yetinmek niyetinde değildim. Yani ansiklopedik bilgileri derleyip foto muhabirinin çektiği fotoğraflarla eşleştirilmiş bir yazı dizisi olmasını istemiyordum. Bu sebeple yazıda bahsedeceğim her bir yalının tek tek kapısını çalarak yalılarda yaşayan insanların hikâyesini yazmayı planladım. Böylece İstanbul’un Fethi’nden itibaren beş yüz küsur yıl boyunca oluşmaya başlamış, her bir dönemde farklı bir çehreye bürünmüş, Boğazın iki yakasına inci gibi serpiştirilmiş, biri doğuya diğeri batıya baktığı için mimarisi farklı olan bu yapıları, hatıraları ve bugünü ile anlatacaktım…
Çalışmaya başladıkça anladım ki, pek çok bakımdan boyumu
aşan bir işe girişmişim. Mesela Reşat Ekrem Koçu gibi ansiklopedici, Samiha
Ayverdi gibi her bir kültür varlığı değerlerimizi bir gümüş ustası gibi teker
teker ele alıp ışıl ışıl parlatan yazarlar yanında Ragıp Akyavaş gibi İstanbul’u
aşkla anlatanların eserlerinden faydalanmam da bu işin üstesinden gelmemem
yetmeyecekti…
Bana yaşayan bir şahit gerekti!
O şahit, “İstanbulluluk bilincini” kuvveden fiile çıkartan
nadir kişilerden biri olan Çelik Gülersoy’du. TURİNG Başkanı Gülersoy’un
bilgisinden faydalanmak isteyen bir tek ben değildim. Hatta o sıralar babacığı
etkili bir yazar olan bir başka gazeteci arkadaş Çelik Bey ile otomobile binip
yalı duvarlarına bakarak bilgi almayı bile başarmış, bunu da çalıştığı gazetede
yayınlamıştı.
İyi de o zamanlar yalılara tekerlekli araçlarla ulaşacak yol
yoktu ki! Pek çok yalıya deniz yoluyla ulaşılıyordu. Patronumdan “Nazlı” isimli
teknesini bana tashih etmesini sağlamayı başardım. Bir foto muhabiri arkadaşla Boğazın
iki yakası boyunca yalıları tek tek fotoğrafladık… Ama yanımızda bir “şahit anlatıcı”
yoktu!
Boğaziçi artık kıyıya dizilmiş sıralı yalılar ve tepelerde geçmiş
zaman mücevherleri gibi parlayan tek tük köşklerden ibaret değildi. Arka plan, çapul
ve yağmaya çıkmış bir güruhun kampını andıran gecekondular ve kondu
apartmanlarla işgal edilmişti…
Acı bir görüntüydü... Tarih bilincine sahip her insanın acı
çekeceği çirkinlikte acıklı bir görüntüydü.
Bu düzensiz, karmaşık arka planın yanında ön planda Çelik
Gülersoy’un deyimiyle, “Namlularını aynı hizaya çevirmiş biçimde tertiplenmiş”
villalar dikilmişti… Bu beton tankların namluları, Boğaziçi’nin yüzyıllar
içinde oluşmuş “nevi şahsına münhasır” mimari kompozisyonunu, bizim tarihi
hafızamızı, bütün Türk Dünyasının artı bütün Müslüman Dünyasının “İstanbul
hayalini” çoktan tehdit etmeye
başlamıştı.
Sonuçta “İstanbul Hayali”ne ateş etmeye başlayacak ve
yıkacaktı. O kadar belliydi…
Çelik Gülersoy bir konuşmamızda, İstanbul’u ziyarete gelen
şehir planlamacısı bir Alman mimarı ile aralarında geçen konuşmayı nakletmişti.
“Alman mimarı tekneye bindirip
Boğaziçi’nden gezdirdim. Daha o zaman yani yapılan Tarabya’daki otelin hizasına
geldik. Bana göre denizden muhteşem görünüyordu. Guru duyarak, bakın artık biz
de böyle görkemli binalar yapıyoruz mealinde bir sunuş yaptım. Alman mimar zaten
uzaktan gördüğümüz otele tekrar baktı ve şöyle dedi: Çelik Bey bu bina buraya sığmıyor!”
Çelik Gülersoy, bu sözlerin düşünce dünyasında âdete bir
devrim yaptığını ekleyerek şöyle devam etmişti: “Coşkun Bey, atalarımız ‘ağacı taşmayan’ binalar yapmıştı. Biz modernleşme
uğruna bunu unutmuştuk ama bir Alman bunu görebiliyordu…”
***
İstanbul’un Fetih’ten itibaren oluşmuş İstanbul sulietinin ayırıcı
vasfı tıpkı Türklerin yaptığı tüm sivil mimari örneklerinde olduğu gibi “ağacı taşmayan” yapılar inşa etmekti. Mesela
Safranbolu evleri, mesela Amasya yalı evleri, mesela Balkanlarda bugün hala
inci taneleri gibi ışıldayan mahalleler ve evler hep böyleydi: Ağacı taşmıyorlardı…
Demem o ki, modernleşmeyi külliyen yanlış anladık, yanlış
yorumladık ve hala aynı yanlışı sürdürüyoruz. Tabiat ile tarih ile gelenek ile kavgalı
olan modern insan (ve tabii insanlık) eninde sonunda yıkılmaya mahkûmdur!
Temennim odur ki, tabiatın on milyonlarca Osmanlı Tokadı
gücündeki sillesini yemeden İstanbul’umuzu sefil bir modernleşmeye kurban
etmekten kurtarabiliriz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder