ile değişebilir olması mümkündür. Sıcaklık 25-28 derece arasında değişkendir. Hava şu anda çok hoş ancak dağlarda, gece de dâhil olmak üzere zaman geçireceksiniz. Hava ve sıcaklık değişimleri mümkündür. Sıcak tutacak giysilerden bolca getirmeniz gerek. Rahat yolculuklar diliyoruz.”
Müslüman bir Boşnak'a 
ait mezar taşı.

Erna Kurtovic & Snježana Derviškadić
E-posta: sderviskadic@firmaproject.ba
Adres: Dženetića ÇIKMA 1/II
71000 Saraybosna, Bosna-Hersek
Minibüse bindiğimde Türkiye’de aynı havayı soluduğum, çoğuyla aynı şehirde yaşadığım halde yolum kesişmeyen Türklerle yüz yüze geldim. Erhan Saraloğlu, Ayfer Kuralay, İbrahim Tanrıverdi, Koraltan Bey ve Bosna’ya girişte valizine el konan, bu yüzden de gezi boyunca her an Türkiye’ye dönmeyi düşünen Ülke TV muhabiri bir de Karadeniz’in diğer ucundan Rize’den Serdar.
Biz talihli seyyahlar.
Bizlere verilen program ve kitapçıkları incelerken minibüsümüz yola koyulmuştu bile. Saraybosna’nın dış mahallelerinden geçerek Konjic şehrine doğru yol alıyorduk. Nihayet uzun bir aradan sonra durduk ve Konjic şehrinden iki Boşnak delikanlısı ve bir de dağ bisikleti ve rafting koçu bindi aracımıza. Kardeşlerden birinin adı Smail Mulic, değerinin adı da Jasmina Mulic idi. İkisi de Müslüman. İkisi de kendilerine doğrudan hitap ettiğinizde yüzleri al al olan mahcup gençler. İlk anda düşündüğüm şu oldu. “Bu insanların saflığı ve temizliği binlerce yıldır devam ediyor. Üstelik onlar ölüm ve ateşle imtihan edildiler!”

Dağ bisikleti ve trekking koçumuzun adı ise Thierry Joubert’ti. 40-45 yaşlarında incecik bir adamdı. Fincan dibi gözlükleri vardı ve başlangıçta çok mesafeli duruyordu. Bir kuzey Avrupalı havası vardı duruşunda. Biraz yukarıdan bakar bir hali mi vardı yoksa ben mi vehmediyordum? İlerde belli olacak…

Boşnak delikanlılara dönersek: İsmail Ankara’da Harp Okulu’nda okuyor. Kardeşi Jasmin ise Kocaeli’nde. Mulic’lerin gelmesiyle minibüsümüz epey şenlendi. İsmail hepimize yetişmeye çalışırken Jasmin daha çok sessiz kalıyordu. Böylece ilk gün rafting yapacağımız ve geceleyeceğimiz Neretva nehri kıyısındaki Rafting Camp’a vasıl olduk!

Boşnak kahvaltısı ilginç ve lezzetli
Burada kahvaltı olarak önümüze gelen şeyler ilginç mi ilginçti. Hamuru yağda kızartıp etmek yerine yedikleri gibi, yoğut ve kaymağı hemen her öğünde yiyorlar. Biz de öyle yaptık. Ama bu iştahlı kahvaltından önce ilk geldiğimizde kocaman cezvelerde Boşnak Kahvesi geldi. Çok ilginç bir adet! Mesela Türkiye’de Urfa veya Harran’a giderseniz, mırra kocaman pişirme kabında gelir ama onu size başkaları ikram eder. Burada içi kahve dolu büyük cezveler ve küçük fincanlar bir de mutlaka yanında su getiriliyor. Uzun saplı bir kaşıkla kahvenin köpüğünü fincanlara pay ettikten sonra kahveyi döküyorsunuz. Bizimkine çok benzeyen lezzetteki Boşnak kahvesi, sıcak suya kahve salınarak pişiriliyormuş. Şekeri sonradan katılıyor. Oysa bizde soğuk suya salınan kahve birkaç kere karıştırılır ve şekerli içmek isteyen olursa şekeri de önceden karıştırılır.

Kahvaltıdan sonra sırt çantalarımızı, ikişer üçer kişi kalacağımız küçük odacıklara bıraktık. Bosna Hersek’te turizm için yapılan bu binaların en önemli özelliği ahşabın yoğun biçimde kullanılması. Nitekim yatacağımız ranzalar bile ahşaptandı. Aynı helâyı, aynı banyoyu kullanacaktık. Aynı kazandan ama ayrı ayrı kaplarda yiyecektik. Birazdan aynı bota binip 5 saat boyunca Neretva nehrinde kürek sallayacaktık…

Mihmandarlarımızdan biri ve aynı 
zamanda tercümanımız Smail Mulic.
Rafting giysilerini giydik birbirimizin fotoğraflarını çektik. Karşımdaki İsmail, Jasmin ve Thierry’nin rafting giysileri içindeki incecik bedenlerini görünce kendimi de öyle farz ettim. Bir yoldaşa makinemi verip fotoğrafımı çektirdim. “Ver bakayım!” dedim. Demez olaydım. Ne göreyim: Dışarıdan bakıldığında Batman Dönüyor'da (Batman Returns - 1992) Danny DeVito'nun canlandırdığı Penguin karakterinin tıpkısının aynısı değil miyim! “Aman Tanrım!” dedim. Sonra kendimi şöyle rahatlattım: “Ben Penguen karakteri gibi değilim. Çok şükür içim tertemiz ve insanlara kötülük yapmak aklımın ucundan bile geçmez!”

Böylece vücudu jarse gibi saran rafting kıyafetini giydiğime bin pişman minibüse bindim,  Neretva’nın kaynağına doğru dağlarda yaptığımız müthiş yolculuk böylece başladı.
 Boračko gölü kıyısında çekilen fotoğrafımız 
davet  sahiplerinin İnternet sitesine konmuş.
Raftingin başlayacağı nehir kıyısına gelmeden önce bizi Karadeniz’in muhteşem yayla manzaralarını andıran ve buzul göllerini hatırlatan yerlere götürdü mihmandarlarımız. Boračko gölünü tepeden seyredebilen doğal bir terasta indik minibüsten. Bol bol fotoğraf çekti ve gölün mavi derin suları bana Paulo Coelho’nun Simyacı’nın girişinde söz ettiği Narkisos hikâyesini çağrıştırdı. Boračko gölü o kadar güzeldi ki… Biz bu güzelliğe dalarak içine düşeceğimizden korkuyorduk adeta. Oysa Boračko gölü bizim gözlerimizde kendi güzelliğini seyrediyordu galiba! Nitekim Boračko kelimesinin mücadeleci, savaşçı anlamlarını içerdiğini öğrendik.  

Gölün cazibesinden kurtularak yolumuza devam ettik. Nihayet rafting botlarını getiren araçla buluşup onları suya saldık ama Thierry Joubert bizleri bir güvenlik brifingi için etrafına topladı. İsmail’in tercümanlığı vasıtası ile hayatım boyunca sadece TV’de izlediğim raftingciler kadar bilgi sahibi olarak bindim bota.

Ve işte o an! Bendeniz, rafting heyecanı 
içinde botun etrafında dolanıp, patlak 
yarık var mı diye inceliyorum!
Neretva’nın suları bizi beş saat boyunca sırtında taşıdı. Çok güzel anlar geçirdik. Suyun açtığı çok derin vadileri, vahşi manzaralı yamaçları, küçük doğal teraslara kurulmuş ahşap ile zengileştirilmiş evleri, evlerin neredeyse 90 derece açılı çatılarının yarattığı ilginç (egzotik yerine avro-zotic mi demeli?) manzaraları doya doya seyrettik…

Neretva Rafting Camp’a döndüğümüzde yorgun, aç ama mutluyduk. Akşam yemeği bu tatlı yorgunluk ile yendi. Bosna Hersek’in yaylalarında yetişmiş hayvanların etinden yapılmış ızgara ile beraber yoğurt, kaymak, ev yapımı ekmek ve uyku…

Sabah Konjic’ten Saraybosna’ya doğru yola çıktık. Şehirde birkaç dakika durup Bosna’da çeşmeden akan sular hala içilebilir ve lezzetli olduğu için pek iltifat edilmeyen şişe suyu aldık ve yeniden yola koyulduk. Bu sefer istikamet Igman-Bjelasnica idi.

1984 Kış Olimpiyatları’nın yapıldığı alanda ve Igman’da durduk. Thierry burada bizden ayrıldı. Türkçe bilmeyen diğer bir Boşnak’a devretti görevini. İsmail ve Jasmin yanımızda kaldı. Kış için hazırlık yaptıkları her hallerinden belli olan Igman otellerine doğru iki hanım yürüyordu. Biri başörtülüydü, diğerinin kucağından bir çocuk vardı. Başörtülü kadının örtünme biçiminden Türk veya Türklerle ilişkili olduğunu anladım. Uzaktan bir kare fotoğraf çekerek yanlarına gittim ve kucağından çocuk olan kadına doğrudan Türkçe sordum:
Bosna'da Türk Boşnak evliliğinin bir meyvesi 
Musa (Kucakta).
“Adı ne?”
Cevap tek kelime oldu: 
“Musa.”
“Türk müsünüz?”
“Babası Türk, ben Boşnağım”
Olimpiyat tesislerinin fotoğraflarını çektikten sonra birkaç saat içinde ulaşacağımız “Son Bogomil köyü Lukomir”den önceki durağımız olan Umoljani’ye doğru yola çıktık. Uzun yolculuk hayret vericidir ki yormuyordu. Çünkü hava kuru, etraf yemyeşil ve ihtiyacımızdan fazla oksijen vardı. Bu doğal gençlik aşısının verdiği güçle Umoljani’de kalacağımız pansiyonu gördükten sonra doğru “Son Bogomil Köyü Lukomir”e tırmanmaya başladık.

Vikipedia’da “En yüksek ve en uzak köy” olarak tanımı yapılan Lukomir köyü orta çağdan kalma haliyle insana tarihin hala yanı başımızda olduğunu hissettiren bir nişan taşı gibi.
Son Bogomil köyünde 100 yıllık 
evlerde hala insanlar yaşıyor. 
Onlardan biri de Huriye Teyze.
Lukomir köyü, bin 495 metre rakımlı Bjelašnica dağında kurulmuş. 14. Yüzyılda kurulduğu biliniyor. Sözün özü 1400 yaşındaki bu köyün taş evleri 100 yıl önceki otantik halini koruyor. Dik açılı çatıları ile yılın neredeyse altı ayı kar altında yaşamayı beceren köylüler için Bogomil’lerin saf torunları diyeceğim geliyor ama gerçekten öyle mi bilemiyorum! Nitekim köyün biraz ilerisindeki Ay Yıldızlı, El Fatih’lı Müslüman mezar taşlarının yanında Orta Çağa’dan kalma, üzerinde gamalı haç (Savastika) ve haç şeklinde sapı bulunan dev kılıç figürlü savaşçı mezar taşları hala duruyor.

Lukomir köylüleri ile vakit geçirmeden, artık bütün dünyanın tanıdığı 85’lik Huriye teyzenin peynirli-patatesli böreklerinden yeyip ayran (daha çok kefir tadında) içmeden önce yarım saatlik ciddi bir yürüyüş yaptık. Bu yürüyüş aşağı doğruydu. Bir de gelişini düşünün. Allah’tan mihmandarlarımız burada bize kahve yeşil çay ve şekerli yiyecekler ikram etti de –bilhassa başta ben- yarı yolda benzinsiz kalmadık!

John Travolta, Killing Season Lukomir'li 
Emil Kovač'ı karakterini canlandırmıştı.
Lukomir köyünden birinin dünyaya mal olmuş bir hikâyesi ise tamamen uydurma. Hollywood senaristlerinin özensizliğinin, ben yazdım olduculuğunun, tarihi, dini ve kültürel değerlere saygı göstermekte hiç titiz davranmadıklarının bir göstergesi. Killing Season filminde John Travolta Emil Kovač isimli bir Sırp’ı canlandırır ki, filmin çekildiği zaman da, bugün de, Orta Çağ’da da köy Müslüman’dı. Bir camisi var ve mezarlarında Hac’a gitmiş insanların mezar taşları Osmanlı tarzında yontulmuş

Köyün filme alınması veya adının bir filmde geçmesi bu filmden ibaret değil. Mesela Yönetmeni Niels van Koevorden olan Lukomir Six Months Off isimli 2010 yılı yapımı bir belgesel de IMDb kayıtlarına girmiş durumda. İsteyen temin edip bu belgeseli izleyebilir.


Dağdan indiğimizde mihmandarımız bizi Umoljani köyü camiine götürdü. Bu köy halkı ve 
Umoljani Köyü camisi.

köydeki cami Sırplar tarafından tahrip edilmemiş. Hikâyesi şöyle: Sırp komutanın çocuğu çok hastadır. Modern tıp çaresiz kalmıştır. O sırada Umoljani köyünü işgal etmişlerdir. Bir kişiden buradaki cami imamının ettiği duanın Tanrı tarafından kabul olunduğunu ve çocuğunu bu imama gösterip ondan dua talep ederse belki kurtulabileceğini söyler. Sırp komutan çocuğunu imama okutur ve çocuk iyileşir. Bunun üzerine bu köye dokunulmaması emreder!

Bu öyküden sonra köy evlerinde bahçeden bahçeye geçerek kalacağımız pansiyona geldik…

Daha da çok yazılacak şey var ama belki ikinci gezimden sonra hepsini birleştirip yazarım...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder