59’uncu Antalya Altın Portakal Film Festivali kapanış töreninde ödül vermeye-almaya ve teşekkür konuşması yapmaya çıkan yönetmen, oyuncu, senarist, yapımcıların kürsüdeki söz haklarını “politik salvo”lara dönüştürmelerine hiç hayret etmedim.
1986’dan beri neredeyse 35 yıldır film festivallerine katılırım.
Bazılarında küçük skandallara, pek çoğunda siyasi içerikli eylemlere şahit
olmuşluğum vardır. Bir tanesinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı’nın alkışı
bırakın, ıslıklarla dahi değil, borazan öttürülerek protesto edilişini yaşadım.
Detone borazan sesleri karşısında Kültür Bakanı, "Bu güzel enstrümanlar
bilenlerin elinde ne kadar güzel sesler çıkarabilir aslında!" diye cevap
vermişti!
Bundan sonra kimi etkinliklerde, devletin şube müdürlerince ve sessiz
sedasız temsil edildiği oldu. Nitekim 59’uncu Antalya Altın Portakal Film
Festivali açılışına Kültür Bakanı katıldığı halde kapanış (ödül) törenine
katılmadı…
10’da Yedi
59’uncu Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ödül için
yarışan 10 filmden yedi tanesi Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü
destekliydi! Bunların içinde en çok Altın Portakal heykelciği alarak öne çıkan Emin
Alper’in yönettiği Kurak Günler, Sinema Destekleme Kurulu 2019-2 sayılı destek
kararıyla; En İyi Film seçilen Özcan Alper’in yönettiği Karanlık Gece filmi
Sinema Destekleme Kurulu 2020-2 Sayılı kararıyla “devlet desteği” alan
filmlerdi. Her iki filmin yönetmeni hem biçim hem içerik bakımından tamamen
özgür bırakılmıştı. Kurak Günler ve Karanlık Gece, ifade etmek istediklerini
açıkça söyleyen politik iki sinema filmiydi. Her ikisi de toplumsal yapı,
devlet erki ve günümüz siyasetine muhalifti. Politik sinema filmi çerçevesinde
söylenebilecek pek çok şeyi özgürce perdeye aktarmışlardı.
İşte tam burada hayret etmediğim ama ümitle ümitsizlik arasındaki
Araf’a hapsolduğum durum oluşuyor: İyi eser vermede birbirleriyle yarışan
insanlar, ne oluyor ki, yüksek frekanslı sanat etkinliği seviyesinden, Youtube’daki
sokak röportajlarında yüzlerce benzerini izlediğimiz politik seviyeye geçiş
yapabiliyorlar?
Tanzimat
Hastalığı: Kendini Karalama*
Sanat erbabının alanında çok iyi olması her bakımdan doğru
davrandığına delalet eder mi? Sanmam. Aslında beni, sinsi bir sızı gibi içime
işleyerek rahatsız eden toplumsal tarihimizin derininde yatan o modernleşme
hastalığı… Batı kültürüne tamamen açık modernlerin, bir medeniyetin varisi
oldukları halde bunun farkında olmayan, derin bir boşluk, yalnızlık, çaresizlik
ve dışlanmışlık (ötekilik) duyguları içinde kıvranan kendi toplumlarını “kendini
karalama” bağlamında ele almalarıdır. (*Kendini
Karalama: autodenigrement)
Bir Soru:
Acaba Neden?
“Madalyonun
bir de öteki yüzü var: Kendilerini ‘Batılılaşmış’ olarak gören bu insanların Batı
karşısındaki tavrı… Burada durum tam tersine gelişir: ‘Ümraniyeliyi ‘insandan
daha aşağı’ bir Kızılderili gibi gören Nişantaşılı, bu kez gerçek bir Batılı
karşısında Kızılderli’ye dönüşür: Onun için gerçek bir Batılı ‘insandan daha
üstün’dür; onlar medenidirler,
ileridirler, biz de onların eline su dökemeyiz! Batılılaşmanın bizi getirip
bıraktığı yer burasıdır: Kendi yerli halkını ‘insandan daha aşağı’, Batılıyı
ise ‘insandan daha yukarı’, neredeyse Tanrı gibi görmek!..
Bugüne
kadar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yabanı’yla başlayan bir tür köy edebiyatı,
daha çok, halkın Batılılaşmış aydına karşı olan tavrını irdelemekle yetindi:
yani, halkın bakışında bir ‘yaban’ olan ‘modern’i! Gelgelelim ‘modernin’ kendi halkına ve Batı’ya bakışı hemen hemen hiç
sorgulanmadı. Acaba Neden?” (Hilmi Yavuz)
Ah O Çocuklar!
Eğer Batıcı aydınlar için durum tam olarak buysa, modernleşme
tarihi boyunca toplumlarına bir oryantalist gözüyle bakıp bunun farkında
olmayışlarını yaşamışlar demektir. Ancak artık uyanmanın, millet-aydın
barışının tesisi edilmesinin zamanıdır. Bu barışın tesis edilmesinin ilk
hamlesi de Batıcı aydınların fildişi kulelerinden inmesinden, Batı’dan tercüme
ettikleriyle üretmekten, Batı’nın biçtiği donu halkına giydirmeye çalışmaktan
vazgeçmesidir…
“Antropolog
nesnelliğin birçok etkenle her zaman bozulabileceğini bilir. Geçen yıl Mali’ye
gittim ve bir çocuğa Müslüman olup olmadığını sordum. Bana Fransızca, “Hayır,
animistim” dedi. İnanın bana, bir animist, eğer Paris’teki Eceoledes Hautes
Etudes’i bitirmediyse, kendini asla öyle tanımlamaz. O çocuk, kendi kültüründen, antropologların tanımladığı gibi söz ediyordu.”
(Umbeto Eco)
Ümit Etmek
İçin Geç mi?
Ilımlı olmanın zayıf karakterli olmak sayıldığı, kültür ve tecrübe
birikiminin önemsenmediği, dünya görüşünün olgunluğu yerine ideolojik çiğliğin
revaç bulduğu, fikrin yerini sloganın aldığı bir atmosfere dönüş başlamamalıdır.
Sanata olan bağlılığımız, tutkumuz ve inancımızın yeşertmeye
başladığı estetik hassasiyetin ve duruşun, politik ve nevrotik bir asabiyete dönüşmemesini
ümit etmek için çok mu geç?
GÜNÜN SÖZÜ
“Ümit
derken kast ettiğim şey, elbette Immanuel Kant’ın dile getirdiği ‘sürekli
barış’tan başka bir şey değil. KARL POPPER
Tespit harika; başarılar daim olsun.
YanıtlaSil