Yaşama, yaşadıklarımıza, yaşananlara dair fikir yürütmek, birbakıma “kültür üretmek” anlamına gelebilir mi? Güzellik üzerine, renkler üzerine, sofra adabı üzerine, yiyecekler üzerine konuştuğumuzda gevezelik mi etmiş oluyoruz yoksa basit bir felsefi söyleşi mi yapmış oluyoruz? Bir söyleşide ortaya atılan fikirleri, gevezelikten çıkartıp görece felsefi bir derinlik kazandıran ve felsefi yapan nedir?
Bundan bir süre önce arkadaşlarla birlikte sohbet ettiğimiz bir masada şöyle bir söz söylendi: “Dünyada, taze zeytin meyvesinde çıkartılan zeytinyağını salamura/çizik zeytinin üzerine döküp yiyen tek milletiz!” Masa karmakarışık oldu. Arkadaşın kastı, zeytini nasıl tükettiğimizi ifade etmek değil, bu indirgeyici ifade üzerinden, aslında halk olarak tuhaf olduğumuzu ima etmekti. İğneleyici ve basit bu ifade aslında ideolojik bir tercihi işaret ediyordu.
Arkadaşın görüşüne karşı farklı görüşler ileri sürüldü: Türkler olarak pek çok tuhaflıklarımızın olduğu kesindi ama zeytinyağını siyah zeytin üzerine değil erken hasat çizik salamura zeytin üzerine döküp yiyorduk! Bu kadarla kalmıyor, üzerine kırmızı pul biber serpip, taze kütür kütür bir limon yarısını, zerrelere bölünmüş damlacıkları sofraya püskürürken ve keskin kokusu odaya yayılırken tasın üzerine sıkıp çıtırekmeğimizi sosa banıp zeytinden bir iki tane yuvarlıyorduk. Zeytini bu şekilde tüketmek neden garip oluyormuş, işte bunun açıklanması gerekiyordu.
Mesela et suyuna baharat ilave ederek sos yapıp etini üzerine döküp o eti yemek tuhaflık sayılmıyor da, zeytini zeytinyağına koyup yiyince neden tuhaflık oluyordu ki?
Üstelik Dünya mutfağında ne gariplikler vardı. Bir Fransız filmindeydi. Domuzu tokmakla öldürüp, ayaklarından asıp boynunda bir delik açarak kanını fıçılara doldurup sonra da kan sosisi yapıp kahvaltıda yiyorlardı. Zeytinyağınaboğulmuş, limonla tatlandırılmış zeytin mi yoksa domuz bağırsağında fermente edilmiş domuz kanı mı tercih ederdik?
Herkesin bildiği gibi, zeytinyağını bol bulduğumuz için oraya buraya dökmüyorduk ki. Erken hasat yeşil zeytin meyvesinin lezzetine lezzet katmak için, yağ, kekik, kırmızı pul biber ve limon ile sos yapıyoruz altı üstü!
Zeytinyağlı sosun kalp ve damar sağlığına, şeker hastalığına, bağışıklık sistemine ne kadar yaralı olduğunu “devlet doktorluğu” yapmış Prof. Dr. Osman Müftüoğlu sık sık dile getiriyor ya! Bu karışıma karabiber, zerdeçal gibi baharatlar da eklememizi tavsiye ediyor…
***
Malum meşrepteki masa başı entel-feylesoflarının, “Tuhaf milletiz, zeytinin üzerine zeytinyağı döküp yiyoruz!” iddiası genellikle döner dolaşır örf ü adat üzerinde düğümlenir.
“Aile büyüğü sofraya oturmadan ve besmele çekip ilk lokmayı ağzına koymadan olmaz!” hükmü şerifinden, “Su küçüğün, sofra büyüğün” lafına geçilir. Dananın kuyruğu burada kopar. O sözün aslında “Sus küçüğün, sofra büyüğün” olduğunu söyler biri. Hatta bir başka tuhaflık meraklısı, “sosyal tarih”bağlamında yorumlar…
Kimi zaman da tuhaflık arama yerine, yeme içime, mutfak kültürü, sosyal tarih vb. bağlamlarından koparak tamamen dil meselesine odaklanılır. Hemen herkes başka bir “galatı meşhur” atasözü veya darbı meselin doğrusunu anlatmaya başlar.
Şu sıralarda en çok meşhur olanlardan biri “Su uyur, düşman uyumaz – Suv/ Sü uyur düşman uyumaz” sözüdür. Ben de eskiden “su uyur” şeklinde zannederdim. Bu söyleyiş, ne bana ne de bu şekilde yanlış bilenlere, yanlış gelmezdi. Çünkü halk arasında “suyun uyuduğuna” dair bir inanç olduğu gibi, suyun akışkan olması, manayı tamamlıyor zannı verirdi.
Hülasa: milletin kahhar ekseriyeti konuşur, konuşur, konuşur ama okumaz: Okumadan ne kültür üretilebilir, ne felsefe yapılabilir. O sebeple aşağıdaki alıntıyı, Sartre’ın sohbetin sonunda ne yaptığına odaklanarak okuyun derim…
GÜNÜN ALINTISI
Sartre ve Beauvoir tüm ilgilerini vermişlerdi çünkü masadaki üçüncü kişinin heyecan verici haberleri vardı. Bu hoş ve havalı genç Sartre’ın arkadaşı Raymond Aron’du. Aron felsefe çalışmalarını Berlin’de sürdürüyordu. Şimdiyse arkadaşlarına oradayken keşfettiği ve tekerleme gibi bir adı olan bir felsefeden bahsediyordu: Fenomenoloji.
“Anlayacağın, mon petit camarade (bücür dostum)” dedi Aron – okul günlerinden kalma Sartre’a taktığı lakaptı bu – “eğer bir fenomenologsan bu kokteyl hakkında konuşupüzerinde felsefe yapabilirsin!” Beauvoir, Sartre’ın bunu duyunca bembeyaz kesildiğini yazar.
(Sartre) “Beynimden vurulmuşa döndüğümü söyleyebilirim,” diyecekti.
Beauvoir’den öğrendiğimize göre, en yakın kitapçıya koştu ve “Elinizde fenomenolojiye ait ne varsa hepsini istiyorum!” dedi.
Sarah Bakewell, Varoluşçular Kahvesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder