SAYFALAR
▼
27 Ağustos 2023 Pazar
İstanbul Evde Yok!
Bazı gazetelerin hâlâ Cağaloğlu’nda bulunduğu 1990’larda, “İstanbul Evde Yok” başlıklı bir seri yayımlamıştım. O zamanlar günlerce devam eden araştırma inceleme, röportaj ve pehlivan tefrikaları, ağır kalemlerin köşe yazıları, önemlisi, en baba yazarların başyazıları son saltanatlarını yaşıyordu. Daha doğru bir deyişle 19. Yüzyıldan kalma gazetecilik zihniyetinin acıklı direnişi sahneleniyordu.
Yazı dizim yayınlandığı gün pek çok telefon almıştım. Tek paragraf bile okumadan arayan arkadaşlar, eski şefler, diğer gazetelerde çalışan editörler, beni tebrik ediyorlardı. “Aman, durun bu birinci gün, daha 3 günlük yazı var,” dediğimde aşağı yukarı tepkileri, “Yahu arkadaş, yazıyı okumaya ne gerek var? Zaten başlıkta işi bitirmişsin!” mealinde oluyordu.
O günlerde bir tefrikaya başlık atmak, sanat sayılırdı. Nitekim İstanbul hakkındaki yazı dizimin son tahlilde söylemek istediği, başlıkta anlattığımın aynıydı. Şehirlerin sultanı, imparatorluklar başşehri, Boğaz’ı Adalar’ı, Haliç’i, Ayasofya’sı, Selâtin camileri, metruk ve mamur sarayları, 1453’ün şahidi surları, Sahaflar Çarşısı, Kapalı Çarşı’sı, bin bir gece masallarından farksız hikâyeleriyle, kapıları, semtleri, sokakları, yiyecekleri, içecekleri, Karakulak suyu, Taşdelen’i, Çırçır Suyu ve daha nice maddi ve manevi kültür değeriyle hala vardı İstanbul ama İstanbullular İstanbul’u terk etmeye başlamışlardı!
Koca şehri bir konak olarak düşünün. Burada nesiller boyu bir ailenin yaşamış olduğunu varsayın ama bir gün bu ailenin son fertleri konağı terk etmiş olsun…
İstanbul o yıllarda işte böyle bir sükût yaşıyordu.
1453’te Doğu Roma’nın başkenti Hazreti Fatih’in dehası önünde nasıl diz çöküp sükût etmiş ise 1990’larda da Yahya Kemal’in, Peyami Safa’nın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Necip Fazıl’ın İstanbul’u, modernleşme palavrası karşısında diz çökmeye başlamıştı.
Birkaç yıl sonra Çelik Gülersoy ile yaptığım son röportajda, Gülersoy gözlerinden yaşlar gelerek “İstanbul bambaşka bir âlemdi…” dedikten sonra, “ama artık yok” anlamında başını öne eğip sükût etmişti. O an aklımdan Tanpınar’ın eşik şirindeki, “varoluşçu” yıkılış ve yapılışları insanın derununda hissettiren, “Duyardım her an uzlette bir yeni / Âlemin yıkılıp devrildiğini” mısraları geçmişti. Ustası Yahya Kemal de “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” derken hem bütün vatanı hem de o vatanın kalbi İstanbul’u kastetmiş olmalıydı. Çünkü diğer öğrencisi Necip Fazıl, “İstanbul benim canım, vatanım da vatanım” derken aynı şeyi söylüyordu.
Nafile! İşte bütün bir vatan coğrafyasının sembolü İstanbul’un varisleri artık Fatih’ten, Üsküdar’dan, Erenköy’den (…) kaçıyor, Ege ve Akdeniz sahillerinde iltica ediyor, onların yerine ömür boyunca İstanbul’da yaşamak hayaliyle tutuştuktan sonra emekli ikramiyesiyle bir daire alan “taşralılar” şehre ve çift bozan” taifesi ise varoşlara akın ediyordu. Birkaç nesil sonra o taşralıların asla İstanbullu olamayacak çocukları şehir için bir kanser haline geliyordu.
Evet, 90’lardan sonra artık tek bir başlık atılabilirdi onu da ben atmıştım: İstanbul Evde Yok!
Oysa yıllar önce yazdığım bir şiirde ne kadar ümitliydim!
“Ben bu şehri anne gibi severim;
Meryem annem, Âmine annem,
Annem gibi severim.
Geleceğe gebe olduğundan severim.
Ya bu şehir beni yeniden doğuracak,
Ya ben bu şehre yeniden doğacağım!”
Züğürt tesellisi imiş…
ADADAKİ SON FAYTON
Ressam arkadaşım Atilla Yıldırım hiç boş durmuyor. En son Büyükada Anadolu Kulübü’nde boy gösterdi. Küratörlüğünü Ayşenur Özsankur’un yaptığı, 38 ressamın çeşitli tekniklerle üretilmiş yüzden fazla tablosunun yer aldığı “Anadolu Kulüp’ten Esintiler” adlı karma sergiye iki esle katıldı. Atatürk'ün pilot kalemle 60.001 noktayla yapmış olduğu portresi dikkat çekti. Diğer eseri, “Adadaki Son Fayton” tablosu da beğenildi. Anadolu Kulüp’ten Esintiler sergisi bugün sona erdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder